Bu yazıyı, sırf bir “gündem konusu” olduğu için yazmıyorum.
Çünkü bu meseleye dair atılan yorumlar, hâlâ bu toplumun kadına nasıl baktığını açıkça gösteriyor.
“Artık aile kalmadı”, “kadınlar haddini aşıyor”, “eşinin soyadını almak, kütüğüne girmek ne var bunda?” gibi cümleler, aslında hâlâ kadının birey değil, “birinin eklentisi” olarak görüldüğünü ispatlıyor.
Ve işte bu yüzden yazma ihtiyacı duyuyorum:
Çünkü bu tartışmanın özünde “aileyi yıkmak” değil, kadının kendi kimliğiyle aile kurabilme hakkı var.
Bu kadar basit bir hak, hâlâ korkuyla, öfkeyle, hatta bazen nefretle karşılanıyor.
Bu beni rahatsız ediyor.
Çünkü hâlâ birçok insan, özellikle de kadınlar, şunu fark etmiyor:
Bu mesele erkekle kadın arasında bir çekişme değil — kimliklerin eşitlenmesi mücadelesi.
Ve ne yazık ki, en çok tepki de bundan geliyor: kadının artık “ait” değil, “özne” olmasından.
Kimliğin Devri: Kadın mı, Mülk mü?
Bir kadının evlendikten sonra otomatik olarak eşinin kütüğüne geçirilmesi, teknik bir formalite değil; bir mülkiyet devridir.
Bu sistem, kadını birey olarak değil, “bağlı olduğu erkek” üzerinden tanımlar.
Kocası varsa onun soyundan sayılır, yoksa babasının.
Yani kadının kimliği, hep bir erkeğe bağlıdır.
Ama kadının zaten bir kimliği vardır.
Bir geçmişi, bir kökü, bir aidiyeti vardır.
Evlendiğinde hiç tanımadığı bir ailenin kütüğüne kaydedilmesi, onun geldiği yeri, kendi hikâyesini ve kim olduğunu siler.
Bu sadece bir kayıt değil, bir varoluş kesintisidir.
İnsan geçmişini bir kalem darbesiyle silebilir mi?
Köklerinden koparıldığında hâlâ aynı insan olabilir mi?
Bu yüzden bu mesele sadece kayıtla değil, kadının kimliğini koruma hakkıyla ilgilidir.