Burada oldukça uzun, çok katmanlı bir hikâye vardı. Ancak tüm bu hikâyeyi 18 dakikaya sığdırmak imkansızdı.
Düşünmeye başladım: “Öğrencilerimin en çok ilgisini çeken temalar neler”: Kıyafetlerin cinsiyeti ve yemeklerin, içkilerin cinsiyeti. Her yıl dönem sonunda küçük bir oyun oynadığımız için, kıyafetler ile ilgili aktaracak daha fazla anekdotum vardı. Sonunda bu başlıkta karar kıldım.
Oyun şu: Son dersten önce bir duyuru yapıyorum. “Gelin haftaya, hep birlikte, cinsiyet kurallarını yıkalım, ‘öteki’ cinsiyet için uygun olduğunu düşündüğümüz kıyafetle gelelim derse” diyorum.
Kendisini kadın olarak tanımlayan öğrencilerim koyu renk pantolon, ceket, gömlek, makosen ayakkabı, askı, papyon, kravat gibi “erkek kıyafetleri” ile gelirken, erkek olarak tanımlayanların büyük bir çoğunluğu oyuna hiç dahil olmamayı tercih ediyor. Toka ya da küpe takan, pembe tişört giyen, oje süren 4-5 kişi oluyor her yıl. Bugüne kadar yalnızca bir kişi etekle katıldı derse. Elbise ya da topuklu ayakkabı ile gelen henüz yok.
Bu “kıyafet oyunu” kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizliği ve cinsiyet kimlikleri arasındaki hiyerarşiyi birlikte deneyimlememizi sağlıyor aslında:
Kadın “erkek gibi” giyindiğinde statü kazanıyor; “güçlü kadın”, “iş kadını”, “lider” oluyor. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kadınların pantolon giyebilmek için verdikleri mücadeleyi hatırlayın. Elizabeth Cady Stanton, Amelia Bloomer gibi aktivistler “güçlü” ve “bağımsız” kavramları ise özdeşleştirdikleri pantolonu giyerek rol model olmaya çalışıyor.
İstediklerinizi giyin ama ülkede boş insan çok başınız ağrıyabilir