Sayın Okuyucu; bu hikayede aşk, tutku, ihanet, ölüm, inanç, inançsızlık, sanat ve delilik var.
Sayın Okuyucu; bu hikayede aşk, tutku, ihanet, ölüm, inanç, inançsızlık, sanat ve delilik var.
29 yaşındayken annesine yazdığı şu satırlar Hölderlin'in nasıl bir çocukluk geçirdiğini ve aslında çocuklukta yaşananların insan hayatı için ne derece önemli olduğunu gösteriyor sanki:
'Bana olan sevgisini asla unutmayacağım ikinci babam öldüğünde öksüzlüğümü anlaşılmaz bir acıyla hissettim. Senin günlerce süren keder ve gözyaşların neticesinde yıllardır şiddetlenerek hiç dinmeyen içimdeki ağırlık aslında ruhumun kendisiydi.'
Ve bu yüzden kendisi de bir papazın kızı olan annesi, Hölderlin'i Lutherian Kilisesi'nde bakanlığa getirebilecek olan manastıra giriş sınavlarına hazırlanması için dini bir okula gönderir. Bu arada 12 yaşına geldiğinde Latince, Yunanca ve İbranicenin yanında retorik dersleri de olan Hölderlin'in hayatı şekillenmeye başlar, piyano çalmaya ve sanatla iç içe olmaya başlar.
Ancak bu şekillenme tahmin edildiği üzere Hölderlin'in kariyeri açısından teologlug ile sonuçlanmaz. Hatta hocası Nathanel Köstlin'e hitaben yazdığı mektupta şöyle der 14 yaşındaki genç Hölderlin: 'Hristiyanlığa dair olan inancımdan ve zihinsel durumumdan endişe ediyorum.'
Bu günlerden bakıldığında bu aşk Hölderlin için olumlu görünür. Kendisini, dinini ve birçok şeyi sorgulayan genç adam, buna bağlı olarak aşkı da sorguladığı gibi Luise Nast da 'boş' bir kadın değildir ve Hölderlin'e okuması için Schiller'in Don Carlos trajedisini tavsiye eder. Sonraları Hölderlin, Schiller'e yazdığı mektupta: 'Uzun yıllar gençliğimin 'iyi' Tanrı'sı beni saran bir bulutken ve dünyanın acımasızlığından uzakken şimdi Carlos'a rasyonel bir biçimde yaklaşmak hiç kolay olmayacak.' der.
Bu arada 1788'de Tübingen'de eğitimine devam eden Hölderlin, Nast ile bağlantısını koparırken genç kadına bence acı acı şöyle seslenir: 'Benden daha değerli birini seçtiğinizde hasta ve huysuz arkadaşınızla mutlu olmayacağınızı anlayacaksınız, umarım mutlu olursunuz.'
Denir ki Hegel, büyük bir saygı duyduğu Herakleitos'un diyalektik fikrini töze uyarlama konusunu Hölderlin'e sunar. Hatta bu üçlü birlikte Hegel'in el yazısı ile bir kitap da kaleme alırlar. Ayrıca Hegel ve Schelling ile birlikte ateşli bir devrim taraftarı olur Hölderlin ve yazdığı Hyperion ve Empedokles'in ölümü kitapları ile bunu dünyaya duyurur.
1793'te 23 yaşında bir yüksek lisans mezunu olarak teoloji eğitimini bitirir. Her ne kadar annesinin planları işlese de Hölderlin değişmiştir. Protestan bir bakan olmayı reddeder ve özel ders vererek hayatını kazanmaya devam eder. Bu arada Hölderlin; Schiller ve Goethe ile, dolayısıyla dolu dolu Alman edebiyatıyla da tanışır ve bu isimlerin etkisi eserlerinde hissedilir.
Para kazanmak zorunda olan ve o günlerde iyi bir kariyer olan teologluğu reddeden Hölderlin 1975'in sonunda zengin bir Frankfurt bankeri olan J.F. Gontard'ın evinde öğretmen olarak işe başlar. Kısa süre sonra ise evin hanımı Susette Gontard'a aşık olur. Aşkı karşılık bulan Hölderlin ise arkadaşı Neuffer'e 1797'de yazdığı bir mektupta bu aşkı şöyle tanımlar: 'Bu sefil yüzyılda yolunu kaybetmiş sonsuz mut ile kutsanmış bir dostluk.'
Susette, kendisini Hölderlin'in şiirlerinde gösterdiği gibi ikinci cildi 1799'da yayımlanan Hyperion romanında da Diotima karakteriyle kurgu bir karaktere dönüşür. Ancak bu aşk görece kısa sürer çünkü J.F. Gontard bu yasak ilişkiyi öğrenir. Hölderlin zor durumdadır. Anlatılanlara göre 'sert' bir şekilde görevinden alınır ve 1798'de Frankfurt'tan ayrılarak önce İsviçre'ye sonra da Fransa'ya gider.
30'lu yaşlarına yaklaşan genç adama önce şizofreni sonra ise hipokondri teşhisi konur. Bütün bunlara rağmen bir şekilde hayata tutunmaya çalışan Hölderlin, öğretmenliğe devam etse de belli ki beyni buna çok izin vermez. Ve Fransa'da yaşadığı Bordeaux'dan, evine Nürtingen'e Paris üzerinden 1000 kilometreden fazla yolu yürüyerek döner.
1802 Haziran'ında evine dönerken Susette'nin gripten öldüğünü öğrenir. Zaten berbat durumda olan beyin sağlığı iyice kötüleşir ve şizofreni ileri dereceye gelir. Ayrıca elinde avcunda ne varsa yolculuğunda bitirmiş ve beş kuruşsuzdur. Neyse ki anne evinde nazik bir muamele görür ve böylece birkaç sene kendisini iyi hissederek yazmaya verir.
1804'te Sinclair, yönetime komplo suçlaması ve ihanet ile yargılanarak 1805'te hapsedilir. Bu süreçte Hölderlin ile araları açılır. Tabii ki Sinclair'İn bu durumu Hölderlin'e de yansır ve o da yargılanma tehlikesi yaşar ve belli ki bundan korkar. Bu korkunun bir yansıması mıdır bilinmez, 'Jakoben olmak istemiyorum!' diye bağırdığı kayıt altına alınan Hölderlin, arkadaşı Sinclair'e suçlamalarda bulunur.
Sinclair, 9 Temmuz 1805'te aklanır ve serbest kalır. Ancak Hölderlin ile araları açılmıştır bir kere ve kendisi artık onun delirdiğine inanmamaktadır. Bu arada Hölderlin'in de yargılanması gündeme gelse de mahkeme kendisinin ceza-i ehliyetinin olmadığına karar verir. Ağustos 1806'da ise Sinclair, Hölderlin'İn annesine 'Artık ona bakamayacağını' iletir.
Artık Hölderlin neredeyse hiç kimsesiz bir insandır. Annesi de oğlunu desteklemez ve bu klinikteki tek arkadaşı kendisi de bir şair olan tıp fakültesi öğrencisi Justinus Kerner olur. Kerner, fakültenin hastası olan Hölderlin'e bakmakla görevlendirilir ve bir yıl boyunca bu görevi sürdürür. Ancak yapılan tedavilere cevap vermediği görünen genç sanatçı bir yıl sonra 'çaresiz' diyerek taburcu edilir ve yaşaması için sadece 3 yıl verilir.
Yani sizin anlayacağınız dostlar 36 yaşındaki ciddi bir beyin tabiri caizse bir kenara koyulur ve ölümü beklenir. Bana okurken hem garip hem ağır geldi ama siz ne düşündünüz bilmiyorum. Bu arada hikayemiz bitmedi daha; çünkü tam bitti derken Hölderlin için bambaşka bir hayat başlamak üzere.
Ve kendisine 3 yıl ömür biçilmiş Hölderlin hayatının tam olarak yarısını, yani 36 yılını bu evde geçirir. Bu durum kuleyi küçük bir turistik merkeze dönüştürür. Özellikle kitaplarına imza almak isteyenler sık sık ziyaret eder Hölderlin'i. Genç sanatçı da ziyaretçilerine piyano çalar ve bazen bu ziyaretleri dizelerine aktarır. Ve yavaş yavaş bu kule, Hölderlinturm adını alır.
Bu arada ne acıdır ki annesi, kardeşleri, Hegel, Schelling vesaire hiç ziyaret etmezler Hölderlin'i. Üstüne üstlük 2 yaşındayken kaybettiği babası, Hölderlin'e bir miras bırakır fakat annesi bunu saklar ve faize yatırır. Yani sizin anlayacağınız himaye altında yaşayan Hölderlin, zengin bir adam olarak ölür ama bundan haberi yoktur. Anlatılanlara göre bir tek Zimmer ve ailesi önemser onu ve arkasından yas tutar. Bu önem karşılıklı olmalı ki Hölderlin de Zimmer'ler için şiirler karalar.
Nietzsche'ye göre Hölderlin, Lutherianizm ile Antik Yunan Tanrılarını bir araya getirmeyi başarır. Heidegger ise 'Hölderlin bizim en büyük şairimiz' demekte. O halde gelin içeriğimizi bir Hölderlin şiiri ile bitirelim:
Fırat kıyısındaki şehirler!
Palmir'in yolları!
Ve ey çölün ovalarındaki sütun ormanları,
Ne oldunuz?
Siz ki aşıyordunuz hudutlarını
Bütün yaşayanların,
Fakat göklerin estirdiği yeller
Ve yaktıkları ateş
Aldı başınızdan taçlarınızı;
Bense şimdi
Bulutlar altında oturmaktayım,
Her birinde bir huzur olan bulutların,
Karacaların dolaştığı kırlarda
Göğe doğru yükselen nefeslerin.
Ölü ve yabancı görünüyor gözüme
Ruhları o eski mesutların.
"Bir ülkede akıl ve sanattan çok maddi servete kıymet verilirse, bilinmelidir ki orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır." Diyerek, dalgalandırmıştır içimizdeki karanlık suyu.
Montaigne de Montaigne Şatosunun bir kulesini tamamen kendine ayırarak zamanının çoğunu orada geçiriyordu, bu uğurda karısı ve çocuklarını bile gözü görmezmiş.