10 yaş… Yani dünya zamanıyla 10 yıl olmuştu buralı olalı. Eski dediği şey belki de çok eski değildi ve yıllar yıllar sonra bu hissi tekrar aklına getirecekti 18 yaşında okuyacağı o dizeler… Nazım Hikmet şiiri ile böyle tanışmıştı:
“Ben içeri düştüğümden beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya.
Ona sorarsanız: “Lâfı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.”
Bana sorarsanız: “On senesi ömrümün.”
Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
Ona sorarsanız: “Bütün bir hayat.”
Bana sorarsanız: “Adam sen de, bir iki hafta.”
Her şey ne kadar da göreceliydi… Eski denilen kime göre neye göre eskiydi… Aklında dönen şarkı mı? Şöyle söylüyordu: “Günler günlerin ardından, seni unutmak mecburiyetindeyim…” Üç kişilik bir grup söylüyordu… İsimlerini tek tek bilmiyordu söyleyenlerin ama aklında hep o şarkı vardı… Sahi üçten bir çıkarsa kaç kalırdı?
“Sıfır” diye düşündü bir an… Sonra unutmak istedi düşüncesini. İç sesini kısmaya, bastırmaya çalışıyordu ama ne yapması gerektiğini de bilmiyordu… Nerden bilebilirdi ki? Henüz on yıl olmuştu buralı olalı. 3’ten 1 çıksa kaç kalırdı? Aradığı cevapların olduğu kitapları, filmleri, şarkıları ve şiirleri tanımak için, onlarla tanış olmak için çok yıl vardı daha önünde. Bir anlığına yirmili yaşlarına çabucak varmak istedi. Üzüldüğü şeylerin çok uzağına düşer miydi böylece? Çok uzak bir hayaldi şimdilik, yeniden susmaya karar verdi. Aslında son birkaç gündür zaten çok suskundu… Sahi üçten bir çıkarsa… Ya çıkarsa…