Levent Uysal Yazio: Geleceğin Eğitimi

Babam Cevdet Uysal gerçek bir köylü çocuğuydu. Mersin’de doğmuş. İlkokulu olmayan bir köy. Atı eğitiyorlar iki kardeş. Trene geliyor. Trene biniyor mersine gidiyor. At bu sırada geri gidiyor eve. Sonra trenin geri döneceği saatte at tekrar trene gidip babamı alıyor. Bütün okullarda sınavlarda birinci olurmuş. Kendi kendine Fransızca, İngilizce öğrenmiş bir adam. Almanya’ya gidip Almanca öğrenmiş, durmuyor. 

İlkokul ve liseyi Mersin’de okuyor. Doktor olmak için, Ankara’da tıp fakültesine kayıt yaptırıyor. Trende dönerken, yanına tesadüfen bir doktor oturuyor, doktorluğun kötülüklerini anlatıyor. Babam da geri gidiyor ertesi gün, zaten kafasında ziraat, ekmek, aş var. Ziraat makinaları bölümüne kaydını yaptırıyor. Okul bitiyor. Siyaset hat sahfada etkili. Sağ eğilimli, bir türlü iş bulamıyor. Derken Stuttgard Üniversitesi’nde bir araştırma görevlisi ihtiyacı olduğunu öğreniyor, bu şekilde hiç Almanca bilmeden Almanya’ya gidiyor. 6 ayda Almancayı öğrenirsen okulun içindeki kursta, o zaman araştırma görevlisi olarak seni işe başlatacağız diyorlar. 

Öğrenip sınavı geçiyor. 

16 yıl boyunca Stuttgart Üniversitesi’nde çalışıyor, doçent oluyor. Sonra geri dönüyor, köy hizmetleri gibi kurumlarda çalışıyor. Bu arada Çukurova Üniversitesi kuruluyor. Ziraat Fakültesi kurulumunda rol oynuyor ve orada da dersler veriyor. Ama politik ve ahlaki baskılar onun peşini hiç bırakmıyor. Çok sık iktidar değiştiği için, sol eğilimli bir iktidar gelince ziraat fakültesi veya makine fakültesi olmayan üniversitelere sürüyorlar.  Rapor alıyor, Mersin’e dönmeye çalışıyor. Geri dönüyor, 3 sene çalışıyor sonra tekrar sürüyorlar. En sonunda mersine geri uzman olarak dönüyor. Mersin, Çukurova havzasındaki bütün büyük projelerde imzası vardır. Sürekli devletle ilgili çalışmalar yaptı. 

Babam sürekli arazide gezer, köy köy dolaşırdı. Belli dönemlerde pamuk ekiliyor ama neden narenciye ekilmesin gibi toprak analizleri yaparak, köylüye nasıl en verimli şekilde ürün alınırı öğretti. Köylü ile iç içeydi, herkes tanırdı onu. Hangi köye gitsek, oradan hediyeler verilirdi. Sevilirdi, doğal bir liderdi. Hiç kavga etmez, yalan söylemez ama en çok kendine güvenirdi.

Sokrates ile ilgili bir kitaptan okuyordum, şöyle yazıyordu çok iyi hatırlıyorum:

“Kendini tanımak demek, hayran hayran kendini seyretmek demek değildir. Onu arayıp bulmak demektir. Bu nedenle, insanın hem ne olduğunu hem de ne olması gerektiğini araştırmasıdır; nasıl düşüneceğini, nasıl yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını kendine sormasıdır.”

Kendine güven; kişinin yeteneklerine, niteliklerine ve yargısına güven duygusu olarak tanımlanır. Sağlıklı bir özgüven seviyesine sahip olmak, kişisel ve profesyonel yaşamınızda başarılı olmanın, psikolojik sağlığın anahtarıdır. Sevgili babamın potansiyel ile anlattığı bir hikaye ile devam edeceğim. Bu Levent Uysal olarak hayat felsefemi anlatan en iyi hikâyelerden biridir.  Size lotus çiçeğinin hikâyesini anlatacağım. 

Lotus yaprağının ortasında, titrek bir çiğ damlası gibi sabah güneşi parıldar. Lotus çiçeği sadece vardır… Var olmanın gücüdür. Var olabildiği için güçtür… Işık ve oksijenin olmadığı, bir bitkinin asla yetişemeyeceği düşünülen bir ortamda, bataklığın içinde filizlenmeye başlayarak suyun yüzeyine doğru yol alır. Işık, su ve havayla, dünyanın kaynağı bu üç elementle, ölümüne mücadele eder. Yaşamak için. Yaşayabilmek için. Tüm amacı, yaşayabilmesi için gerekli olan ışığa ve oksijene kavuşmaktır. Suyun zifiri karanlığında kendiliğinden köklenir; ışığın son huzmesinde olgunlaşır. En sonunda koyu katran sudan başını çıkararak havaya ulaşır. Suyun yüzeyine vardığında artık büyümesi sonlanmıştır. Bundan sonra, dikenli bir dokusu olan yuvarlak tomurcuklar doğurmaya başlar. Bu tomurcuklar birkaç saat gibi kısa bir sürede, yeterli su ve besinle boyu neredeyse bir metreye varan, çapları üç metreye ulaşan dev yapraklara dönüşürler. Fotosentez yapabilmek, yani yine yaşayabilmek için. 

Lotus, çok nazik görünümlü bir çiçektir. Hatta tüm kaynaklarda ‘gerçek nazik çiçekler’ olarak anılırlar. Fakat aynı zamanda çok sağlam karakterli bir çiçektir. Bu büyük yaprakları, insanları bile üzerinde taşıyabilecek kadar güçlüdür. Lotus çiçekleri bunca çamur içinde büyümelerine rağmen, saf ve kirlenmeden açarlar. Her zaman da temiz kalırlar. Çünkü bitki, yapraklarına gelen en küçük toz zerresini bile orada tutmaz. Bu pisliklerin kendisine zarar vereceğini bilir. Silkinir ve onlardan kurtulur. Hemen ardından, yaprağa düşen yağmur damlalarını, tozları süpürmek amacıyla kullanır. Lotus tüm Doğu kaynaklarında gerçek bir efsanevidir. Hindistan’da, eski Mısır’da. Hatta Antik Yunan, Roma’da. Lotus çiçeğinin tüm bu kültürlerde, güneşi, doğumu ve aydınlanmayı simgelediğine inanılır. Lotus insanoğlunun durmak bilmeyen mücadelesi ile de özdeşleştirilir. O, yaşamın devamının sembolüdür. Yaşama kararlılığının. Her türlü zorluğa rağmen ayakta kalınabileceğinin ifadesidir.

İnanılmaz bir hikaye değil mi? Bana her zaman ilham verir. İnsanın da kâmil olma sürecinin böyle olduğunu düşüyorum.

Aslında herkese bir rol var bu hayatta, o markada yönetici ve sahip olabilir ama dışarıda evinde, bir baba, bir eş, bir arkadaşsın ve buna göre yaşıyor insanlar. Farklı rollerimiz var ve o rollere göre hayatımızı yaşıyoruz. İlkokul 1’e gidiyoruz. Okumayı öğrendik. Okulda okuma yarışları oldu. Bir dakikada kaç kelime okuyacaksın yarışması. Sınıfta sürekli birinciyim. Eve annem okuyor bana sürekli, onun okuduklarını tekrar ediyorum. Mesela herkes yüz kelime okuyor dakikada, ben iki yüz elli kelime okuyorum.  Hangi sayfayı istese hocam tık tık tık tık okuyorum. İnanamıyorlar hızıma. Ama hep klasik bir Türkçe kitabı okutuyorlar. Sınıflar arasında bir yarış oldu. Nazım Hoca diye birisi var. Dedi ki bugün gazete okutalım. 

Ben okuyamıyormuşum meğerse… Annem okuyor ben tekrar ediyorum ya, ezberlemişim meğer. Gazeteyle birlikte anladık ki, ben dakikada yirmi beş kelime bile okuyamıyorum. Bu yüzdendir ki, hala okuyarak konuşma yapamam. Doğallıktan yanayım. Çocuklukta olan her şey hâlâ bizimle. Sonra okul hayatım aklıma geliyor ve şimdiki okullarla karşılaştırıyorum.

Ve düşünüyorum ki, Türkiye’de, gereklilikten fazla kurumun varlığı, değeri de düşürdü. İşin ticari tarafını arttıracak eylemlerle, eğitimin kalitesi düştü.

Biz bireylere kattıklarımızla, toplumun geleceğini yapılandırıyoruz. Yetersiz eğitmen ve yetersiz aktarımlarla birlikte, toplumun geleceğini de mahvediyoruz. Beş yüz tane öğretmen yönetme kapasitesi yok, beş bin tane okula ihtiyaç yok, bu okulları yönetme kapasitesi yoksa eğer bu olmamalı. Ne yazık ki Türkiye’de obez bir eğitim metodu var. Sayı olarak obezleşme var, kalite de bunu takip ediyor, aşırı ticari bakılıyor eğitime ve bu eğitimi değersizleştiriyor. Eğitimcilerin alt yapıları boş, para olarak bakıyorlar işlerine. Boş markalar, çok para verip eğitimcileri bünyesine dolduruyor. Pek çok eğitimci, markaya sadık değil. Süreklilik olmuyor bu sebeple. Eğitimciler sürekli değişiyor, çocuklar her dönem farklı hocalarla çalışıyor, hepsinden farklı şeyler alıyor ama bir bütünlük yok. Tüm eğitim zaten ezbere dayalı ve tekrara dayalı. Biraz daha proje odaklı, çocukları araştırmaya ve merak etmeye teşvik edecekleri, doğal öğrenme yollarını kullanan eğitim sistemleri var olmalı. 

Teknoloji gelişti diye, manevi taraftan ve gözlem yapmadan uzak kalmamalı çocuklar. Her şeye hızlı ulaşabilecekleri bir sistemde, her şey ezbere dayalı kalmaya devam ediyor. Her şeyin sınavı var ancak sınavın bir ölçüt olmaması gerektiğini düşünüyorum. Öğrencilere puanlar vererek onları ölçmemeliyiz. Hayat zaten bir sınav: eğer öğrendikleriyle birilerine, topluma fayda katıyorsa kişi, kendine fayda katıyorsa, kendini geliştirmişse zaten sınavı geçmiş demektir. Üretmişte, bir sorunu çözmüşse, bir proje geliştirmişse, mutluysa, öğrenmişse ve öğretiyorsa zaten başarılıdır. 

Hedef sınıf geçme olmamalı. Ezber yapıp, sınava girip, basitçe sınıf geçmek başarı değildir. Proje odaklı, mesleğine yönelik sorunları merak eden, çözüm yolları arayan, sıradan olmayan bireyler yetiştirmeliyiz. Kendini geliştirme odaklı, bu gelişmişliği, öğretileri nasıl mesleğine aktaracağını bilen, öğrenmeye çalışan, mesleğinde mutlu olan bireyler yetiştirmeliyiz. Her şeye hayır dememeli insan, gelişmeye, konuşmaya, öğrenmeye kapatmamalı kendini. Peşin hükümlü olmamalı. Tartışmaya, konuşmaya açık olmalı.

Instagram

Twitter

Web

Popüler İçerikler

Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı
Tolunay Kafkas, "El Sıkmama" Olayına Müdahil Oldu: Hedefinde Volkan Demirel Var
Almanya’daki Saldırıyı Kim Yaptı? Noel Pazarı Saldırganının Kimliği ve Röportajı Ortaya Çıktı