Marcus Graf Yazio: Küllerinden Doğma ya da Karanlık Ebediyette Kalma Meselesi

Her ne kadar doğal, kültürel ve sosyal çevremizin düzenli, doğrusal ve istikrarlı olmasını dilesek de hayatın entropi yoluyla şekil aldığının farkındayız. Beklenmedik ve yapısal olmayan değişiklikler çoğu zaman kaos olarak değerlendirilir. Bizi ürküten bir şey bu, çünkü mikro ve makro habitatlarımızda aslında ne denli kırılgan olduğumuzu gözler önüne sermekte.

Modern insan kalıcı değişim ve yıkımın gücünden korunmak için rasyonalizm, mantık ve bilimi kendine siper etti.

İnsanlık, gerçekliğin bilimsel olarak ölçülebileceğine kanaat getirdi. Dünyayı fayda ve zarar eksenleri üzerinden kategorize etti ve sınıflandırdı. Uçsuz bucaksız kütüphaneler boyunca nasıl doğayı alt edip, uzay ve zamanın limitlerini aşmaya çalıştığımızı anlattık. Gerçekten de tabiattan fırlayıp dünyayı kendi istek ve ihtiyaçlarımıza göre şekillendirme arayışımızda çok yol kat ettik. Fakat hangi bedelle? Ve gerçekten başarabildik mi?

Günümüz dünyasının korkunç durumu; global ölçekte aşırı tüketim, vahşi kapitalizm, tehlikeli militarizm ve siyaseten sağ muhafazakarlık üzerine kurulu dünya görüşümüzü tekrar gözden geçirmemiz gerektiğinin altını çiziyor. Zaman zaman bir an bile olsa durup, bitmek bilmeyen randevularımıza peşi sıra gitmeye bir ara verip tüm bu ivedilik ve koşuşturmanın sebebini sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Neyin özlemini çekiyoruz? İçimizde bir şey mi, yoksa dışarıda mı? Manevi bir şey mi, yoksa entelektüel ya da maddi mi? Şeytanın da sormayı sevdiği gibi, gerçekten neyi arzuluyoruz? İhtiyacımız olan şey nedir? Ne istiyoruz ve ne kadarı yeterli?

Neyi isteyip istemememiz gerektiğini ya da hayatta neyin çabaya değer olduğunu burada tartışmayacağım.

Kuşkusuz ki kimse kimseye bu gibi konularda mutlak ve evrensel hakikate tabi fikirler verecek durumda değil. Aynı zamanda böyle bir tartışma en nihayetinde psikoloji, felsefe, antropoloji ve ezoterik bilimlere varacaktır ve bu katalog yazısı, bu tarz bir araştırma için uygun yer değil. Yine de bu sorular bizim için önemini korumakta; işte Berkay Buğdan, Galeri 77’deki güncel sergisi Kül de entropi, başkalaşım ve her şeyin değişim ve zamanın gücü karşısında çözülmeye uğrayacağını ifade eden termodinamiğin ikinci kanunu gibi fikirleri ele alıyor.

Sanatçı, yarattığımız şeylerin zamana dayalı sınırlamasının yanı sıra varoluşumuzun nihailiğini de ortaya koyuyor.

Eserleri; makinelerimizin, binalarımızın, eserlerimizin ve sanat eserlerimizin sonsuza kadar sürmediğini vurguluyor. Sanatçı aynı zamanda organik ve inorganik yaşamın nihailiğinin tüm bunları daha samimi ve değerli kıldığının altını çiziyor. Gerçekten de ölüm ve çürüme olmadan yeni yaratı da olmaz. Daimî değişim ve başkalaşım olmadan, ilerleme ve gelişim de olmaz. Yaşam döngüsünü işte bu güçler döndürür, tıpkı salt bir yaratıcılık makinesi gibi dünyadaki tüm yaşamı besleyen ve işleyen enerjiyi üretir.

Her şeyin sınırlılığı ve nihailiği, serginin kavramsal çerçevesinin özünü oluşturmakta.

Entropi ve daimî değişim dünyayı şekillendirirken, kaos ana karakter haline gelir ve her şeyin ve herkesin nihai olarak çözülmesi bunun kaçınılmaz sonucudur. Tıpkı plastik, beton ve organik malzemeler gibi her şeyin bir son kullanma tarihi vardır, bundan sonra malzeme sağlamlığını, rengini ve şeklini kaybederek nihayet en temel unsurlarının sergilenmesiyle varlığı son bulur.

Yine de insan zihni, içinde her şeyin olduğu gibi kaldığı ebedi bir dünyanın özlemini çeker. İdeal bir dünyada hastalık, ölüm, sefalet, değişim ve nihaiyet gibi şeylere yer yoktur. Oysa bu sadece bir fikir ya da içimizi rahatlatan bir ütopya olabilir. Yine de somut dünyamıza baktığımızda, bunun tam tersinin geçerli olduğunu anlıyoruz. Belki de bugünlerde ütopya yerine distopya terimini bu kadar çok kullanmamızın sebebi de budur.

Berkay Buğdan'ın sergisinde, insan uygarlığının kırılganlığı ve bunun zihnimiz ve bilincimiz üzerindeki etkisi, tuval üzerine çok sayıda kömür çizimiyle çevrelenmiş tek bir merkezi heykel ile ortaya çıkıyor.

Sanatçının eserlerini yaratmak için işlenmemiş kömür kullanması yalnızca biçimsel bir anlam taşımıyor. Kömür, yıllar öncesinden kalma bir botanik çürüme sürecinin sonucu olduğu için sanatçı, çizimleri oluştururken tarihi elinde tutuyor. Başkalaşımın bir temsili olarak kömürün Buğdan için özel bir anlamı var. Kömür onun için basit bir çizim aracından daha fazlası. Nihailiğin, değişimin ve başkalaşımın tezahürü.

Ayrıca kömürün biçimsel yapısı ve maddesel özellikleri, sergide hem biçimsel hem de kavramsal anlamlar taşımakta. Kömür kırılgandır. Sanatsal malzeme olarak sabitlenmelidir. Aksi takdirde, kaza sonucu yer değiştirebilir veya rüzgarla uçup gidebilir. Zamana ve değişime karşı oldukça savunmasızdır. Dolayısıyla malzeme, Kül’ün kavramsal çerçevesiyle güçlü paralellikler göstermekte.

En nihayetinde biçimsel kırılganlık ve daimî dönüşüme dair çeşitli referansların yanı sıra, kömürün estetik kalitesi de sanatçı için büyük önem taşımakta.

Kömür ile çeşitli kalınlık ve yoğunlukta çizgiler çizebilirsiniz. Aynı zamanda, tıpkı pastel boya kalemleri gibi sanatçıya farklı doku ve yapı alanları formüle etme imkânı tanıyarak, normal çizimin çizgi yapısının ötesine geçen resimsel bir nitelik elde edebilirsiniz.

Kömürün rengi yoktur, siyahtır! Bu sebeple seçilen malzeme, doğal çürüme bağlamında zamanın dönüşümüne işaret eder.

Bir zamanlar var olan bitkiler ve doğal elementler, orijinal formunu ve rengini kaybettiler. Kömür oldular. Bir zamanlar ayrıntılı formlar ve zarif renklerle donatılmışlardı, şimdiyse bir kömür çubuğunda, basit geometrik siyah çubuklara indirgeniyorlar. Ancak, yine bir başkalaşım gücü olarak Berkay Buğdan'ın ellerinde, tuval üzerinde yeni formlar ve yeni anlamlar yaratan bir araç halini alıyorlar. Kömür parçacıkları insan figürleri, bir şehir manzarasının parçaları, deniz üzerindeki dalgalar veya gökyüzündeki kuşlar haline geliyor.

Renkleriyse asla geri dönmüyor. Kömürün siyahı, sanat eserlerinin yapıcılığının altını çiziyor.

Figüratif olmalarına rağmen asla gerçekçi durmuyorlar. Kompozisyonlar, uzak bir geçmişin rüya gibi anılarını andırıyor. Anılar hep hakikat ile sahte, gerçeklik ile kurgu ve nesnelcilik ile öznelcilik arasında gidip gelen, zihnin bulanık tefsirleridir. Anılar, bizi özlem duyduğumuz ve kendi isteklerimize uyan bir gerçeğe ikna olabilmek için kendimize söylediğimiz yalanlardır. Kömürün koyu siyahının serginin kavramsal çerçevesiyle örtüşmesinin nedeni de bu. Bazen keskin ve belirgin formlar sunmak için, bazen de dumanlı bölgelerden bulanık alanlar oluşturmak için kullanılan kömür, işlere gizemli bir hava katıyor. Tasvir edilen formlar titreşiyor ve varoluş ile çözülme arasındaki eşikte duruyor. Bulanık alanların kenarlarında konumlandıklarından, her an yok olma ve nihai olarak çözülme riskiyle karşı karşıyalar. Kömürün siyahı, her organik ve inorganik varoluşun sonunda bekleyen sonsuz ve bilinmeyen karanlığı ortaya çıkarıyor.

Serginin merkezindeyse elinde bebeğiyle bir kadın figürü heykeli yer alıyor.

Kadın ve bebeği kömürle kaplı ve bu nedenle ten, göz ve saç rengi vb. gibi bireysel ayrıntıları kaybetmişler. İzleyiciye bir zamanlar oldukları insanları hatırlatan gölgeler olarak görünüyorlar. Bu da heykele akıldan çıkmayan bir atmosfer kazandırıyor. Figür, tıpkı bir hayalet gibi, zaman ve uzayın siyah hiçliğine doğru bakıyor. Yüz ifadesi düşüncelerine veya hislerine dair bir fikir vermiyor. Bir zamanlar ona bireysel bir karakter kazandıran yüz maskesi cansız ve donmuş görünüyor. Aynı zamanda basit postür, kişilik eksikliği ve nötr bedensel ifade bu heykeli distopyayla karşı karşıya kalan insanın evrensel bir sembolüne dönüştürüyor.

Heykele bakıldığında ruh halini anlamak güç.

Nerede yaşadığını ve nereden geldiğini de bilmiyoruz. Yine de başımızı kaldırınca onun dünyasına dair birtakım şeyler görür gibi oluyoruz. Bu aynı zamanda bizim dünyamız da değil mi? İmgeler oldukça tanıdık geliyor. Güçlü ve canlı deniz manzaralarının yanı sıra kuşların uçuştuğu ufuk çizgileri görüyoruz. Gökyüzü ve deniz, iki güçlü evrensel imge, Kül'de sunulan diğer sahnelere bir çerçeve sunuyor. Şehir kalıntıları ve çözülmüş limanlardan parçalar, medeniyetin yok olduğuna işaret ediyor.

Ortalıkta hiç insan yok. Şehirler bomboş, gemiler hiçbir yere gitmiyor. Gidecek bir yer yok, yaşayacak bir yer de. Kusursuz fırtına ve nihai kıyamet, saf distopyayı yaratmış.

Kül, dünyamızın somut durumu hakkında eleştirel bir yorumda bulunuyor.  Serginin merkezinde, zamansız ve mekânsız bir zeminde bu figür oturuyor. Yine de gözleri ileri bakar durumda. Bebeği yaşam döngüsünde yeni bir başlangıcın sembolü olarak tutuyor; bazı sergi ziyaretçileri insanlık için hala umut olduğuna kanaat getirebilirken, diğerleri bu ikisinin çoktan ölmüş olduğunu düşünebilir. Umut olup olmadığına karar vermek seyirciye kalmış. Küllerinden mi dirilecekler yoksa kara ebediyette mi kalacaklar? Cevap bize bağlı, tıpkı gezegenimizin ve medeniyetimizin geleceğinin bizim elimizde olduğu gibi.

Prof. Dr. Marcus Graf

Sanat Eleştirmeni, Küratör

Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sanat ve

Kültür Yönetimi Bölümü Başkanı

Instagram

Facebook

Linkedln

Twitter

Popüler İçerikler

Teğmen Ebru Eroğlu İle İlgili Skandal Karar: Küfür ve Taciz İfade Özgürlüğü Sayıldı
Kanseri Yenen Eski Arka Sokaklar Oyuncusu Dizi Setlerine Yeniden Dönme Kararı Aldı
Rasim Ozan Kütahyalı’dan Atatürk Sözleri: “Şeytan Taşlamakla Anıtkabir'de Yapılanlar Benzer Eylemler”
YORUMLAR
24.02.2021

İşler çok iyi de önüne gelenin yarım yömbelek bilgisi ile bik bik entropi demesi itici geldi hele de hakkında zerre bilmediği çok açık olunca. Bildiğiniz kelimelerle de aynı şeyi anlatabilirsiniz, kasmayın. Grafikçi hastalığı galiba bu.

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ