Kim bu Haşhaşiler?

Başbakan Erdoğan'ın parti grup toplantısında konuşmasında Cemaat yapılanmasını Haşhaşiler'e benzetti. Peki kim bu Haşhaşiler?

Haşhaşinler veya Haşhaşin Tarikatı 1090 yılının Eylül ayında İsmaili din adamı Hasan Sabbah tarafından kurulmuş bir dini tarikat ve siyasi bir örgüttür. Tarikat 11.yy'da İsmaililik mezhebi esaslarına dayanan Fatımiler devleti içindeki dinsel bir hizipleşme sonucu ortaya çıkmıştır. Bu hizipleşme sonucu ortaya çıkan iki koldan biri olan Nizarilik kolunun temsilcisi olan Haşhaşin Tarikatı önce İran sonra da Suriye'ye yayılmıştır. Kuşatılması ve ele geçirilmesi güç kaleler temelinde örgütlenmiş olan Haşhaşin Tarikatı önemli kişilere yönelik suikastlere dayanan etkili bir askeri strateji geliştirerek Orta Çağ İslam dünyasında çok önemli ve farklı bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Haşhaşin Tarikatı ideolojik açıdan dönemin Sünni siyasi ve dini çevrelerini düşman olarak görmüşlerdir. Özel olarak da Abbasi Halifeliği ve onun koruyucusu olan Büyük Selçuklu Devleti esas düşmanları olmuşlardır. Bununla birlikte Haşhaşinlerin Haçlıları ve Moğolları hedef alan bazı saldırıları da olmuştur.

Tarihçe

İslam'daki ilk kırılma peygamber Hz. Muhammed'in vefatından sonra gerçekleşmiştir. Hz. Muhammed'den sonra dini ve siyasi liderin kim olacağı hakkındaki tartışmalar ve gerilimler Şia ve Sünni mezheplerini ortaya çıkarmıştır. Sünnilik, Arap aristokrasisi temelli iktidarın, Şia ise Arap olmayan muhalif müslüman kesimin temsilcisi olmuştur. Böylece Şia'nın dini akideleri Arap olmayan milletlerin eski dinlerinden etkilenmiştir.Şia mezhebi 765 yılında altıncı imam Cafer es-Sadık'ın ölümü sonrası yeni imamın belirlenmesinde iki kola ayrılmıştır. Ilımlı gruplar Cafer'in küçük oğlu Musa Kazım'ı yedinci imam olarak tanımışlardır. Bu grup günümüzün On iki İmam Şiası'dır. Aşırılıkçı uç gruplar ise Cafer'in büyük oğlu İsmail'i yedinci imam olarak tanımışlardır. Bu grup ise İsmaililik olarak adlandırılır. İslam içindeki en uç ve farklı mezhep olan İsmaililik Neo-Platoncu felsefeden etkilenen, ezoterik bir mezheptir. Öğreti açısından İslam'daki en zengin, sistematik ve felsefi mezhep olarak görülür.

İsmaililer ilk büyük başarılarını Fatımiler adlı Kuzey Afrika, Sicilya, Hicaz, Mısır'ı kontrol altında tutan bir imparatorluk kurarak kazanmışlardır. Burada Kahire adlı yeni bir şehir kuran İsmaililer El-Ezher Medresesi'ni kurup burayı dini öğretilerinin ve misyonerlik faaliyetlerinin merkezi haline getirmişlerdir. Fatımilerin sekizinci halifesi El-Mustansır'ın ölümünden sonra ortaya çıkan yeni halife tartışmaları neticesinde İsmaililer iki kola ayrılmış, Fatımileri yöneten askeri diktatörlük halifenin küçük oğlu el Mustali'yi, Doğu İsmailileri ve Fatımiler'deki dini hiyerarşi ise halifenin büyük oğlu Nizar'ı halife olarak tanımışlardır. Mustali kolu Fatımiler çöktükten sonra ortadan kalkmıştır. Nizariler ise İsmaililiğin esas kolu olarak Haşhaşinler aracılığıyla devam etmiştir.

Haşhaşinlerin tarihi Alamut Kalesi'nin alınmasıyla başlar. Hasan Sabbah uzun süren misyonerlik ve insan kazanma faaliyetleri sırasında Selçuklularla mücadele etmek için rahat edebileceği ulaşılmaz bir yer aramış, Deylem'de yaptığı faaliyetler sırasında Alamut Kalesi'nde karar kılmıştır. Büyük ve yüksek bir kayalık tepe üzerine inşa edilmiş olan bu kaleye sadece dar bir patikadan ulaşılmaktaydı.

Hasan Sabbah'ın buraya vardığı sırada kale onu Selçuklu sultanından almış olan Alevi Mehdi adındaki bir hükümdarın elindeydi. Önce bölgeye dailerini yollayan Hasan, bölge halkını ve Alamut'ta yaşayanları kendi tarafına çekmiştir. Hasan Sabbah bu olayları şöyle anlatmaktadır:' Ve sonra Kazvin'den Alamut'a bir dai gönderdim. Alamut insanlarından bazıları dainin telkinlerine uyup mezhep değiştirdiler ve Alevileri de buna teşvik ettiler. Dai yenilgiye uğramış gibi göründü, ancak bir yolunu bulup dönmelerin tümünü kale dışına çıkardı ve bütün kapıları kapatarak kalenin sultanın malı olduğunu ilan etti. Uzun münakaşalardan sonra onları yeniden içeri aldı ve insanlar da daha kötüsüyle karşılaşmamak için onun himayesi altına girdiler. ' Bundan sonra 4 Eylül 1090 günü gizlice kaleye alınmış, kalenin önceki sahibi elinden bir şey gelmediği için kaleyi terk etmiştir. İranlı tarihçilere göre Hasan Sabbah, Mehdi'ye üç bin altın dinar değerinde bir senet vermiştir. Böylece Hasan Sabbah ve Haşhaşinler örgütlerini resmen kurmuş ve faaliyetlerine başlamışlardır.

Haşhaşiler Orta Çağ İslam dünyasında çok önemli rol oynamışlardır. Büyük Selçuklu Devleti'nin en parlak döneminde düşüşe geçmesine ve Sencer, Berkyaruk, Muhammed Tapar arasındaki taht kavgalarına önemli etkide bulunmuşlardır. Bu süreçte bazı Selçuklu sultanlarıyla müttefik olan Haşhaşiler çoğuyla da mücadele içinde olmuşlardır. Selçukluların dağılmasından sonra da etkisini sürdüren İran Haşhaşileri Moğolların İran'ı ve Bağdat'ı ele geçirmesine kadar ayakta kalmış, sonrasında ise son liderleri Rükneddin'in Hülagü'nün isteklerine uymasıyla tüm kaleler boşaltılmış (1256 Alamut, 1258 Lemeser, 1270 Girdkuh) ve Moğollar başta Alamut olmak üzere tüm kaleleri yakıp yıkmışlardır. Suriye Haşhaşileri Haçlı Seferleri sırasında siyasal olaylarda önemli bir rol oynamışlardır. Râşidüddin Sinan el-İsmâili döneminde siyasal ve öğretisel olarak en parlak dönemlerini yaşamışlardır. 1273 yılında ise kalelerini Baybars'a teslim etmişlerdir.

Hasan Sabbah'ın kurduğu Haşhaşin Tarikatı sıkı bir hiyerarşi ve katı kurallara dayanmaktadır. Tarikat kendi örgütlenmesini da've (Farsça davet) olarak adlandırmıştır. Tarikatın temsicileri 'davetçiler' anlamındaki dai lerdir. Dailerin en alt kademesinde 'davete cevap veren' anlamına gelen müstecip ler, en üst kademede ise 'delil' manasına gelen hücce yani baş dai yer almaktadır. Cezire , dainin faaliyet gösterdiği bölgedir. İsmaililer de diğer mezhepler gibi dini liderlerine şeyh, pir, ata gibi ünvanlarla hitap eder. Tarikat mensuplarının birbirleri için kullandıkları terim ise 'yoldaş' anlamına gelen refik tir. Sıklıkla 'fedai' olarak bilinen suikastçiler ise tarikat tarafından esasiyun olarak adlandırılmıştır.

Hasan Sabbah Kimdir?- Vikipedi

Alamut - Vikipedi

Kaynak: Vikipedi

Hasan Sabbah’ın (1032-1124) kurduğu Alamut Devleti, 167 yıl hüküm sürmüştü. Alamut, Pamir’den güneydoğu Akdeniz kıyılarına ve Filistin’e kadar uzanan geniş Ortadoğu coğrafyası içinde, 300’e ulaştığı bilinen Baş Dai’lerin yönetiminde ortaklaşa çalışarak, aynı kazandan yenilen, özel mülkiyetin olmadığı kale yerleşim birimleri “Darül Hicar”lardan (Göçmenevleri, Göçmenler yurdu) oluşan bir devletti.

Hasan Sabbah, düşmanlarının iddia ettiği gibi kale devletinde, ne katiller (assasins) ve suikastçılar yetiştirmiş ne de uyuşturucu cenneti yaratmıştı. Hasan Sabbah esasen tarihi belgelerde savaştan kaçınan bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat düşmanlarının (Sünnî Bağdat Halifeleri, Selçuklu Sultanları, Haçlılar, Moğollar) sayıca üstün oluşları, onu Alamut’ta savunma amaçlı bir gerilla yaratma fikrine götürmüştür. Hasan Sabbah’ın seçkin savaşçılarından oluşan bir silahlı birlik (Fedain) yetiştirdiği anlaşılıyor.

Bu kez derviş kılığındaydı fedailer. Musul Ulucamii’nde kimsenin kuşkusunu uyandırmadan, bir köşede cuma namazını kılıyorlardı. Musul ve Halep’in Türk Emiri El Porsuki de namaz kılanlar arasındaydı. Etrafı tepeden tırnağa silahlı adamlarla çevriliydi. Ne bir kılıcın, ne de bıçağın delebileceği örme bir zırh giyiyordu. Ama bunlar işe yaramadı. Derviş kılığındaki fedailer, zehirli bir bıçak ile emirin boğazını kestiler. İsteseler camideki panikten yararlanıp kaçabilirlerdi ama buna yeltenmediler bile. Sanki namazdan kalkmış gibi sakin, mutlu ve sevinç içinde ölümü karşıladılar. Emirin muhafızları onları oracıkta parçaladı.

Haşhaşilerin dehşet uyandıran bu cinayeti ne ilk, ne de sondu. Örgütün İslam dünyasını altüst eden ilk eylemi 1092′de gerçekleşmişti. Hedef, adıyla bile Selçuklu İmparatorluğu’nu simgeleyen 75 yaşındaki vezirdi: Nizamülmülk, yani “devletin düzeni”. Yıllardır fedailerin hedef aldığı hiç kimse, onların elinden kurtulmayı başaramamıştı. Sultanlar, halifeler, vezirler, emirler, komutanlar bıçak darbeleri altında can vermişti. Fedailerin en zor cinayetleri işlemekle kalmayıp, soğukkanlılıkla ölümü beklemeleri, o çağ insanlarının kanını donduruyor, cinayetin yarattığı dehşet duygusunu katbekat artırıyordu. Ancak “haşhaş” içenler bunu yapabilir diye düşünülüyordu. Onlara Haşhaşi denmesinin nedeni buydu. Yapılan bir tür intihar eylemiydi çünkü. Bu eylemlerden dolayı da “bütün zamanların en korkunç tarikatı” olarak bilindi. Batı dillerindeki “assassin” (katil), “assassination” (suikast) sözcükleri de işte bu Haşhaşilerden kaldı. Bu örgütün kurucusu Hasan Sabbah’tı: Hem halifeliğe, hem de o sıralar İran’ın yanı sıra tüm İslam dünyasının hâkimi ve Sünni İslam’ın koruyucusu Selçuklu Türklerine karşı savaş açan bir Şii önderi…

Onun düşmanları üzerinde dehşet yaratmak üzere tercih ettiği silah suikasttı. Ama suikastı o icat etmemişti. Dünyanın tanıdığı, bildiği bir şeydi. Eski Mısır’dan Roma’ya, Çin’den Bizans’a pek çok örneği vardı. Taht kavgalarının, iktidar çekişmelerinin olduğu her yerde, suikasta da yer vardı.

Ne var ki, Hasan’ın kullandığı suikast tarzı, hazırlık, hedef, yöntem ve yarattığı etki bakımından farklıydı. Tarihte belki de ilk kez, bir merkezden yönlendirilen bir örgüt, terörü bir dehşet makinesi olarak kullanıyordu. Etkinliği, hiyerarşisi ve disiplin anlayışı bakımından, bir tarikattan çok dinsel/siyasal bir örgüttü bu. Müritler de derviş ya da derviş adayları değil, profesyonel suikastçı idi ve onlara fedailer (dai: davetçi, misyoner) deniliyordu. Eğitim düzeylerine, güvenirliklerine ve cesaretlerine göre çıraktan “üstadı azama” kadar derecelere ayrılmışlardı. Her biri, Hasan Sabbah’ın bizzat belirlediği tekniklerle yoğun bir ruhsal ve bedensel eğitimden geçiyordu. Gerçekleştirilecek cinayet, hem düşmanları, hem de halk üzerinde dehşet, korku ve hatta hayranlık uyandıracak nitelikte olmalıydı. Darbe öldürülecek kişiyle birlikte, onun temsil ettiği değerlere ve halkın duygularına yönelmeliydi. O yüzden, hedef belirlenirken, intikam duygusundan daha çok, mitsel tarafı ele alınıyordu. Ama bu amaç sadece hedefin niteliğiyle sağlanamazdı, buna uygun yöntem de geliştirilmeliydi. Buna göre, fedailer tek tek ya da ikili üçlü gruplar halinde görevlendiriliyor; tüccar, derviş, dilenci kılığına giren bu kişiler cinayetin işleneceği kente gönderiliyordu. Eylem gününe kadar, kentte herhangi bir olaya karışmamaya ve kuşku çekmemeye büyük özen gösteren fedailer, kurbanlarını izliyor, yaşadıkları yerleri, alışkanlıklarını belliyor ve büyük bir sabırla eylem anını bekliyorlardı. Tüm bu hazırlıklar inanılmaz bir gizlilik içinde yürütülüyordu. Ancak, icraatın, hazırlıktaki gizliliğin tersine açıkta, halkın gözü önünde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Cinayet yeri genellikle kentin en büyük camisi, tercih edilen gün de cumaydı. Sanki suikast yapmıyor, cuma namazı için toplanan kalabalığa asla unutamayacakları bir gösteri sunuyorlardı. Hedefteki kişi ne denli korunursa korunsun, bir yolunu bulup üzerine çullanıyor ve bıçak darbeleriyle öldürüyorlardı. Bazıları bıçağı bırakıp kalabalığa söylev çekiyor, bazıları da, soğukkanlılıkla muhafızların gelip kendisini parçalamasını bekliyordu. Neden? Çünkü Hasan Sabbah, nasıl keşfetti bilinmez, etkili bir eylemin sadece can almak, bir hasımdan kurtulmak değil, korku ve dehşet yaratmak olduğunu biliyordu. O yüzden de onun fedaileri sadece cinayet işlemiyor, aynı zamanda kendilerini de feda ediyorlardı.

Amerikalı yönetmen Coppola’nın ünlü filmi “Baba”da bir feda sahnesi vardı. Kumarhane işletmek üzere Küba’ya giden Amerikalı mafya önderi, bir militanın kendisini polislerle birlikte havaya uçurmasına tanık oluyor ve derhal “yatırım” yapmaktan vazgeçiyordu. Ona göre, eğer insanlar davaları uğruna kendilerini parçalayabiliyorsa, orada tutunma şansı yok demekti. Hasan Sabbah’tan bu yana bin yıl geçmişti ve insanlar inançları ya da politik mücadeleleri uğruna kendilerini feda etmeye devam ediyorlardı. Bütün halkların tarihi, kendisini ülkesi, vatanı, inançları uğruna feda eden ve pek çoğu kahramanlar listesinde yer alan insanlarla doludur. Bu yönüyle feda, dehşet verici bir eylem değil, onur duyulan bir davranış olarak algılanıyordu. Düşmana yakalanmaktansa intihar edenler, teslim olmaktansa ölmeyi göze alanlar; örneğin 2. Dünya Savaşı’nın Japon kamikazeleri övgü ve hayranlıkla anılıyordu.

Ancak modern zamanların terör örgütleri, aynen Hasan Sabbah’ın yaptığı gibi, “kendini feda etme”nin ardında yatan dehşet damarını keşfetmekte gecikmedi ve militanlarına “feda savaşçılarını” örnek göstermeye başladı. Bu çılgınlığın bir kez denenmesi yeterliydi ve hangi ülkede yapılırsa yapılsın tüm dünyaya yayılması kaçınılmazdı.

Nitekim öyle oldu; silahlı baskınlara, uçak kaçırmalara, suikastlara, barikat savaşlarına, bombalamalara tanık olan 20. yüzyıl insanlığı, her intihar saldırısında daha çok sarsıldı. Tüm dünyada 270 intihar saldırısında (bunun 18′i Türkiye’de gerçekleşti) binlerce kişi can verdi. Sonunda, yolcu olarak dört uçağa binen cinnetin kollarındaki “19 sessiz adam” tahayyül bile edilemeyeni gerçekleştirdi. Kendileri ve masum yolcularıyla uçakları birer füzeye dönüştürüp “hedef”lere dalış yaptılar. Dehşetin sınırı yoktu artık.

Kaynak: insan ve evren

İsmaililerin ve bu devrimci geleneğin son halkası olarak Hasan Sabbah ve Nizarilerin nihai hedefleri zulmün olmadığı adil bir dünya kurmaktı. Bu balamdan başarısız oldukları, tarihin bildiğimiz akışım değiştiremedikleri kesindir. Ancak, ezilenlerin pek çok isyan deneyimini aşarak örgütlenmeleri, mücadele yöntemleri ve kısa salmayacak süreler boyunca iktidarı ele geçirebilmiş olmalarıyla tarihin yaprakları arasında unutulup gitmemeyi de başardılar. Tarihin egemenlerin gözünden yazımı her ne kadar çarpıtıp karalasa da, balçıkla sıvanmayacak nitelikleriyle ezilenlerin tarihinde özgün ve dikkate değer bir yer edindiler.

Pek çok kişi Hasan Sabbah’ı erişilmez dağların zirvesindeki kalesinde yaşayan, kendisine ölümüne bağlı fedailerden oluşan tarihin en etkili suikast örgütünün lideri bir tarikat şeyhi olarak bilir. Bu yaygın Hasan Sabbah tasvirine göre, Selçuklu yöneticilerinden ve İslam önderlerinden Haçlı komutanlarına, pek çok önemli insan onun fedailerinin hançerleri ucunda can vermiştir. Hasan Sabbah fedailerini afyonla sarhoş ederek kendine bağlar. Kalesinde inşa etmiş olduğu hurilerle dolu gizli bahçede gözlerini açan afyonlanmış fedai, kendisini cennette zanneder. Cennetin de cehennemin de şeyhin iki dudağı arasında olduğunu düşünür. Şeyhe sadakat yolunda ölüm cennete açılan kapıdır, şeyhin bir lütfudur. Hak etmek için şeyhin emirlerini gözünü kırpmadan yerine getirir. Bu tarikatın üyeleri afyon kullanmalarından dolayı “haşîşîler” olarak bilinir.

Sadece popüler tarih romanlarının değil, ciddi görünümde tarih kitaplarının çizdiği Hasan Sabbah portresi de kabaca böyledir. En başından söylemek iyi olacak. Bunların yansı uydurmadır. Diğer yarısı ise bölük pörçük bilgilerle anlatılanların, önyargılarla malul bir hayal gücünün prizmasından geçerek abartılması, çarpıtılmasıdır. Gerçeklik çarpıtmanın gölgesinde kalmış, nerede başlayıp nerede bittiği belirsiz bir hal almıştır.

Bir Hasan Sabbah hikayesi

Aslında söz konusu olan, dinsel ve toplumsal yönelimi İslam’ın hâkim çizgisi tarafından red ve mahkum edilmiş, felsefi temelleri İslam düşüncesinin dışına taşan köklü bir mezhep ve onun önderidir. Hasan Sabbah ve Ismaililerin bir kolu olan Nizariler, Sünni şeriatına karşı muhalefetin en etkin, kuramsal, siyasal ve örgütsel bakımlardan en bütünlüklü ve radikal kanalı olmuştur. Bugünkü İran, Irak ve Suriye topraklarına yayılan örgütlenme ve propaganda ağı sayesinde geniş bir kitleyi etkisi altına almıştır. Sayısız kıyıma uğramış, siyasi bir mücadele biçimi olarak suikastlarla, kendisine Abbasi halifeliği ve Selçuklu egemenliğinin kuşatması altında bir varolma alanı açmaya ve korumaya çalışmıştır. Meşhur Alamut Kalesini merkez edinmiş, yarım asrı sürekli bir direniş ve mücadele içinde geçen yüz elli yıllık bir devlet pratiği yaşamıştır. Tarihin bir talihsizliği sayabiliriz; bütün bunlar yirminci yüzyılın başına kadar neredeyse tümüyle, karşıtlarının düşmanca aktarımlarına dayanarak değerlendirilmiş, öyle bilinmiştir. Sünni ilahiyatçılar ve kronikçiler ile Haçlılar ve Avrupalı gezginlerin oluşturduğu imge 19. yüzyıl oryanta-listlerince neredeyse sorgulanmadan veri kabul e-dilmiş, ortaya en başta kabaca özetlediğimiz Hasan Sabbah ve Nizari Ismailliler tablosu çıkmıştır. Ancak 1930lardan sonra özgün kaynakların incelenmesiyle Nizaıilertn gerçekte kim oldukları yer yer bulanık da olsa belirmiş, ama bu da akademik çevreler dışında pek rağbet gömemiştir. Nizariler ve Hasan Sabbah bugün hâlâ afyonlanmış cani fedailer, güzeller güzeli huriler, derelerinden bal ve süt akan cennet bahçeleriyle dört başı mamur egzotik masal olarak anılmaya devam etmektedir.

Burada asıl yapacağımız şey, Hasan Sabbah’ı ve önder olduğu mezhebi, İslam tarihinde muhalefet geleneği içindeki kökleriyle birlikte, toplumsal ve politik bir hareket olarak anlamaya çalışmak olacak. Ama Hasan Sabbah söz konusu olduğunda, efsanenin gölgesi gerçeğin üzerine öyle düşmüş ki, onunla didişmeden, nereden kaynaklandığına ve gücünü nereden aldığına değinmeden ilerlemek mümkün değil.

HASAN SABBAH EFSANESİ

Bugünkü yaygın Hasan Sabbah efsanesinin 19. yüzyıl Avrupa oryantalist tarih yazımından kaynaklandığını, bunun da 12. yüzyılda Haçlı Seferleri ile başlayan anlatılara dayandığını söylemiştik. Bu ilk anlatılar aslında Suriyeli Nizarilerle ilgilidir. Batılılar henüz Nizarilerin merkezi olan Alamut’tan ve İran Ni-zarilerinden haberdar değildir. Olduklarında da, bunların birbirleriyle bağını daha sonra anlayacaklardır. Bu anlatılar kısmen Suriyeli Nizarilerle girdikleri temaslarla gelişen doğrudan gözlemlere, daha çok da Sünni Müslümanların asıl amacı kara çalmak olan aktarımlarına dayanmaktadır. Bunların önemli birkaç tanesini ele alarak efsanenin oluşumunu izleyebiliriz.

Haçlıların kaleminden Nizariler

Nizarilerle ilgili ilk yazılı bilgilere Ispanyalı haham ve gezgin Tude-lalı Benjamin’in seyahatnamesinde (1167) rastlanmaktadır. Benjamin islam dinine inanmayan, peygamber saydıkları önderlerine adanmışlık-la bağlı, hayatları pahasına kralları öldüren, Haşişin adıyla bilinen bir topluluktan bahseder. (1)

Kutsal Roma Germen İmparatora Frederick Barbarossa’nm 1175′te Suriye’ye gönderdiği elçisi Gerhard ise, ”Şam, Antakya ve Halep civarındaki dağlarda yaşayan, kendi dillerinde Heysessini diye anılan” topluluğu şöyle anlatır: “… hak hukuk tanımazlar… kendi dinlerine aykırı olarak domuz eti yerler ve anne-kız kardeş ayrımı yapmaksızın tüm kadınları kullanırlar… Dağlarda müstahkem kalelerde oturdukları için dize getirilmeleri imkânsızdır. Başlarında hem Arap emirlerinin hem de komşu Hıristiyanların yüreğine korku salan şeyhleri yer alır. Şeyhten bu denli korkulmasının sebebi, gözüne kestirmiş olduğu kimseyi akla hayale sığmayacak yöntemlerle öldürtmesidir. Şeyh yüksek surlarla çevrili saraylarında, küçük yaştan i-tibaren ailelerinden ayrı yetiştirmek üzere alıkoyduğu çok sayıda köylü çocuğu barındırır. Aralıksız eğitimleri boyunca bu delikanlılara pek çok yabancı dil öğretilir. Şeyhlerine gözü kapalı itaat etmeleri, bu sayede Şeyhin kendilerine cennetin güzelliklerini bahşedeceği zihinlerine kazınır… Sırası geldiğinde Şeyh, her birine altın bir hançer teslim eder ve sıradaki kurbanın üzerine gönderir.” (2) Gerhard’m bu raporunda Nizarilerle ilgili efsanenin birçok öğesi ilk defa der-li toplu ifade edilmiştir. İslam’ın değerlerine referansla yapılan suçlamalar, bu bilgilerin kaynağının genelde Sünni kaynaklı anlatımlar olduğunu düşündürtmektedir.

Sur Başpiskoposu William da, 1186′da Haçlı Seferleri’ni ayrıntılarıyla aktardığı kayıtlarında Nizari-lerden söz eder. Daha önceki bilgilere ek olarak, mezhebin kendilerine bağlı köylerle birlikte on müstahkem kalede yaşayan yaklaşık altmış bin kişiden oluştuğunu, şeflerinin kan bağıyla değil liyakata bağlı bir seçimle başa geçtiğini, hem Müslüman hem de Hıristiyanlarca Haşîşî / Assassini olarak adlandırıldıklarını anlatır. (3)

1192 yılında Kudüs Latin Kralı Conrad’ın Nizari fedailerince öldürülmesi Batılı kronikçilerin ilgisini artırmış, birçoğu tarafından mezhebin esrarengiz ve yiğit şeyhi, ölümüne bağlı müritler, acımasız suikast yöntemleri uzun uzun anlatılmıştır. Bunlardan Lübeck’li Arnold, şeyhin bir tür uyuşturucuyla kendinden geçirdiği müritlerini, rüyadayken gördükleri her şeyin, dava adına dökecekleri kanın mükâfatı olarak ölümlerinden sonra kendilerine bahşedileceği vaadiyle kendine bağladığından söz eden ilk kaynak olması bakımından dikkate değerdir. Arnold ayrıca “son derece muteber saydığı kimselerin tanıklıklarından” edindiğini söylediği bilgilere göre, müritlerin şeyhe bağlılıklarını göstermek için onun bir emri ile surlardan aşağı atladıklarım da- ilk hikâye eden kişidir. Aynı yıllarda bu hikâyeden Kudüs Krallığı vekili Kont Henry de söz etmektedir. (4)

Haçlıların Nizarilerle kurdukları ilişkilerin artmasıyla, bazı yeni bilgilere ulaşmaları mümkün olmuştur. 5. Haçlı Seferine katılan ve 1217′de Akka Piskoposu olan Vitry’li James mezhebin İran’dan yayıldığını belirterek Suriyeli Ismaillilerin İran’daki merkeze bağlı olduğunu saptar. (5) Kral 7. Louis’nin 1250 yılında Is-maililerin Muhammed’e inanmayıp Ali’nin izinden gittiklerini öğrendiğini söyler. Breton’un Sünni-Şii ayrışmasına ilişkin anlattıklarının çoğu, doğrularla yanlışlar birbirine karışmış halde, Müslüman Doğu toplumuna karşı dinsel önyargıların ve bilgisizliğin izlerim taşımaktadır. (6)

Buraya kadar anlatılanların tümü Nizari Ismaililerin Suriye kolu kaynaklıdır. Sonradan Hasan Sabbah’la özdeşleşecek olan “dağın şeyhi” tasviri ise, aslında Suriyeli Nizarilerin en etkili oldukları dönemde önderliklerini üstlenmiş olan Raşi-deddin Sinan’dır. Batılıların mezhebin İran’daki varlığıyla ilgili bir fikri varsa da, yüzeyseldir ve tümüyle kulaktan dolmadır. Alamut’taki Ni-zariler ve İran’daki örgütlenmele-riyle ilgili doğrudan gözlemlere dayanan ilk bilgiler Fransa Kralı’nm 1253-1255 yıllarında Moğol Hakanı Cengiz’e elçi olarak gönderdiği Rahip Rubruck’lu William’dan gelir. Bu tarihlerde Hasan Sabbah’m ölümünün üzerinden kuşaklar geçmiş, Nizariler Moğol baskısı altında çökme noktasına gelmiştir. William, Hazar Denizi kıyısında yaşayan Nizarilerle temas eder. Ismaililer i-çin, Arapça’da “dinden çıkmış, dinsiz” anlamındaki mülhid sözcüğünden bozma “mulidet” adını kullanır. Ayrıca o güne dek Suriye îsmailile-ri için kullanılan “Axasin’, “Hacca-sin” gibi adlan İran Ismailileri için ilk kullanan Avrupalılardan biri de William olmuştur. Bu artık mezhebin Suriye ve İran kollan arasındaki bağın kesin olarak bilindiğini gösterir. William Karakurum’a gittiğinde Cengiz Han’ın kendisine suikast yapmak için kırk Nizari fedaisinin tebdili kıyafet şehre geldiği duyumuna karşı aldığı olağanüstü güvenlik önlemlerinden söz eder. (7)

Haşîşî adı terk edilmeli

Bu anlatımlann tümünde mezhebin mülhid ya da daha sıklıkla hey-sessini / assassini gibi sözcüklerle ad-landmlıyor olması dikkat çekiyor. Mülhid’in dinden çıkmış, sapkın anlamına geldiğini söylemiştik ve mezhep Sünni islam kaynaklannda aşağılama amacıyla çoğunlukla böyle anılıyor. İkinci sözcüğün, Arapça’da hint kenevirinden elde edilen uyuşturucunun karşılığı olan haşîş’ten geldiği, 19. yüzyılın başında yürütülen uzun etimolojik tartışmalar sonucunda kesinlik kazanmıştır. (8)

Kabaca esrarkeş anlamına gelen bu adlandırma, Şeyhin afyonla uyuşturarak fedailerinin sadakatini pekiştirdiği ve cinayetlere hazırladığı şeklindeki rivayete dayandınlmıştır. Böylesi daha çekici gelmiş olmalı ki, Batı’da mezhebin adı olarak en başından beri assassm (haşîşî) kelimesi kullanılmıştır- Mezhep Avrupahnm bilincinde siyasi cinayederiyle özdeşleşmiş olduğundan, 15. yüzyıldan itibaren neredeyse tüm Batı dillerinde bu kelime suikast anlamına gelmektedir.

Oysa ciddi Müslüman tarihçiler, eğer karalamak için mülhid adlandırmasını kullanmışlarsa, mezhepten Ismailiye, Nizariye ya da öğretilerine gönderme yaparak Batıniye, Talimiye diye söz etmişlerdir. Niza-rilerin kendilerim mülhid (sapkın) ya da haşîşî (esrarkeş) olarak adlan-dırmalan söz konusu olamayacağına göre, Haçlılann bu adlandırmayla ilgili kaynaklannm, mezhebin kendisi değil, Sünni toplumunun daha çok sözlü anlatından olduğu kesinlik kazanmaktadır. Özellikle haşîşî adı, Nizarilerin gizli bir pratiklerine işaret etmekten çok, onlara karşı genel düşmanlığı yansıtan bir hakaret sözü olarak görünüyor. Acı olan şu ki, mezhep akademik camia da dahil bütün dünyada, hâlâ bu adla tanınıyor. Önemli bir islam düşünce tarihçisi olan Henry Carbin’in bu noktada yaptığı uyan çok önemli: “Hayli uzun zamandan beri, bizler edindiğimiz alışkanlıkla ‘Ismaili’ kavramını ‘haşîşî’ diye tercüme ediyoruz. Belki bunda bazı duygulann etkisi vardır, ama böyle bir etki tam anlamıyla faciadır, inanıyorum ki, bundan böyle sadece Iran Ismailileri için değil, aynı zamanda Suriye îsmaillileri için de bu terminolojiyi terk etmemiz gerekiyor.” (9) Ne var ki, gerek haşîşî teriminin dışlanmasında en büyük rol sahibi olan ve klasik oryantalizmin dışına çıkmaya çalışan araş-tırmacılann öncüsü durumundaki Marshall Hodgson’m, gerek Ismai-liler üzerine ciddi araştırmalannda bu adlandırmanın yaygın kullanımını sorgulayan Bernard Lewis’in bu konudaki en önemli eserleri bile “Haşîşîler” adını taşımaktadır.

Marco Polo’da Alamut’un cennet bahçeleri

“Şeyh … iki dağ arasındaki vadinin girişlerini kapattırmış ve burayı her türlü meyvenin yetiştiği, eşi benzeri görülmemiş güzellikle bir bahçeye çevirtmiş-tir. İçerisine … akla hayale gelmeyecek görkemli köşkler ve saraylar inşa ettirmiştir. Kanallardan şarap, süt ve bal akmaktadır. Dünya güzeli hurilerin ellerindeki çalgılardan en hoş tınılar, dudaklarından en hoş şarkılar dökülür, dansları izleyeni büyüler. Şeyhin gayesi, tebaasını buradan öte bir cennetin olmadığına inandırmaktır…

Haşişiler olarak ayırdıklarının haricinde kimse bahçeye alınmıyordu. Bahçenin girişinde her türlü saldırıya karşı koyabilecek güçte bir kale vardı. Bizzat kendi maiyeti altına almak üzere sarayında barındırdığı on iki ila yirmi yaş arası gençlere, tıpkı Hz. Muhammed gibi cennet hikâyeleri anlatıyordu; Sarazinler (Araplar) Muhammed’e nasıl inanıyorlarsa, gençler de aynı inançla ona bağlıydılar. Önce kendilerine uyuşturucu bir iksir içirip, ardından dörderli, altışarh ya da onarlı gruplar halinde bahçesine götürüyordu. Böylece gözlerini açtıkları vakit gençler kendilerini dillere destan bahçede buluyorlardı…

Bizim İhtiyar dediğimiz Efendi, sarayını alabildiğe görkemli bir hale getirerek, basit dağlı halkı kendisinin yüce bir peygamber olduğuna inandırmıştı. Haşi-şilerden birini bir göreve yollamak istediği vakit, aynı iksirle bu kez sarayına taşıtıyordu… Şeyh’in huzuruna çıkarılıyordu ve genç adam gerçek bir peygamberin huzurunda olduğuna canı gönülden inanarak önünde hürmetle secde ediyordu. Şeyh nereden geldiğini sorduğunda, cennetten geldiğini ve burasının Muhammed’in Kuran’da sözünü ettiğinin tıpatıp aynısı olduğunu söylüyordu. Bu da şüphesiz, yanında hazır bekleyen ve bahçeye henüz kabul edilmemiş olanların bir an için dahi olsa oraya gitme arzularını kamçılıyordu.

Şeyh bir hükümdarın kadini istediğinde bu gençlerden birine şöyle diyordu: “Git ve şunu öldür, geri döndüğünde meleklerin seni cennete taşıyacaklar. Ûl-sen dahi, meleklerini yollayıp seni cennete getirteceğim.” Bu sözlerle, geri dönmek için can attığı cennetin anahtarına ilelebet sahip olduğuna inanan genç, sabırsızlıkla düşmanı katletmeye koşuyordu. Şeyh kimin ölümüne karar vermişse, müritleri hazır sırada bekliyordu. Uzak yakın bütün hükümdarların yüreğine saldığı korkuyla, onları kendisiyle iyi geçinmeye mecbur kılıyordu.”

(The Book of Ser Marco Polo’dan aktaran Bernard Lewis, Haşîşîler, s. 10, Kapı Yayınları, 2005.

Efsane Marco Polo’yla yayılıyor

Mezhebin Suriye’deki koluna dair yaratılan efsaneyi aynı şekliyle alıp Alamut Kalesi’ndeki Iran Nizarileri için kurgulayan Marco Polo olmuştur. Aslında Avrupa’da assassin teriminin ve Ismaillilerle ilgili efsanenin yaygınlık kazanması da, Polo’nun seyahatnamesi sayesinde olur. Polo Alamut Kalesi’ndeki gizli bahçeyi, bu sahte cennetteki hurileri, afyonla uyuşturulup gözünü cennette açan müritlerin Şeyh’e nasıl sadakatle bağlanıp ölümcül görevlerine hazırlandıklarını ballandıra ballandıra ve kendi gözüyle görmüşçesine canlılıkla anlatır.

Marco Polo bu hikâyeyi karşılaştığı Ismaililerin anlattıklarına dayandırmıştır. Oysa genç gezginin İran’da bulunduğu 1273 yılında Alamut Kalesi Moğollarca yıkılalı 17 yıl olmuş, iran’daki bütün kale ve yerleşimleri yerle bir edilmiş, Ismaililer iran’ın dört tarafına dağılıp gizlilik dönemine girmiştir. Olasılıkla, Marco Polo Suriye îsmailileriyle ilgili önceden duyduğu hikâyeyi, mezhebin iran’da varlığını öğrendiği koluna uyarlamıştır. Bunu yaparken hayal gücünden de epeyce faydalandığı anlaşılıyor.

Şaşırtıcı olan, en tam haline Marco Polo’yla ulaşmış bu efsanenin, neredeyse olduğu gibi, bugün hâlâ gerçek olarak kabul görmesidir. Batı düşüncesinin övünçle anılan akılcı, bilimsel aydınlanma döneminde dahi, bu efsane mantık süzgecinden geçirilip sorgulanmaksızın ve yeni bilgilerle kıyaslanmaksızm doğru kabul edilmiştir.

Cennet bahçeleri ve afyonkeş fedailer efsane mi gerçek mi?

Elbette ki her efsane gibi bu da, kalkış noktası olarak basit gerçeklere dayanmaktadır. Örneğin, Alamut başta olmak üzere pek çok Nizari kalesinin içerisinde çok güzel bahçeler olduğu bir gerçektir. Hasan Sabbah’m Alamut’u ele geçirdikten sonra ilk yaptığı şeylerden biri kalenin içinde yer aldığı vadiyi yeşillendirmek, bir sulama sistemiyle dağın tepesindeki kaleye kadar su çıkarmak olmuştu. Ama Nizari kalelerinde yapılan arkeolojik incelemelere göre bu kalelerin hiçbirinde, fedaileri cennette olduklarına inandıracak büyüklükte bir bahçe için elverişli bir yer bulunmamaktadır. (10) Yani şeyhin müritlerini götüreceği bir cennet bahçesi yoktur.

Ama başka bir açıdan, bu ifadenin bir gerçekliği anlatıyor olması kuvvetle olasıdır. 19. yüzyıl sonrasında ulaşılan Ismaili kaynakları, mezhebin öğretisine dair ciddi bilgiler sağlamıştır. Batıni bir mezhep olarak Is-maüilikte her şeyin görünen (zahiri) yüzünün ardında bir de iç (Batıni) anlam gizlenmektedir. Görüntünün arkasındaki özü anlama ve yorumlama çabasına tevil denir. Corbin’e göre Şeyh’in sadakatleri karşılığında müritlerine cenneti bahşetmesi söylencesinin kökeninde, Ismaili düşüncesinde cennet kavramına verilen sembolik anlam bulunmaktadır.

Ismaili tevili, kutsal kitaplardaki Adem’in cennetten kovuluş hikâyesi üzerine derinleşmiş ve farklı bir yorum getirmiştir. Ismaili dönemi tarih anlayışına göre, dünya tarihi birbirini izleyen tecelli ve gizlilik dönemlerinden oluşur (devr el keşf – devr el setr). ilk başlangıç çağı, göksel düzene karşılık gelen, kusurdan ve günahtan arınmış bir yersel düzenin dünyada hüküm sürdüğü tecelli dönemidir. Bu dönemde hakikat (gerçeğin bilgisi) ve öz hiçbir kabuğa ve dışsal görüntüye ihtiyaç duymaksızın ortadadır. Hiçbir yasaya ve şeriata gerek duyulmaz. Iblis’in beli-rip başlangıçtaki uyumu bozmasıyla bu devrin sonuna gelinir ve hakikatin gizlendiği bir sır dönemi başlar. Cennetten çıkışın sembolik olarak anlattığı budur. Gizlilik devrinde gerçeğin bilgisi sır olur, dünya ancak şeriatla, peygamberlerin getirdiği dini kanunlarla ayakta durur. Hakikatin, örtüsünden sıyrılıp son imamın kişiliğinde kendini ortaya koymasıyla (kıyamet) bu devir bitecek ve yeni bir tecelli devri başlayacaktır. İmamı manevi gerçekliği içinde görebilen gerçek müminler için şeriat bağlarına gerek kalmayacak, müminler yeniden cennete ulaşmış olacaktır.

Nitekim Alamut’un Hasan Sab-bah’tan sonraki üçüncü şeyhi olan Hasan kendisinin imam olduğunu iddia ederek kıyameti ilan etmiş, kendisine inananlar için şeriatı kaldırmıştır.

Yine Corbin’in belirttiğine göre, Hz. Muhammed’in “kabrim ve minberim arasında cennet ravzalanndan (bahçelerinden) bir ravza vardır” hadisinin Ismaili tevili, yine “şeyhin bahşettiği cennet” anlatısına açıklık getirmektedir. Bu hadisteki minber yani vaaz kürsüsü, dinin lafzi kurallarını, şeriat buyruklarını sembolleş-tirir. Kabir ise felsefedir, çünkü felsefe sayesinde din ve dogmaların zahiri görünüşü çözülür, bu bir nevi ölümdür. Böylece minber ve kabir ortasındaki cennet, yani gerçeğin bilgisi, hakikat ortaya çıkar. Ismailileregöre, bir yol gösterici olmadan buraya ulaşılamaz, müridinin felsefeyle hakikate ulaşmasını sağlayan şeyh, ona cennetin kapılarını açmış olur (11).

Öyle görünüyor ki, “şeyhin kendisine sadakatle bağlı olanlara cennetin güzelliklerini bahsedeceği” şeklindeki Ismaili söylemi, arkasındaki sembolik anlam anlaşılmak-sızın, Haçlılar tarafından engin bir hayal gücüyle sahte cennet efsanelerine kaynaklık etmiştir.

Hasan Sabbah anlatılarında efsaneyle gerçeğin birbirine karıştığı bir başka nokta da, Nizari fedailerin afyon kullanımıdır. O dönemde hint keneviri ve benzer bitkiler Mısır’da ve Hindistan üzerinden İran ve Ortadoğu’da hem tıpta hem de keyif verici olarak kullanılmaktadır. Bazı tasavvufi tarikatlarda bir vecd hali için kullanıldığı da bilinmektedir. Bu yüzden Nizarilerde afyon kullanımı bir gerçeğe dayanıyor olabilir. Ama aynı nedenden dolayı, etkisi ve kullanımı sır olmayan haşîşîn, Marco Polo’da ve diğer anlatılarda söylendiği gibi, şeyhin elinde gizli bir silah o-larak fedailere sezdirmeden kullanılması pek akla uygun değildir. Hele de, bu nedenle haşişi olarak anılacak kadar dile düşmüşken. Öte yandan, sonradan bazı anlatımlarda ileri sürüldüğü gibi, afyonun fedailere suikastlar sırasında cesaret ve sadakat a-şılaması için kullanılması da mantığa sığmaz. Suikast gibi önceden incelikli bir planlamayı ve hazırlığı gerektiren bir eylem için, aksine açık ve berrak bir zihin gerekir. Ayrıca, Alamut’ta dünya zevklerinden elini çekmiş katı bir yaşamın hüküm sürdüğü, Hasan Sabbah’m bir oğlunu şarap içerek topluluk yasalarına karşı geldiği için öldürdüğü kesin olarakbilinmektedir. Dolayısıyla Nizarilerde yaygın bir haşiş kullanımı da söz konusu olamaz. Ciddi hiçbir İslam kaynağında bu yönde bir bilgiye rastlanmamaktadır. (12) Aslında, kendilerine takılan adın haşişten kök alması dışında, Nizarilerin haşiş kullandıklarına işaret eden bir veri de yoktur. Ama şunu biliyoruz ki, esrarkeş olarak yaftalanmak, bütün dinlerin tarihinde, hâkim düşüncenin dışına çıktığı ve düzeni tehdit ettiği için sapkın sayılan pek çok muhalif hareketin ortak kaderi olmuştur. Nizariler için de bu adlandırmanın, gerçekten haşiş kullanıp kullanmadıkları bir yana, aşağılama amaçlı olduğu, daha önce de belirttiğimiz gibi, kesindir. Batıklar için ise, bu şekilde hikâyeye katılan bu öğe, kendilerine akıldışı görünen ö-lümüne sadakat ve inançlarına canı pahasına bağlılık gibi davranışları akla uygun kılacak bir açıklama sağlamıştır. Hikâyeye kattığı esrarengiz hava da cabasıdır.

Batı’nın zihnindeki Doğu ve Hasan Sabbah

Uzunca bir süre boyunca Batı’nın Nizariler hakkındaki bilgi ve düşüncesi, kabaca buraya kadar anlattıklarımızdan ibaret olacaktır. Özetlersek, acımasız ve yiğit bir şeyh, ölümüne bağlı müritler, gözü kara fedailerin en güçlü kralları bile korkutan suikastları, sadakati pekiştirmek için kullanılan afyon ve cennet bahçeleri, bu anlatanın akılda kalan öğeleridir. Dünya güzeli huriler ve altın hançerler de eklendiğinde, Avrupa’da dilden dile dolaşacak “Haşîşî efsanesi” tamamlanmaktadır.

Haçlı Seferleri Batı’nın kendisinden ayrı bir Doğu fikrini oluşturmasında önemli bir dönemeç olmuştur. Dinsel önyargıların ve gayelerin belirlediği karalamalar dışında, o çağlarda Avrupa’da oluşmuş olan Doğu imgesi, henüz yontulmamış bir kültürün, kendinden daha incelikli ve gelişkin bir kültüre yönelik hayranlığının izlerim fazlasıyla taşır. Batı’daki tüm sınıfların Doğu’yla ilgili her şeye dair hissettiği merakı tatmin etme ve kışkırtma zorunluluğu, Haçlı Seferleri’yle gelen Doğu anlatılarının tümüne ölçüsüz bir abartının damga vurmasını beraberinde getirmiştir. Elbette bu abartının önemsiz sayılmayacak bir faydası da, seferlerin çekiciliğini artırarak, Haçlıların basanlarını ve kahramanlıklarını olduğundan büyük göstermektir. Sonuç olarak o dönemin Avrupası Doğu efsanelerinden geçilmez. (13)

Bu efsaneleştirmeden Nizariler de fazlasıyla nasibini almıştır. Nizariler hem soylu duyguların, sadakat ve bağlılığın timsali, hem de hayal bile edilemeyecek bir kötülük ve fesadın öznesi olarak anılmıştır. Bunun en kalıcı izi, daha önce değindiğimiz gibi, Nizarilere verilen adın (haşîşî / assasin) Batı dillerinde suikast, planlı işlenen cinayet anlamında kullanılmaya başlanmasıdır. Avrupa edebiyatında da, en belirgini Dante’de olmak üzere, Nizari imgesinin izleri görülebilir. Dante gençliğinde kaleme aldığı bir sonede, sevgilisine bir haşişinin şeyhine bağlı olduğu kadar tutkuyla bağlı bir aşıktan söz eder. İlahi Komedydâz ise kendisini, şeytani bir haşîşîye günah çıkartan bir rahip olarak anlatır. Aslında assassin kelimesinin Baü dillerinde yaygınlaşması da Dante’den sonra olmuştur. (14)

Bu efsanelerle ortaçağ Avrupa-sı’nda benzeri görülmemiş bir bağlılık, sadakat ve fesat simgesi olarak şekillenen Nizari imgesi, sonrasında da Batinin mezhep hakkındaki düşüncelerinin temeli olmaya devam etmiştir. Bu imge o kadar güçlü yerleşmiştir ki, yakın tarihlere kadar en ciddi incelemeler bile bunun izlerini taşımıştır.

Oryantalizmin gözünden Hasan Sabbah

Ismaili araştırmalarında önemli gelişmeler ancak 18. yüzyılda, oryantalizmin Doğu ve Doğu dilleri üzerine derinlemesine bilgilenme dar anlamıyla, bir bilim olarak ortaya çıktığı, Aydınlanmanın erken dönemlerinde yaşanmıştır. Barthelemy d’Herbelot’un pek çok Arapça, Farsça ve Türkçe kaynaktan yararlanarak hazırladığı Bibliothèque Orientale (y. 1697) bu alanda öncü sayılabilir .(15) Bunda ilk defa olarak, Nizarile-rin İslam dünyasındaki en ciddi bölünmede Sünni mezhebinin karşısındaki Şiilikten kopmuş bir mezhep

olan Ismaililikle bağı belirtilmiştir. Bu dönemde assasin / haşîşî isminin etimolojisi üzerine önemli tartışmalar yürütülmüştür. Modern oryantalizmin kurucusu sayılan Silvestre de Sary’nin araştırmaları (1809), eldeki bilgilere göre bu ismin “haşiş”ten geldiğini kesin olarak ortaya koymuştur. (16) Bazı Arapça elyazmalarını ilk defa incelemiş olmasıyla Ismaili araştırmalarında bir dönüm noktası sayılan de Sacy’nin çalışması, Karmatiler ve bazı eski mezhepleri ele alarak, Nizarilerin kökeniyle ilgili bazı boşlukları da doldurmuştur.

Oryantalizm Ismaililerle ilgili olarak nesnel, sistemli ve yöntemli bir inceleme ve akıl yürütmeye dayanan bir bilgi kümesine ulaşmayı sağlamış olsa da, önyargılara dayanan etnik merkezli bir tarihyazımmın ötesine geçememiştir. Batinin değerlerini ve normlarını evrensel sayan, bunları ölçü alarak, bir inceleme nesnesi saydığı Doğu’yu irdeleyip yargılayan ve sonunda aslında kendini yeniden tanımlayıp değerlerinin sağlamasını yapan oryantalist anlayış, Ismaili incelemelerinde de baskın durumdadır. Araştırmacılar dönemlerinin

hâkim anlayışına uygun genel sonuçlara varmaya pek yatkındırlar. Ortaya koydukları çıkarsamaların kimi zaman kendi araştırmalarında bile açık dayanakları yoktur, önyargılara ve hâkim düşünceye uydurulmuş olmaları yeterlidir.

Bu anlayışı örneklemek gerekirse, M. Falconnet 1751′de yayımladığı “Haşîşîler” üzerine broşürde, mezhebin işledikleri cinayetler karşılığında komisyon alan kiralık katiller olduğunu ileri sürmüştür.

Ünlü İngiliz tarihçi Gibbon Roma İmparatorluğu’nun Gerileyişi ve Düşüşü adlı başyapıtında (y.1776) Falconnet’in broşürünü temel bir kaynak sayarak, bu “iğrenç tarikat”m kökünü kazımakla, Moğol Hakanı Hülagü’nün insanlığa büyük bir hizmette bulunduğunu yazmıştır. (17)

En dikkat çekici olan ise Avustralyalı oryantalist Joseph Von Hammer PurgstalPm 1818′de yayımlanıp bir buçuk yüzyıl boyunca bu alanda temel kitap kabul edilen Haşîşîler Tarihidir. (18) Pek çok kaynağın incelenmesiyle hazırlanan ve İran’daki Nizari devletinin bütün tarihini ilk kez ve ayrıntılı olarak ele alan bu kitap, değerlendirmelerinde mezheple ilgili tüm önyargıları korumuştur. Nizariler’e oldukça düşmanca yaklaşan, Marco Polo’nun anlattıklarını ve diğer rivayetleri veri kabul eden Von Hammer, mezhebi “daha sofu bir i-nanç ve daha katı bir ahlak maskesi altında dinin ve ahlakın topyekûn temelini oyan bir sahtekârlar ve aldatılmışlar birliği, hükümdarları ve milletleri hançerlerinin ucunda oynatan bir katiller tekkesi, ruhani ve dünyevi iktidarın merkezi saydıkları halifelikle birlikte yıkılana dek tam üç yüz yıl boyunca dünyaya korku salmış bir güç merkezi” olarak anlatır. (19)

Aslında Von Hammer, bir tarih çalışması yaparken, Nizariler-le ilgili önyargıları dayanak yaparak kendi politik tutumunu ortaya koymuştur. Fransız Devriminin bütün Avrupa’yı sarstığı yıllarda, bir düzen yanlısı olarak, düzen karşıtı Nizarileri anlatırken Fransız devrimcilerine karşı kinini kusma fırsatını kaçırmaz: “Salt vaazla halkı, hükümdarların acımasız baskılarından ve dini uygulamaların zincirlerinden azat edebileceklerini hayal edip, Fransız Devriminde en kanlı dehşet hadiselerine yol açmış Aydmlanmacılar’daki çılgınlık, Asya’da İkinci Hasan’m saltanatında kendini göstermiştir.” (20)

Von Hammer kitabının bir amacının da “gizli cemiyetlerin zayıf devletler üzerindeki yıkıcı etkisine dikkat çekmek” olduğunu söyler. “Haşîşîler”le, çağının Avrupası’nda büyük bir düşmanlık duyduğu Cizvitler ve Tapmak Şövalyeleri arasında basit analojiler kurar. Ve derin bir ilişki olduğunu iddia eder. Bunun i-çin, bir dönem Suriye’de kurdukları temas dışında ileri sürdüğü tek delil, Tapmakçılann kırmızı haç işlenmiş beyaz gömlek giymesi, Nizarilerin de beyaz gömlek giyip başlarına kırmızı bant takmasıdır. Nizarilerin de Tapınakçılar gibi gizlici (okült) bir öğretiye dayandığı şeklinde, fazlasıyla zorlama yorumlar yapmıştır. Ne var ki, sonrasında pek çok tarihi roman ve inceleme Nizarilerle Tapınakçılar arasındaki ilişkiyi konu e-dinirken bu iddiaları esas almış ve bugüne dek getirmiştir. (21)

19- yüzyıl boyunca Avrupa akademik çevrelerinde Ismaili araştırmalarında birkaç istisna dışında ö-nemli bir gelişme kaydedilmemiştir. Fransa’nın Halep Konsolosu Jean Baptiste Rousseau’nun yerel ve özgün Ismaili elyazmalarma dayanan ve mezhebin tarihi üzerine olmasa da öğretisi ve dini ilkeleri hakkında yeni bazı bilgileri ortaya çıkaran çalışmasını anmak yeterlidir.

Modern Ismaili araştırmaları

Tarihçiler için Ismaili araştırmaları, hem özgün eserlerinin düşmanları tarafından büyük oranda yok edilmiş olmasından, hem de mezhebin çoğu zaman kendini gizleyen ve sırlarını dışarıya vurmayan geleneğinden ötürü, oldukça güç bir alan olmuştur. 20. yüzyıla gelirken mezhebin Suriye’de ve Hindistan’da yaşayan kollarının keşfedilmesi, geniş bir mezhep yazınının ortaya çıkması ve katı gizlilik geleneğinin esnemeye başlamasıyla, çalışmaların önü açılmıştır. Dört bilim insanının, Vladimir İvanov, Henry Corbin, Marshall Hodgson ve Bernard Lewis’in araştırmaları modern Ismaili çalışmalarında özel bir öneme sahiptir. Kendilerinden sonraki istisnasız tüm eserlere dayanak olan bu araştırmalar, Ismaililer ve Nizarilerle ilgili bugün sahip olduğumuz bilimsel bilginin kaynağı durumundadır. İvanov çok sayıda özgün Ismaili eserini gün yüzüne çıkartmış, yazdığı otuzdan fazla kitap ve makaleyle pek çok konuyu aydınlatmıştır. Hayatının uzun bir dönemini Türkiye, Suriye, Mısır ve iran’da geçiren Fransız akademisyen Henry Corbin’in esas katkısı, Ismaili öğretisi ve felsefesinin bugüne taşınmasmdadır. Nizarilerin bugüne kadarki en bütünlüklü ve doğru incelemesi, İngiliz Marshall Hodgson’un çalışmalarmdadır. 1955 yılında yayımladığı Haşîştler Mezhebi adlı çalışması bir köşe taşı niteliğindedir. Neredeyse tüm akademik kariyerini Nizari çalışmalarıyla geçirmiş olan Bernard Lewis, mezhebin tarihi üzerine, Suriye’deki koluna daha fazla yoğunlaşmak kaydıyla, çok sayıda eser yayımlamıştır. Bunlar arasında, mezheple ilgili yaygın yanlış kanaatlere karşı özel bir ö-nem taşıyan popüler kitap ve makaleler de bulunmaktadır. (22)

Tüm bu çalışmalar sayesinde, tarihinde hâlâ bazı boşluklar olsa da, Nizariler hakkında net bir kavrayışa ulaşmak mümkün olabilmiştir. İnançları, öğretileri, tarihsel ve dinsel açıdan önemleri bağlamında ortaya çıkan bu yeni Nizari tablosu, hem ortaçağ gezginleriyle Haçlıların söylence ve fante-zileriyle, hem Sünni ilahiyatçı ve tarihçilerin kara çalma-lanyla, hem de oryantalizmin bunlara dayanan önyargılı ve çarpık kavrayışıyla kökten bir farklılık arz eder.

Efsane yıkılmıyor

Özetle, Nizarilerin gerçekte kim olduklarını açıkça ortaya koyan yeterli bilimsel veri epey zamandır mevcuttur. Ancak her nedense bu, mezhep ve tarihiyle ilgili efsanelerin ve klişelerin hegemonyasını sarsmaya yetmemektedir. Ismaililer üzerine bugünün popüler edebiyatı, bütün Hasan Sabbah ve Alamut romanları Marco Polo’nun fantezileri üzerine kurulmaktadır. Tıpkı 19. yüzyıl oryantalistlerinin yaptığı gibi, din adına cinayet işleyen afyonlanmış bir katiller sürüsünün simgesi olarak Hasan Sabbah figürü, bugün yine siyasal amaçlar için yeri geldikçe kullanıma sokulmak üzere, sözde bir tarih bilgisi o-larak hazır tutulmaktadır.

Faik Bulut, Türkiye’de her konunun uzmanı kalem erbabının gazete köşelerinde Hasan Sabbah hakkında sergilediği cehalet ve kötü niyet örneklerini sıralamış. Şunlar anlatmak istediğimizin en bariz örnekleri: (23)

Zülfü Livaneli 24 Nisan 1997′de Mühyet’teki köşesinde Peru’daki Tu-pac Amoru ve Cezayir’deki radikal İslamcı GİA ile Hasan Sabbah hareketini birleştirerek; “sonuçta teröre başvuran bütün ilkel şiddet örgütleri, Hasan Sabbah’m afyonlaşmış cahil sürülerinden ibarettir” demiş. Murat Belge 7 Kasım 1998 tarihli RadikaVde Almanya’da faaliyet yürüten Cemalet-tin Kaplan yandaşları için “Hasan Sabbah’ın torunları” benzetmesini kullanmış.

Magazin tarihçisi Murat Bardakçı 5 Aralık 1999′da Hürriyet’teki yazısında Hasan Sabbah’la Adnan Oktar’ı (Harun Yahya) ilginç biçimde benzeştirerek, “Tarihin İlk Adnan’ı Alamuüu Hasan’dı” başlığını koymuş. Gazetelerde Adnan Oktar’la ilgili haberlere gönderme yaparak; “Sakallı ve şişman zatın kurduğu teşkilat ve müridlerinin ona bağlılığı, bana 12. yüzyılın meşhur bir ismini hatırlattı: Hasan Sabbah’ı… Hasan Sabbah hedefi için tek bir metot uyguladı: Terör… Bizzat kurduğu ve uyuşturucu bağımlısı gençlerin oluşturduğu müridler ordusu, tarihlere, İslam tarihinin en büyük terörist hareketi olarak geçti…” yorumunu yapmış. Böylece tarihi, romanlardan, efsanelerden öğrenerek de tarihçi o-lunabileceğini göstermiş! Bir başka örnekte, Taha Akyol 20 Ocak 2000 tarihinde Müîiyet’te, “Hizbullah, islam tarihindeki Hariciler ve Hasan Sabbah tarikatıyla ortak anlayışa sahiptir” demiş.

Siyasal bir tavır olarak İslam-terör özdeşliği kurmanın gerekli görüldüğü her yerde, Hasan Sabbah efsanesinin elverişli bir malzeme olduğu görülüyor. Emperyalizmin, bu yönde bir algının oluşup yaygınlaşmasını önemsediği bir dönemde çarpıtılmış bir Hasan Sabbah simgesinin popülerlik kazanması da bu yüzden olağandır. (24) Yapma imkânımız olmadı ama şöyle bir taransa, 11 Eylülden sonra ABD’nin Irak ve Afganistan işgalinin ardından, Hasan Sabbah isminin bu tür değerlendirmelerle birlikte daha sık anıldığını görmek şaşırtıcı olmayacaktır.

Bilim ve Gelecek - Baha Oktar

Kaynakça ve devamını okumak için linke tıklayınız

Popüler İçerikler

İki Torunlu Mücevher Kralı 30 Yıllık Eşinden Genç Sevgilisi İçin Tek Celsede Boşandı
Boks Tarihinin En Pahalı Maçı Öncesi Mike Tyson, Jake Paul'a Tokat Attı!
Ayliz Duman Çok Sade Kaldı: Miss Universe 2024'te Gelmiş Geçmiş En Çarpıcı Ulusal Kostümler Giyildi!
YORUMLAR
04.05.2015

Ne zahmet ettin Özet geçip gitseydin okumaya üşendim amk. :D

Aynen A.q 😄

23.07.2016

çok uzatılmış ve gereksiz bilgilerle donatılmış.

13.01.2015

"Sünnilik, Arap aristokrasisi temelli iktidarın, Şia ise Arap olmayan muhalif müslüman kesimin temsilcisi olmuştur." iddiası 10.-11. yüzyıla kadar doğru değildir. Şia ve Hz.Peygamberin torunları hilafetin kendi hakları olduğunu iddia ederek burada söylenen biçimde aristokratik teoriyi aslında kendileri savunuyordu. Şiiliğin arap olmayan unsurlarda yaygınlaşması aslında Türkmen olan o zamanki İran şahlarının Fars milletini (neredeyse jenoside varan uygulamalarla) şiileştirmesinden sonradır.

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ