Korkut Boratav: 'Türkiye Ekonomisinde 2. Dünya Savaşı’nda Bile Şimdiki Gibi Bir Bölüşüm Şoku Yaşanmadı'

Ünlü iktisatçı Korkut Boratav son dönemde Türkiye ekonomisinde yaşananları, dünyada olanların yine Türkiye'ye etkisini incelerken, Türkiye'de dar gelirli kesimin ekonomik durumunun siyasete olabilecek etkisini de yorumladı.

Hayat şartları giderek zorlaşıyor. Alım gücü düşen milyonlar, enflasyondaki yükselişle eriyen orta sınıf, daha da zenginleşen azınlık kesimi ile ekonomi yönetimi yakın süreçte hep olumlu bir tablo çizerken, muhalefete göre bu tablo iktidar değişikliğini garanti ediyor. 

Peki Türkiye ekonomisini ve yoksul kitleleri bundan sonra neler bekliyor? Bu soruya Marksist görüşleri ile tanınan en önde gelen iktisatçılardan hocaların hocası Prof. Dr. Korkut Boratav, Artıgerçek'te İrfan Aktan'a yanıt veriyor.

Kur Korumalı Mevduat 21 Aralık’ta devreye alınınca döviz kurunda şok hareketler azaldı. Fakat sistemin sürdürülebilirliği ve özellikle FED'in önümüzdeki iki yıl boyunca 6 kez faiz artışına gidecek olması ile Rusya-Ukrayna savaşının etkileri için ne öngörüyorsunuz?

Biraz geriye bakmadan önümüzü görmemiz zor. Onun için kısaca 2016 sonrası AKP’nin izlediği ekonomi politikalarının ana yörüngelerini izlemeliyiz.

Nedir o ana yörüngeler?

2013’e kadar aşağı yukarı kesintisiz olarak devam eden dış kaynak girişlerinin sağladığı ivmeyle belli bir büyüme temposu sağlayan AKP, FED’in o tarihteki parasal daralma kararı sonrasında avantajı yitirmeye başladı. Neoliberal bir modelin AKP tipi bir iktidardan beklediği ana yöneliş “enflasyon hedeflemesi” denen kuraldır. Enflasyon istikrarsızlığın temel göstergesidir; bu nedenle önceliklidir ve hedeflenmelidir. Parasal daralma, makro ekonomik politikaların temel aracıdır; merkez bankaları politika faizini enflasyonun üstünde tutarlar. Döviz kuru ise serbesttir ve piyasaya bırakılır; dalgalanır. 

İktidar bu neoliberal politikaları zaten benimsememiş miydi? Bir kopma veya sapma mı oldu?

AKP 2015’e kadar neoliberal programı sadakatle izledi. Sonraki uluslararası ortamda önüne çıkan acil siyasal önceliklerle bu program arasında uyumsuzluklar oluştu. Neoliberal makro-ekonomik ölçütleri bu nedenle çiğnemeye başladı. On üç yıllık iktidarı boyunca ilk kez Haziran 2015 seçimlerini kaybettiğini, iktidarı sürdürmek için olağandışı bir ortam yaratarak seçimleri tekrarladığını biliyorsun. O tarihten bugüne kadar AKP’nin Türkiye algılaması, elverişsiz bir siyasal ortamda iktidarını koruma önceliğine dayanıyor. Bu yüzden ülkeyi sürekli bir seçim konjonktürü içinde tutuyor. Neoliberal istikrar reçetesiyle uyumsuzluk böylece başladı. AKP önceki yıllarda ekonomiyi canlı dış kaynak girişlerine teslim etmişti. Ekonominin orta ve uzun vadeli sağlığını, dinamizmini düşünecek yaratıcı bir perspektiften esasen yoksundu. 2015 sonrasında sadece kısa vadede büyüme ivmesini sürdürmek öncelik kazandı.

Büyüme için hangi yollar izlendi?

El yordamıyla parasal genişleme yöntemi bulundu ve bugüne kadar sürdürüldü. Parasal genişlemede Merkez Bankası’nın politika faizi düşük tutulur. Hatta enflasyonun da altına indirilir, düşük faizli krediler şirketlere pompalanır ve iç talebin sürüklediği büyüme ivmesi beslenir. Ama ekonominin dış bağımlılığı sürer, cari işlem açıkları tırmanır ve bu ivmeyi kesintiye uğratır. Nitekim 2018’in Ağustos’unda, 2020’nin Kasım’ında ve 2021’in sonunda olmak üzere üç döviz kriziyle bu model kesintiye uğradı. İlk döviz krizi neoliberal reçetelere uygun şekilde, politika faizi sıçratılarak geçiştirildi. Sonraki aylarda döviz krizini ertelemek için Merkez Bankası net rezervlerinin tamamı tüketildi ve eksiye düşürüldü. 

Merkez Bankası net rezervlerinin tamamının tüketilmesi ve eksiye düşürülmesi 128 Milyar dolar olayı mıydı?

Evet, Ağustos 2018’de sıçratılan politika faizinin yarattığı rahatlık, faizler kademeli olarak indirilerek aşındı. Tırmanan dış açık karşısında döviz kurunu düşük tutmak için döviz rezervlerini tükettiler.  Bu kaynak son bulunca Kasım 2020’de neoliberal reçeteye dönüldü. Yeni Merkez Bankası başkanı faizleri yükseltti. Erdoğan parasal daralmayı göze alamadı; Mart 2021’de Merkez Bankası başkanını değiştirdi. Eylül sonrasında politika faizleri 5 puan indirilerek parasal gevşemeye dönüldü. Üçüncü ve en sert döviz krizi Aralık’ta patlak verdi. O noktada, farklı bir yöntem olan KKM devreye sokuldu. 

KKM yerine neden faiz yükseltilmedi?

Kasım sonu ile Aralık arasında dolar 12 TL’den 18 TL civarına çıktı. Çok sert olan döviz krizi enflasyonu da sıçrattı. Erdoğan yeni bir faiz yükseltmesine kesinlikle karşı olduğunu açıklamıştı. Faizleri yükseltmeyen esnek bir politikayı muhtemelen Saray’daki finans uzmanları keşfetti. Fakat, Kur Korumalı Mevduat modeli sadece seçim konjonktürüne odaklı, kısa vadede işe yarayacak, palyatif bir programdır. 

Kısa vade ne kadarlık bir süre?

Takriben bir yıllık, seçim takvimi açısından işlevsel olabilecek bir program bu. Son döviz krizinin tetikleyici kaynağı doğru tespit edilmiştir. Tetikleyici kaynak yabancı sermaye değil, yerli tasarruf sahipleri, rantiyeler ve şirketlerdir. Tasarruf sahipleri diyelim onlara. Aralıkta dövizdeki tırmanma, bu çevrelerin TL’den kaçıp dövize yüklenmesiyle patlak verdi. Ya bu çevrelerin dövize geçişini yasaklayacak veya onları tatmin edecek bir formül bulacaktınız. KKM ile şirket ve şahıs mevduat getirileri döviz kuru hareketlerine endekslenip güvenceye alındı. KKM üç, altı ve dokuz aylık vadelere göre belirleniyor ve döviz kuru yüksek seyrettiğinde, aradaki farkı mevduat sahiplerine Hazine ve Merkez Bankası ödeyecek. Fark çok büyük olduğundan, bu yük son tahlilde Hazine’nin üstüne yıkılacak. 

Hazine’ye KKM yükünün bindirilmesinin sakıncaları neler?

Kısa vadede böyle bir sakınca yok. AKP iktidarının büyük bir titizlikle gözettiği tek neoliberal gösterge düşük bütçe açıkları ve kamunun borç yüküdür. Bu saygınlık, astronomik özelleştirmelerle ve kamu yatırımlarının kısa vadeli finansman yükünün kamu-özel ortaklığıyla Hazine’nin sırtından alınmasıyla sağlandı. Bu sayede Türkiye’nin bütçe açığı ve kamu borç göstergeleri çevre ekonomilerinin ortalama göstergelerinin altındadır. O yüzden de Hazine kısa vadede Kur Korumalı Mevduat modelinden kaynaklanacak ek bir yükü kaldırabilecek durumdadır. 

KKM düzenlemesi istikrar sorununu çözebilir mi?

Kısa vadede rantiyelerden ve şirketlerden gelen döviz talebi frenlenir, hatta mevcut döviz mevduatından KKM’ye geçişler sağlanırsa, döviz kurunda belli bir istikrar sağlanır, böylece enflasyonu tetikleyen ana etken frenlenmiş olur. Buna bir de Mayıs 2022’den itibaren gelmesi beklenen yabancı turistlerin katkıları eklenirse, Saray son döviz krizini faizleri artırmadan yıl sonuna kadar atlatmış olabilecekti. Halkımız da halay çekerek bunu kutlayacaktı! Çünkü artık döviz kuru Türkiye kamuoyunda, hatta sıradan vatandaşlar nazarında ekonominin sağlık durumunun ana göstergesi olarak algılanıyor. Ancak, yöntemin kısa vadeli bir çözüm olduğunu vurgulayayım. Dış dünyada istikrarın devamına bağlıdır. Nitekim Ukrayna kriziyle bu öngörülerin tamamen çökme olasılığı yükseldi. Ekonominin dış bağımlılığı ise kroniktir, sürmektedir.

Döviz kuru yükselmese de yoksullaşmaya devam ederken, Türkiye ekonomisi ne yönde?

Ukrayna bunalımı patlak vermeseydi döviz kurunun istikrarı, ekonomiyi belli bir istikrara taşımış olacak, rahatlama duygusu yaygınlaşacaktı. Öte yandan 2016’dan beri gerçekleşen büyük politika çalkantılarına, üç tane döviz krizine, tutarsız ekonomi politikalarına rağmen Türkiye ekonomisinin bugünkü konumunda kim kaybetti, kim kazandı; kritik soru budur.

Türkiye ekonomisinin bugünkü konumunda kim kaybetti, kim kazandı?

Bakın, 2016’dan 2021’in sonuna kadar Türkiye ekonomisi yıllık ortalamalar olarak yüzde 3,9 oranında büyüdü. Bu, Türkiye ekonomisinin potansiyel büyüme hızı civarında bir tempodur. Üç döviz krizi ve neoliberal reçeteleri ihlâl edilen politika çalkantıları içinde küçümsenmeyecek bir başarı söz konusudur. Ekonomi Korona yılı olan 2020’de bile yüzde 1,8 oranında büyüdü. Fakat gözden kaçırılan, özellikle emekçileri etkileyen ağır bir bölüşüm şoku pahasına… Son beş yılda yaşanan bu şokun büyüklüğünü hesaplayabiliyoruz. Gayri safi yurtiçi hasılanın bölüşüme girmeyen sabit sermaye aşınımı dışlanarak ölçülen net hasıla içinde ücretlerin payının nasıl seyrettiğini belirleyebiliyoruz. 

Büyümede bölüşüm hesaplaması yapıldığında nasıl bir sonuca ulaşılıyor?

Net hasılanın içinde ücretlerin payı 2016’da yüzde 43,3 iken, 2021’de bu oran yüzde 36,5’tir. Beş yılda millî gelir her yıl ortalama yüzde 4 civarında büyürken, sayıları da artan ücretlilerin milli gelirden aldığı pay nasıl olup da 6,8 puan düşmüştür? Sorulması gereken esas soru budur. Üstelik ücret ödemeleri içinde kimileri üç-dört maaş birden alan şişkin AKP kadroları, Saray bürokrasisi, ayrıca dev şirket yöneticileri gibi seçkin, yüksek gelirli katmanlar da yer alıyor. 

Ücretlilerin payındaki erime nereye gitti?

Bütün mesele bu soru işte! Türkiye Cumhuriyeti, tarihi boyunca bu yoğunlukta bir bölüşüm şoku yaşamadı. Üstelik buna iki tane büyük bölüşüm şokunu da katıyorum.

Hangileri?

Bir tanesi Birincisi İkinci Dünya Savaşı’nın ağır yıllarında yaşandı ve o bile bugünkü kadar ağır değildi. İkinci büyük bölüşüm şoku ise 12 Eylül ve sonraki Turgut Özal döneminde emekçilerin 8 yılda yaşadığı kayıplardan oluşur. Onlar da son 5 yıllık kayıpların boyutunda değildi! Senin sorduğun soruyu herkes sormalı: Nereye, kimlere  gitti bu gelir kayıpları? Milli gelir büyüyor ama büyük emekçi sınıfların, ücretlilerin aldığı pay düşüyorsa, bu kayıp başkalarının cebine giriyor. 

Milli gelir büyüyor ama büyük emekçi sınıfların, ücretlilerin aldığı pay düşüyorsa, bu kayıp kimlerin cebine giriyor?

Yanıtı basit aslında. Ücretlilerin payından düşen, ücret-dışı gelir kazananların cebine giriyor! Ama daha ayrıntılı bir adres gerekli… Ayrıca bu karmaşık “ücret-dışı gelirler” toplamı içinde yoksullaştığını bildiğimiz milyonlarca çiftçi-köylü de var. Onları, diğer esnaf-zanaatkârları dışlarsak, kazançlı sınıf katmanlar iyice daralıyor. Böylece senin soruna yanıt vermek daha kolay. Burjuvazi de diyebileceğimiz kapitalist sınıfa; kârlar, faiz, kira gelirleri biçiminde intikal eden artık değer toplamı söz konusudur. 

Kapitalist sınıfa giden verilere dair bir araştırma var mı?

Var. Dünya Bankası 2020’de Türkiye’de yoksulluk araştırması yaptı. Bu araştırmaya göre 2019-2020 arasında yoksulluk oranı yüzde 10.2’den yüzde 12.2’ye arttı. Sadece bir yılda! Bu araştırma yoksullaşmanın işçi sınıfı saflarında kadın, genç, 15-24 yaş grubunda yer alan kayıt dışı, niteliksiz emekçiler üzerinde yoğunlaştığını belirliyor. Bu tespit, gelir payındaki gerilemenin işçi sınıfı saflarında mutlak yoksullaşmaya dönüşmesi anlamındadır. Bunun son beş yıl için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Büyük kitlelerin gelir düzeyi düşerken kimlerin ihya olduğunu arz önce söylediğim AKP politikaları belirledi. Şirketlere aktarılan astronomik krediler, likidite genişlemesi, ilk aşamada varlıkları, net servet hesaplarını etkiledi. Bunların gelirlere dönüşmesini, yani gelir dağılımını bankalar, şirketler ve Saray belirledi. Gelir dağılımını bozan son darbe 2021’in sonunda hızlanan enflasyon oldu. Yıl başında hükümetin gerçekleştirmek zorunda kaldığı asgari ücret artışları, kamu sektörü maaşları ve emekli aylıklarına yapılan zamlar iki ayda tamamen eriyip gitti. 

Bahsettiğiniz bölüşüm şokunun yoksullar üzerindeki etkisinin, kısa vadede bile olsa KKM gibi araçlarla telafisi mümkün mü?

Bu model devam etse bile, bölüşüm şoku giderilemeyecektir. Seçim için yapılan bu politika kayması sürdürülebilse bile başarılı olamaz. Ama bir şartla!

Muhalefetin kaybeden sınıfları sandığa sürüklemesi şartıyla. Yani açıkça sınıfsal bir muhalefet yapılmalı. Sınıf muhalefeti sadece kaybedenlere değil, kazananlara da odaklanmalı. Böylece yoksullaşmanın sorumluları, nasıl, kimlerden alınarak telafi edileceği de işaret edilmiş olur. Şu anda kaybetmeyenlerin adresini İstanbul borsası da gösteriyor. 23 Mart 2022 verilerine göre BIST endeksi Ukrayna krizi içinde tırmanan enflasyon içinde yükselen piyasa borsalarından pozitif ayrılmış ve son bir ayda yüzde 8 civarında yükselmiş. Kazananların adresi orada! Dev şirketler ve bankalar… KKM başarılı olsaydı bile, bölüşüm şokunun mağdurlarını, ki AKP’nin seçmen tabanı buradadır, sınıf odaklı bir kampanyayla sandığa taşıyacak bir muhalefet AKP’yi yenebilir. 

KKM düzenlemesi Ukrayna krizinden nasıl etkilendi?

Ukrayna işgalinin etkileri, esasen kısa vadeli olarak tasarlanan KKM modelini işlemez hale getirdi. Aralık 2021 sonrasında döviz krizinin enflasyona taşıdığı olumsuzluk sakinleşme eğilimindeyken, dolar 18 TL’den 13,5 TL’ye inmişken, iktidar “başarıyoruz” söylemine geçmeye hazırlanırken, Ukrayna krizi enerji, hububat, hammadde fiyatlarını sıçratıyor, enflasyonu tetikliyor. Dahası, turizm gelirleri beklentileri çöküyor. KKM bu saatten sonra bunları telafi edemez. İktidar atık Seçim Kanunu’nda yapacağı değişiklikle ve yedekte tuttuğu hile-hurda yöntemleriyle “Üsküdar’ı geçmeyi” umuyor. Ukrayna işgalinin hızlı bir ateşkes veya anlaşmayla son bulması dahi Ukrayna krizinin gündelik hayata yansıyarak bölüşüm şokunu ağırlaştırmasını telafi edemez. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz: Muhalefetin etkili bir sınıf mücadelesi örgütlemesi ve kitleleri sandığa sürüklemesi belirleyici olacaktır. 

Yılbaşından beri devam eden işçi direnişlerinin, enflasyon ve toplu sözleşmelerle Nisan-Mayıs itibariyle büyüyebileceği düşünülüyor. Muhalefet hiçbir şey yapılmasa bile iktidarın seçilmeyeceğini öngörüyor. Gerçekte böyle midir?

Bölüşüm şokunu kendi hayatlarında algılayan halk, tepkilerini sokaklara yansıtmaya başladı. Dikkat edin, ekonominin yüzde 11 büyüdüğü haberinin hemen ertesinde insanlar sokağa taşıyor. Büyümede dünya rekoru kırılırken insanlar niçin sokakta? Sadece bazı şirketlerin direnişlerindeki işçiler değil, sıradan emekliler, memurlar, esnaf elektrik faturalarını yakarak, dükkânlarına asarak tepkilerini gösteriyorlar. Mağdurlar sokakta; muhalefet sokaktan korkuyor; “armut pişsin, ağzıma düşsün; iktidar ayağıma gelsin” rehavetine kapılmış durumda. Bunca yaşananlara rağmen AKP’nin birinci parti olamadığı hiçbir anket yok. Bu basit olgu dahi muhalefeti bu rehavetten çıkaramıyor. Algılama bozukluğu ancak bu kadar olur! Sol muhalefet dahi TV kanallarında, gazetelerinde “iktidar gidicidir” söylemini sürdürüyor. Yok ortada öyle bir tablo! 

Nasıl yani?

AKP hâlâ birinci partidir ve bu parlamento seçimlerinde en büyük parti olacağı anlamına gelir. Son seçim yasası bir yana, eski yasa devam etse ve cumhurbaşkanlığı seçimini muhalefet kazansa bile, anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olamayacak. Yeni seçim yasası geçerse muhalefetin meclis çoğunluğu bile kesin değil. Önümüzdeki iktidar tablosunda bugünkü muhalefeti temsil eden bir cumhurbaşkanıyla Cumhur İttifakı çoğunluklu bir parlamento bileşkesi olasıdır. Düğümü, sosyalist partileri ve HDP’yi de dâhil edecek sınıfsal bir muhalefet çözebilir. Bugünkü bileşkesi ve rehaveti içindeki muhalefet blokunun beklentileri gerçekleşemez.

Rusya’nın Ukrayna işgalinin hem Türkiye hem de uluslararası finans sistemi üzerinde, gerçekten de söylendiği kadar büyük bir etkisi olacak mı?

Ukrayna işgali geleceğe de bir kriz tablosu taşıyor. Bu savaş dünya ekonomisinin dengelerinin iki üç kritik alanda sarstı. Bunlardan bir tanesi enerji. Doğalgaz ve petrol akışında kesintiler olacak ve fiyatlar yükselecek. İkincisi, dünya hububat üretimi ve ticaretinin en önemli iki odağı olan Ukrayna ve Rusya’dan kaynaklanan ticaret akımları daralıyor. Üçüncüsü de, ABD’nin Rusya’ya karşı uyguladığı SWIFT kısıtlamalarıyla ilgili yaptırımlar, uluslararası ticarette kritik bir araç olan dolarla yapılan işlemleri köstekliyor. Rusya, bu yaptırımlar nedeniyle kendi Merkez Bankası’nın astronomik döviz rezervlerinin yarısını kullanamaz hale geliyor. 

Bunun etkisi ne oluyor?

Bu, dolarla yapılan ticarete büyük bir darbedir. Türkiye’nin nasıl olumsuz etkileneceğini az önce konuştuk. Öte yandan başta Çin ve Hindistan olmak üzere yaptırımlara katılmayan büyük ülkeler var. Çin ve Hindistan’ın uluslararası ticaretinin finansmanı da ABD ambargolarından etkilenecek. Rusya sadece döviz değil, altın rezervlerinin de büyük bir bölümünü kullanamıyor. Bunun emsalini İngiltere Merkez Bankası, Venezuela Merkez Bankası’na yapmış, altın rezervleri üzerindeki tasarrufunu önlemişti. Keza ABD şu anda FED’deki Afganistan altın rezervlerinin Taliban iktidarı tarafından kullanmasını engelliyor. Bu tür engellemelerin dünya ticaretini sürükleyen iki büyük ülkeye, Rusya ve Çin’e taşınması uluslararası finansal sistemi büyük bir şoka sürükler. Son tahlilde doların dünya parası olma özelliği ciddi boyutlarda aşınacak.   

Peki uluslararası finans sisteminde yaşanan bu şokların Türkiye’ye, daha da özel olarak önümüzdeki seçimlere ve sonrasına ne tür etkileri olur?

Bir kere bu tablo, her kim seçilirse seçilsin yeni iktidara büyük sorunlar getirecek. Dış kaynak kıtlığı yeniden ve acil bir şekilde ortaya çıkacak. İkincisi, neoliberal modeli kaçamak yollarla çiğneyen Türkiye’yi son beş yılda yüzde 3,9 oranında büyüten AKP, iktidarı kaybetse de, anamuhalefet olarak pusuya yatacak. İktidara aday olan genişletilmiş Millet İttifakı’nın radikal bir politika alternatifi yoktur. Sol unsurlar barındıran HDP’nin de iktidar blokunun dışında tutulduğu bir tabloda, dış dengeler olumsuz seyrederse bir IMF programı gündeme gelebilir. Bu programın emekçi sınıfların üstleneceği ilave kemer sıkma yöntemleri içermesi kaçınılmazdır. Son beş yılda yaşanan bölüşüm şoku daha da ağırlaşacaktır. Dediğim gibi, şimdiki muhalefet seçimleri kazansa bile, anamuhalefete düşecek olan AKP böyle bir olasılığı pusuda bekleyecektir. İktidarının ilk on yılında yarattığı dış bağımlılıklar, son beş yılda bir ekonomik enkaza dönüştü. AKP bunun hesabını vermek yerine bu enkazı neoliberal yöntemlerle temizlemeye kalkışacak yeni iktidarı yıpratma fırsatını kullanacaktır.

HDP’nin kapatılması durumunda nasıl bir tablo söz konusu olabilir?

Yeni seçim yasasıyla birlikte kapatılması halinde HDP’nin başka bir parti çatısı altında seçime gitmesini engelleyecek tuzaklar olduğu söyleniyor. Geçtiğimiz gün Saruhan Oluç da bu konuda bir açıklama yaptı. Bu da, kapatılması halinde sadece doğu ve güneydoğuda değil, İstanbul, Ankara ve İzmir dâhil Türkiye’nin dört köşesindeki HDP seçmeninin aktif seçmen olmasının güçleşeceği anlamına geliyor. Bunu güncel siyasetten hiç anlamayan sol-Cumhuriyetçi kızıma anlattığımda, “o zaman HDP’liler, seçime girmeyi garantilemiş sol partilerden birinin çatısı altına girer” dedi. Olur mu, olmaz mı, göreceğiz. 

Dar gelirli insanlar açısından fahiş fiyat artışları tahammül sınırını çoktan geçti ve “yükselen fiyat bir daha düşmez” deniyor. Kısa ve orta vadede işçileri, yoksulları nasıl bir hayat bekliyor? Verilere bakıldığında, yoksul kitlelerin sırtındaki yükün hafifleyeceği bir reçete var mı?

Bunca karanlık tablonun sonunda bir çıkış seçeneği olup olmadığını konuşmak gerekiyor. Tek sağlıklı seçenek büyük, radikal bir onarımdır. Sola dönük böyle bir onarımın ekonomik tasarımı dışında siyasal ve sınıfsal tabanını da oluşturmak lazım. 

Millet İttifakı bunu yapabilir mi?

Orta-sağ muhalefet bloku bu umudu vermekten uzaktır. Bir kere Millet İttifakı’nın açıkladığı mutabakat metni, en büyük bileşen olan CHP’nin temel ilkeleriyle çelişiyor. O metinde “ devletin dini İslam’dır” diyen 1921 Anayasası’na referans veriliyor. Böylesi bir anayasanın bölgesel ademimerkeziyetçiliği Kürtleri, seni de memnun edebilir, ayrı mesele. Diğer yandan söz konusu mutabakat metni 1961 Anayasası’nı reddediyor ve İslamcıların “din ve vicdan özgürlüğü” ile sınırlı ideal laiklik tanımını benimsiyor. İslamcı sağ zihniyetin egemen olduğu böylesi bir metinden Türkiye toplumuna selamet gelir mi?

Popüler İçerikler

Almanya’da Noel Pazarına Saldırı: Saldırgan Suudi Arabistan Vatandaşı Bir Doktor Çıktı!
HTŞ Lideri Colani Kadına Başını Örtme Talimatı Verdiği Videoyla İlgili İlk Kez Konuştu
Müge Anlı'da Yeni Bir Fenomen Doğdu: Habibe Kendine Has Tarzı ve Tavrıyla Hepimizi Fena Gaza Getirdi!
YORUMLAR
28.03.2022

Korkut Boratav, Erduvan'dan daha iyi bilecek değil ya!

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ