Hint asıllı yazar Salman Rushdie, çoğu kitabında olduğu gibi bu kitabında da Hindistan`ı konu almış ve ele aldığı dönemde o topraklarda meydana gelen olayları fantezi dünyasıyla öyle güzel harmanlamış ki insan nerede gerçek, nerede kurgu olduğunu ayırt edemeyebiliyor. Şunu da belirtmeliyim ki okuduğum eserin, yayınlandığı dönemde birçok tartışmaya sebep olan, edebiyat eleştirmenlerini ikiye bölen ve çoğu İslâm ülkesinde yasaklanan Şeytan Ayetleri adlı romanı ile en ufak bir ilgisi yoktur.
Yer yer ağırlaşan anlatımı hiç beklemediğiniz bir anda coşkun bir nehir gibi akıp gidiyor ve sayfaları ne ara çevirdiğinizi anlamıyorsunuz. Olay içinde olay, durum içinde durum çıkıyor karşınıza. Ayrıca geçmiş ve gelecek kavramları da ara ara yer değiştiriyor. Anlatıcıyla birlikte okuyucuyu da zamanda yolculuğa çıkaran Rushdie`nin kalemine hayran olmamak elde değil.
Biraz da konusundan bahsedeyim. Takvimler 15 Ağustos 1947`yi gösterdiğinde Hindistan`ın da Salim Sina`nın da kaderi yazılmaya başlar. O gece yarısı saat on ikide Hindistan sokaklarında bağımsızlık ve özgürlük coşkusu yaşanırken dünyaya gelen Salim Sina, dönemin başbakanı Nehru tarafından bir mektupla kutlanır ve gazetelerin ilk sayfalarına haber konusu olur. Bu kutlamanın onun felaketi mi yoksa şansı mı olacağını bilmeden odasının duvarına asılan mektuba bakarak büyür.
Zaman geçtikçe kendisindeki olağandışı özellikleri fark etmeye başlayan Sina, kendisiyle aynı gün aynı saatte doğan diğer bin bir çocukla telepatik iletişim kurmaya ve zihinsel konferanslar yönetmeye başlar. Ayrıca üstün koku alma duyusu sayesinde sadece maddelerin değil olan ya da olabilecek durumların da rahatlıkla hissetmektedir. Tüm bunların yanında aile bireylerinden her birinin yaşadığı travmalara da şahit olur ve en sonunda yaşadığı hayatın aslında kendisine ait olmadığını öğrenir, hatta bunun bedelini çok ağır bir şekilde öder ve asıl macera buradan sonra başlar.
Sonunda kitap haberi.