Bak net söyleyeyim, bu kitap ilk okuyuşta kafa karıştırır. “Neden bu kadar çok köşe yazısı var?” dersin. “Celâl ne anlatıyor?” dersin. “Rüya bir metafor mu yoksa gerçekten kayıp mı?” diye 54. sayfada hafif bir öfke krizi geçirirsin. Çok normal. Çünkü Pamuk burada okuyucusuna şöyle diyor aslında:
“Sadece karakteri değil, anlatıcının sesini, yazarın varlığını, hikâyenin gerçekliğini de sorgula. Ben sana kurmaca değil, kurmaca gibi görünen hayatlar gösteriyorum.”
Yani kitap seni çaktırmadan bir zihinsel labirente sokuyor. Anahtarı vermiyor. Ama ipin ucunu bırakmıyor da. Şehir rehberi gibi değil, kaybolma rehberi gibi yazılmış.
İstanbul bir dekor değil, romanın kendisi
Şu İstanbul’un karlar altındaki hali… Pasajları, bodrum katları, eski gazeteleri, ara sokaklarındaki tabelasız kapıları… Tüm bunlar birer sahne değil, karakterin ta kendisi. Çünkü Pamuk İstanbul’u sadece anlatmıyor, anlattıkça içine giriyor, içine girdikçe kendini de kaybediyor.
Yani Galip’in İstanbul’da birilerini araması, aslında Pamuk’un kendi kimliğini, edebiyatını, geçmişini aramasından farksız. O yüzden bu roman biraz da yazarın kendini dökme biçimi. Yer yer egolu mu? Evet. Ama bazen öyle bir cümle çıkıyor ki aradan, diyorsun ki: “Tamam, bu adam ne yaşadıysa doğru kelimeyle yaşatıyor bize.”