Gazze’de eli silahlı İsrail askerlerine karşı savunmasız kalarak yalnızca yüreğindeki iman gücüyle direnen Müslüman halk davası uğruna can verirken, Mescid-i Aksa camiinin zeminine zarar veren kazılar, izinsiz ziyaretler, eski tapınağın burada olduğu iddiasıyla onu yeniden inşa etme tehditleri, bizleri adaletsizce uzakta tutma çabaları sürerken, Nureddin Zengi’nin yaptırdığı diğer minber henüz Hz. İbrahim caminde sapasağlam durmaktayken ve bu camide İsrail saldırılarıyla Müslümanların tekrar şehit olmasını beklemeden işte bugünden itibaren Kudüs’e gösterilen herhangi bir hürmetsizliği kendimize gösterildi addetmeli, uzatılan niyeti bozuk elleri yine bizlere uzanan eller olarak düşünmeli, ona göre birlik olarak vaziyet almalıyız. Gerçek Müslümanlık bunu gerektirir zira.
Orada yaşayan, biz Müslümanların yardım elinin uzanmasını bekleyen din kardeşlerimizin yıllar boyu uğradığı haksızlıklar ve koşulları ne kadar kötü olursa olsun evlerini terk etmeyi akıllarına dahi getirmemelerindeki dirayet bizim içimizde de bir yer bulmalı, ayaklarına taş takılsa bizler uzanarak tutmalıyız sıkıca ellerinden.
Kudüs’ün bağrında ne varsa, ne yaşandıysa bizim yüreğimizde de bir yansıması olmalı muhakkak. Belki de aynaya her bakışımızda Kudüs’ü hatırımıza getirmeli, oralardan bizlere ulaşanları dikkatle okumalıyız.
Fiziki görüntümüzü görme imkânı sağlayan aynaya bakarken aslında özümüzü de görmeli, tekrar kavuşuncaya değin hasretle Kudüs’ü seyretmeli, aynanın sırlı kısmından yansıyan görüntüler eşliğinde bir yandan da Kudüs’ün sırrına ermeye gayret etmeliyiz.
Yansımalar arasında kendimizi de görmeli, oraları tasavvur ve tefekkür etmeliyiz.
Misal, memleketimize döndüğümüzde dahi zaman zaman aynadaki kederli simamızı gördükçe mübarek Kubbet-üs Sahra belirmeli karşımızda. Derde düştükçe, kendimizi çaresiz hissettikçe iki cihan serveri Efendimiz’in hüzün yılında gerçekleşen gece yürüyüşünden feyiz almalı, dualarla Rabb’imizin huzuruna yürümeli, fiziken olmasa bile içimizde miraç deneyimini yaşamalı, Yaradan’a yakınlaşmalı, derdin dermanını yine O’nda (c.c) aramalıyız.
Yafa sahilinden nebimiz Yunus aleyhisselam ile beraber açılmalıyız denize. Pişmanlıkların tövbe ile karşılık bulduğunu görüp her günahımızda çekinmeden, ümidimizi yitirmeden Rabb’imize sığınmalıyız.
Kudüs aşkının harlı ateşi sönmeye yüz tuttuğunda peygamberlerin babası İbrahim aleyhisselam ve ailesinin huzurunda olduğumuzu hissetmeliyiz. Onların sevgisi, makamındaki hiç sönmeyen kandillerin sıcaklığı gibi sıcacık ısıtmalı tekrardan içimizi.
İsa peygamberin oruç tutarak günlerini geçirdiği Tecrübe dağındaki “tecrübelerini” düşünmeli, onunla hemen yanındaymış gibi duyduğu heyecanı tatmalı, havarileriyle zeytin ağaçları arasında gezindiği bahçede beraberce gezinmeliyiz.
Davut peygamberin doğup yaşayıp büyüdüğü yerlerde beraberce dolanmalı, dağı, taşı, uçan kuşu kendine hayran bırakan sesinin yankılarını işitmeli, inşaatına başlattığı Mescid-i Aksa’nın duvarlarına yüz sürmeli, tarihi dokunun kokusunu içimize çekmeliyiz.
Daha çocuk yaşta kardeşleri tarafından bu kutsal topraklardaki kuyulardan birine atılarak ölüme terk edilen Yusuf aleyhisselamın yardımına koşar gibi koşmalı, elimizi uzatmalıyız darda kalan halka.
Süleyman peygamberin son nefesini verirken dahi dimdik ayakta, vazifesinin başındaki halini, görev aşkını kendimize örnek almalıyız.
Kudüs’ün fethi sırasında Hz. Ömer ile birlikte gelen Bilal Habeşi hazretlerinin Peygamberimizin vefatından sonra ilk kez duyulan ezanı orada bulunan herkesi nasıl ağlattıysa, bizler de her ezan sesinde bu kalbi duygularla ilk kıblemizi hatırlamalı…
Düşman, Filistinli kardeşlerimizin kanını dökmek için adeta fırsat kollarken bireysel gücümüzü hafife almadan “tek başıma ne yapabilirim ki?” sorusunu sormadan önce Mescid-i Aksa’nın son Osmanlısı Onbaşı Hasan’ı hatırımıza getirmeli, onun gibi samimiyetle haremimize sahip çıkmanın fırsatını kollamalıyız.
Beytü’l Makdis’in içindeki İslam müzesinde sergilenen Nureddin Zengi’nin suikasta kurban giden minberinin yüzeyini kaplayan küller, bizlere hele de bu kritik günlerde zamanında gösteremediğimiz basiretle küllerimizden doğmanın gerekliliğini hatırlatmalı…
Muzaffer kumandan Selahaddin Eyyübi hazretleri ve şahadet şerbetini içen aslanlarının zaferi kazanırken duyduğu heyecanını içimizde yaşatarak yüreğimizde Kudüs’ü tekrar tekrar fethetmeliyiz. Nihayetinde Kudüs sevgisi de kalbimizi fethetmeli.
Velhasıl Kudüs sadece Kudüs’te kalmamalı!
Harem-i Şerifi görmekle ayrı bir parıldayan gözümüzün nuru yolumuzu aydınlatarak bizleri alıp oralara götürmeli.
Halimizle, duruşumuzla Kudüs’ü yansıtmalı, tanıtmalı, hatırlatmalıyız etrafımıza. Ayna misali görünmeyeni göstermeli, uzakları yakın etmeliyiz.
Tabi düzgün yansıtabilmek için aynanın yapılma işlemi gibi önce iyice yıkanmalı, yani manen arınmalı, nefsani duygularımızdan arda kalan tozumuzu silkelemeliyiz üzerimizden. Kirimizi, pasımızı söküp atmalıyız içimizden. Ardından Kudüs aşkıyla ateşlere atılır gibi yanmalıyız derinden.
Evet, hem bizler Kudüs’ün aynası olmalıyız hem de Kudüs Müslümanların sırlı aynası kabul edilmeli...
Sırlı kısmından yansıyanlara bakarak Müslümanlar kendi ahvalini görmeli...
Gördüklerinden dertler, dersler çıkarmalı…
Selametin, huzurun, kardeşliğin başkentine yakışmayacak her türlü belanın müsebbibi olabileceğimizi düşünerek vicdanlarımızı yoklamalıyız.
Ve bu musibetlerin dönüp dolaşıp başımıza daha büyük bela olma ihtimali unutulmamalı!
Zamanında bu vicdan muhasebesiyle ve Allah aşkıyla Hz. Muhammed peygamberin Medine modelini kendine örnek alan ecdadın, Kudüs’te yüzyıllar boyunca farklı medeniyetleri huzurla bünyesinde barındırdığı, farklı inanışlara sahip olanları dışarıda bırakmaya muktedirken aksine hoşgörüyle dinlerini, kültürlerini yaşamalarına izin verdiği iyi bilinmeli.
Kanuni Sultan Süleyman tarafından Yafa Kapısı girişine “La ilahe illallah İbrahim halilullah” yazdırılması bilhassa dikkatimizi celp etmeli. Çünkü kitabenin diğer inanışların ortak değeri olmasından ötürü kimseyi rahatsız etmeyişi, onlardaki hassasiyeti gözler önüne seren en somut örneklerinden biri olarak günümüze ulaşmıştır. Ki kaynaklardan tespit edildiği üzere o dönemde Osmanlı’nın hüküm sürdüğü bütün bölgelerinde “La ilahe illallah Muhammedun resullullah” kitabesi yazmaktaydı.
Buradan hareketle bizler de ecdadımızın kutsal topraklara gösterdiği ehemmiyeti, hürmeti, nezaketi, adaletle hükmedişi, bilhassa ötelerden dahi olsa haremini sahiplenişini önce kendimiz hatırlamalı, lazım geldiğinde gereken herkese hatırlatmalıyız.
Umarım bundan sonra aynada gördüklerimiz her birimizi her daim mutlu eder. Tıpkı ecdadımızın başardığı gibi Kudüs, içinde huzurla yaşayan halkı, sokaklarında sevinçle koşan umut dolu çocuklarıyla, mühür vurur gibi şehrin sokaklarına miras bıraktığımız ayak izlerimizle hoş bir hatıra olarak gelecek nesillere aktarılır. Ve onlar Allah’ın izniyle emanetlerine bizlerden daha çok sahip çıkarlar.
Dua ile…
Demiştim buradaki köşemden iki sene önce.
Bugünün geçmişi aratacağını bilemeden…
Instagram
Facebook
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio