Hangi yaşadığımız deneyim bize tekrar tekrar zarar verecek zannediyoruz?
Özellikle hayvan korkuları, fobileri olanlar, alanını yeteri kadar koruyamadıkkları için bu fobiye ihtiyaç duyarlar. Bu fobinin bağlantısını görünce ve orada gerçekten kendi bedenini, kendi duygu alanının korumasını yapabildikçe artık o korkuya olan ihtiyaç bitiyor.
Duygularınızın içerisine başka duygular sokuyor musunuz? Kelimelerden, sözlerden kolaylıkla etkileniyor musunuz? Başkalarının yaptıkları, söyledikleri sizi çok fazla etkiliyor, sarsıyor mu? Evet ise o zaman daha güçlenmemişsiniz demektir. Daha fazla köklenebilmek için bu ağacın daha da sertleşmesi, katılaşması ve kabuk tutması gerek. O zaman da hâliyle katılığa ihtiyaç duyarsınız. Peki bu bedende bu nasıl oluyor?
Öncelikle suyun ne kadar yumuşacık olduğunu biliriz. Hatta biraz ısıttığımızda daha da yumuşuyor ve nihayet buharlaşıyor. Ama birazcık soğuttuğunuz zaman da bir anda katılaşıyor.
Bizim bedenimizde de su sistemi; böbreklerimiz, mesanemiz, hormonlarımız, hatta saçlarımız, kemikler dahil olmak üzere vücudumuzdaki tüm kısımlar bu sistemde yer alıyor. Ne zaman ki bir endişe oluşuyor, su hemen donmaya, üşümeye başlıyor. Böbrek rahatsızlıkları ve böbrek kenarlarındaki aşırı soğukluklar da böyle oluşuyor ve bir bakıyorsunuz ki bedeniniz orada bir şeye yol açmış: Kimisinde kemer boyu içerisinde bel fıtığını yapıyor, kimisinde böbrek rahatsızlığı, kimisinde ise rahim ya da prostatta sorun meydana getiriyor. Peki burada asıl sorun ne? Suyun soğuması, yani katılaşması ama aslında olan, kişinin herhangi bir durumda akışı durdurmuş olması. Bunu ne ile yaptı? Bir endişe hâli ile... Ya şöyle olursa, ya böyle olursa, ya savaş buraya gelirse, ya atom bombası atarlarsa, ya deprem olursa, ya sel gelirse..?
Öncelikle buraya bir bilgiyi koymamız önemli: Yeryüzünün, dünyanın, bu kâinatın muhteşem bir yasa ve adaletle yönetildiğinin farkında olmamız gerektiği.
Tabi ki sahibi öncelikle her şeyin hesabını yapmış, bilen, gören olarak, her birimizin ihtiyacını bilen ve karşılayan bir sistem kurmuştur. Öyleyse hiç kimse kafasına göre gelip atom bombasını patlatamaz.
Mesela bir nükleer sızıntı da olsa, o oradaki bir ihtiyacı karşılamak içindir. Yani hiçbir şey hesapsız değildir ve alacağınız nefes sayısı sizin tarafınızdan teyit edilmiştir. Her birimizin yaşayacağı hayat ve kader planları kendimiz tarafından onaylanmıştır.
Onaylanmadık herhangi bir hâl ve durum yaşanmıyor. Öyleyse bu endişe, sisteme ve yaratıcıya olan güvensizlikten kaynaklanıyordur ki bu soğukluk, kişiyi hayattan soğumaya, insanlardan ve ilişkilerden soğumaya kadar götürür.
Şöyle diyebiliriz: Biz güvendikçe güvenilir bir ortamla karşılaşırız ve aklımız ve şuurumuzla herhangi bir olayın, herhangi bir duygunun, herhangi bir düşüncenin veya fikrin bize ne oranda gelebileceğini seçebiliriz. Faydalı ve faydasızı alabilecek bilgiyi benimsediğimiz müddetçe de katılığa ve sertliği olan ihtiyacımız azalır ve nihayet biter fakat kişi kendisi için faydalıyı seçmeyi bilmiyorsa oraya bir baraj yapmak zorunda kalır. Çünkü kendisi için faydalıyı seçemiyordur. “Haydi gidelim şunu yapalım” dendiğinde yapıyordur. Tabii ki otorite ile barışık olacağız ama bir taraftan da her türlü bilgide otoriteyi tespit ederek hareket etmek durumundayız. Yani annenizi ya da babanızı kandırabilirler. Evet ama siz uyanık olmak durumundasınız. Bu şu demek değil: Kandırılacağım korkusuyla yaşamak. Hayat içerisinde her şey olabilir. Her insan iyi ya da iyi olmayan davranışlarda bulunabilir, sen faydalıyı, faydasını alırsın ama bu insana, insanlığa güvensizlik demek değildir.
Her zaman, ben nasılsam sistemim de bana göredir. Yani benim bulunduğum hâl neyse, bana sunulacak olan da budur. Ben korku ve endişe ile yaklaştığımda korkutacak ve endişelendirecek durumlarla buluşurum. Ama kendimi gerçekten eminlikle güvende hissediyorsam zaten korunurum. Bu tedbirsizlik değil. Tabi ki her türlü durum için her zaman akılla tedbirimizi alacağız; bu tedbirleri alırken ise hırs, öfke, kızgınlık, korku ve endişe gibi duygulardan sakınacağız. Bileceğiz ki biz kendi dileklerimizle, taleplerimizle kendimiz için faydalı olanı hayatımıza çekebilir ve çağırabiliriz. Bu yeteneğimiz var. Diğer yandan eğer hayatın içerisinde sertleşip katılaşıyorsak, olduğumuz yerde ölürüz.
Bugün birçok realite, birçok insan yaşıyorum zannediyor, oysa oldukları yerde sabitlikten dolayı yaşamıyorlar ve cansızlar. Her gün aynı şeyi yaşıyor; her gün aynı hâl ve durum içerisinde; aynı duygularla, aynı işleri yapıyor. Bu yaşamak değil; bu, her gün tekrar döngüsü içerisinde aynı şeyi yapıp yaşıyor gibi davranmak. Bunlar ölüler. Dolayısıyla, kıyamet denilen şey bu ölülerin ayağa kalkması, dirilmesidir.
Kıyam etmek; dirilmek, uyanmak, yani bir hâlde o günlük tekrarların, rutinlerin ötesine geçmektir.
Dünya sürekli bir döngü içerisinde; mevsimsel döngüler, her bir çakranın; seni harekete geçirmek, yenilemek üzere her bir elementin farklı farklı döngüleri var. Bu katı ve sert, buz tutmuş duygularından hissizlikle korunacağını zannederek kendini buzlaştırdıysan ama aynı zamanda da akışa geçmek istiyorsan hayat oraya ısısını veriyor: Hayat ya kırıyor ya da oraya yoğun güneş ışınları, ısılar yollayarak bildiğini bıraktırmak üzere, bildiğinden vazgeçirmek üzere çeşitli şekillerde gelip kapını çalıyor. Aslında bunların her birinin hayrımıza ve iyiliğimize olduğunu bilmek önemli.
Seni yaratan, annenden, babandan daha çok severken, senin kötülüğünü mü düşünecek, senin zararını mı düşünecek sanıyorsun? Her an korunup kollanacaksın. Sadece şu var: eğer ateşe yaklaşıyorsan, üstünü başını yakacaksan bundan ötürü bazen “Gel şu ateşin ne olduğunu öğren, şöyle bir elin cız etsin de bir daha bu kadar yaklaşma.” minvalinde deneyimler tattırılabilir.
Bunların her bir tanesi bir korumadır. Ama korunmayı bilmeyip kendi alanını bilmeyip de ateşe atlayanlar, evet, zarar görebilir. Bu sebepten dolayı şunu bileceğiz ki nerede kendimizi çok katılaştırıyorsak, bazı alanlarda, ‘benim dediğim doğru, bundan başka doğru yok’ diyorsak, kendi düşünce ve inanç putlarımıza sıkı sıkıya sarılıyorsak, düşünce ya da duygu yobazlıkları yapıyorsak buralara bir daha bakarak, burada nerede katılaştık, nerede bu kadar sert olduk, duygularımızı, içerdeki o şefkatli, sevgi dolu tarafımızı nerede bıraktık, bunlara bir daha bakmalıyız. Şunu göreceğiz ki aslında hiçbirimizin birbirimizden bir farkı yok.
Yeryüzünde yaşayan bütün insanlık âlemi birleşik insanlık realitesini oluşturabilmek için bir çaba hâlinde. Her birimiz olumlu ya da olumsuz birçok davranışta bulunarak bir yere gidiyoruz.. Bilin ki bütün olan neyse, her birinin bir hesabı her zaman vardır. Ve her bir şey hayır için, fayda için olur. Nasıl ki bir yaprak bile O’nun izni olmadan kımıldamıyorsa, -ki ‘Hayatın Matematiği’nde bunları sayılarıyla, astrolojisiyle, matematiğiyle, renkleriyle, elementleriyle, doğasıyla yani tüm sistematiğiyle anlatıyoruz- emin olmalıyız ki her yerde öyle bir ilahi matematik var ki her bir şey hayır için, bizi desteklemek üzere geliyor.
Tabi ki kişi isterse ölümü de seçebilir. Ölüm katılıktır, sertliktir; canlılık yumuşaklıktır. Bir bebeğe bakın, bedeninin neredeyse % 90 – 95’i sudur ve yumuşacıktır. Bedenindeki sudan dolayı neredeyse kemiklerini bile kıramazsınız. O kemikler, eklemler o kadar esnektir ki bebekler yumuşacıktır. Tabi ki özen ve dikkat de önemlidir. Mesela birçok Kuzey ülkesinde çocuklara egzersiz yaptırırlar. Çeşitli hareketlerle çocukların bedenlerini öyle açarlar ki jimnastikçilerden 10 kat daha esnek olurlar çünkü vücutlarında çok fazla su vardır.
Oysa kişiler ihtiyarlama denilen durumlara doğru gittikçe, vücutlarındaki su % 95'ten yavaş yavaş 65’lere, 60’lara düşer. Artık % 50’lere indiğinde kişi ölür çünkü bedeni susuzluktan katılaşır. Su akışkan bir şeydir, güvenle alakalıdır. Siz güvendikçe insandan insana, doğaya, hayata, kendinizden kendinize ve içeriye doğru akarsınız, akış hâlinde olursunuz.