Lady Diana’nın ölümü, İngiltere’de yıllardır “saraya karşı halk” duygusunu besleyen bir zemine dönüştü. Resmî açıklama, hız yapan bir şoför ve talihsiz bir kaza anlatısı sunarken; olayın komplo versiyonunda “Kraliyet onu susturmak için öldürdü, hamileydi, kabul etmediler” gibi iddialar dolaşıyor. Araştırmalar, Diana komplolarına inananların, başka ilgisiz komplolara da daha açık olduğunu gösteriyor; yani mesele tek bir olaya takılıp kalmaktan çok, genel bir “arka planda hep bir oyun var” bakışı.
11 Eylül saldırıları ise ABD için hem gerçek bir travma hem de dev bir komplo evreni yarattı. Bir grup için bu saldırı, El Kaide’nin gerçekleştirdiği bir terör eylemi; bir başka grup için ise “Bush yönetiminin ya da derin devletin kendi halkına yaptığı operasyon.” Binaların kontrollü patlatıldığı, uçakların aslında başka yerlere indirildiği, Pentagon’a füze atıldığı gibi senaryolar, özellikle devlete zaten güvensiz olanlar için çok çekici. İnsanlar, olay ne kadar büyük ve sarsıcıysa, “sıradan bir açıklamayı” o kadar yetersiz buluyor; yani büyük olay, büyük komplo gerektiriyor.
Son yılların en kritik alanlarından biri de sağlık ve bilimle ilgili komplo teorileri. “Aşılar çocukları otistik yapıyor”, “ilaç firmaları aslında kanserin çaresini biliyor ama saklıyor”, “iklim değişikliği biliminsanlarının uydurması” gibi iddialar artık küresel. Douglas ve arkadaşlarının derlediği araştırmalar, sağlık komplolarına inananların daha az aşı yaptırdığını, doktora daha az güvendiğini, alternatif tıpa kaydığını gösteriyor. Bu da sadece bireysel bir tercih meselesi olmaktan çıkıp, toplum sağlığını tehdit eden bir noktaya gidiyor. Benzer şekilde iklim değişikliği hakkında “bilimsel konsensüsün aslında bir komplo olduğu”na inananlar, çevreye duyarlı davranışlara daha az istek gösteriyor.
Peki bütün bunların ortak paydası ne: bilme ihtiyacı, kontrol ihtiyacı ve kimlik ihtiyacı. İnsanlar karmaşık, rastlantısal ve tatsız gerçeklerle yüzleşmek yerine, daha tutarlı görünen ama kanıtı zayıf hikâyelere sığınabiliyor. Kendini güçsüz hissettikçe, “en azından perde arkasındaki oyunu çözdüm” demek içsel bir rahatlama sağlıyor. Bir de bunların üstüne, “biz aslında çok özel ve büyük bir milletiz ama dünya bizi kıskanıyor, engelliyor” tarzı kolektif narsisizm eklendiğinde, dış güç ve komplo anlatıları iyice güçleniyor. Bu hikâyeler kısa vadede rahatlatıcı olsa da, uzun vadede kurumlara güveni zayıflatıyor, toplumsal kutuplaşmayı artırıyor, siyasi katılımı düşürebiliyor ve kimi zaman şiddeti meşrulaştıran bir zemin oluşturabiliyor.
Bu durum, komplo teorilerinin hiç haklılık payı olamayacağı anlamına gelmiyor. Gerçek komplolar, örtbas edilen skandallar, gizli operasyonlar tarih boyunca oldu, oluyor. Araştırmacıların vurguladığı nokta şu: Her kuşkulu olayı otomatik olarak dev bir planın parçası saymak, hem bizi yanlış yönlendirebiliyor hem de gerçek sorunlarla yüzleşmeyi erteliyor. Türkiye’de de dünyada da komplo teorileri, yaralı bir özgüvenin, kamu kurumlarına duyulan haklı güvensizliğin ve siyasetçilerin işine gelen bir söylemin kesiştiği yerde büyüyor.