İstanbul Sözleşmesi Nedir? "Kadının Beyanı Esastır İlkesi" Ne İfade Eder?

Tüm kadınların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutluyor ve ehemmiyeti oldukça yüksek olmasına karşın ülkemizin sık değişen gündeminde halihazırda kendine yer bulamayan ancak bulması gereken bir konu olan “İstanbul Sözleşmesi” hakkında bu yazıyı siz değerli okurların ilgisine sunuyorum.

İsmi resmi olarak “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan kamuoyunda “İstanbul Sözleşmesi” adıyla bilinen uluslararası bu akit, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi toplantısında İstanbul’da 11 Mayıs 2011 tarihinde tüm ülkelere imzaya açılmış olup toplamda 45 ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalanmıştır, sözleşmeyi imzalayan ilk ülke ise Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Uluslararası sözleşmelerin onaylanması ve yürürlüğe girmesi için gereken hukuki usullerin tamamlanmasının ardından İstanbul Sözleşmesi, 1 Ağustos 2014 tarihinde ülkemizin mevzuatında resmen yerini bulmuştur. 

İstanbul Sözleşmesi’nin içerik olarak kapsamı kadına yönelik şiddet, ev içi ve aile içi şiddet ile mücadele ve önlemler ile devletlerin bu husustaki pozitif ve negatif yükümlülükleridir. Temel hak ve hürriyetleri düzenleyen sözleşmelerden sayılabilir, konusu “kadın hakları” dolayısıyla “insan hakları”dır.

Sözleşmenin vaz edilme amacı ilk maddede şu şekilde kaleme alınmıştır:

Sözleşme kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak; kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak; kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak; kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.

İşbu sözleşme Türkiye’de ve dünyada hakim konjonktürde maalesef rakamları her sene gitgide katlanan kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerini “insan hakkı ihlal” olarak tanımlamak suretiyle buna karşı çözüm yolunu ayrımcılıkların önlenmesinde bulur. Kadına yönelik şiddeti “ekonomik, psikolojik, cinsel ve fiziksel” olmak üzere dört farklı başlıkta ele almak suretiyle esasen detaylığını ve ciddiyetini göstermektedir. 

Sözleşme; aile içi şiddet tanımı yapmak suretiyle aynı hanede yaşama gibi bir şartı devre dışı bırakmış ve kadınların yaşam hakkını genişletmiştir. Sözleşmede “toplumsal cinsiyet” gibi önemli kavramlar da tanımlanmış ve devletlerin resmen bu literatürü tanımasını sağlamış ve toplumsal cinsiyet gözlüğünü takarak olaylara yaklaşma misyonunu onlara vermiştir.

Sözleşmenin en çok gündem olmuş maddelerinden 4. maddesinde cinsiyet, toplumsal cinsiyet, din, dil, ırk, renk, ideoloji, politik görüş, etnik-ulusal köken, mezhep, azınlık olma, cinsel yönelim, engellilik durumu, medeni hal, göçmen-mülteci-geçici koruma statüsü veya bunların kesişim kümesi hesaba katılarak herhangi bir ayrımcılık yapılmasını yasaklamaktadır, ayrımcılık yapmama misyonunu imzacı devletlere yüklemektedir. 

Bunun yanında türü fark etmeksizin şiddetin önlenmesi ve şiddete karşı mücadele edilebilmesi için muhtelif kurumların yetkili kılınmasını teşvik ederek bu kurumlara işbu şiddetin uygulanma ihtimali olduğu, uygulanıyor olduğu ve uygulanmış olduğu durumlarda ulaşımın-iletişimin sağlanmasını yasal tedbirler içerisinde saymıştır.

Sözleşmede bir diğer tartışılagelen ve önemini koruyan mesele de devlet nezdindeki düzenlemelerdeki ayrımcılığın dezavantajlı gruplar için kullanıldığında devletin pozitif yükümlülüğünün bir yansıması olarak “pozitif ayrımcılık” statüsünde ise bunun da bireylerarası ve cinsiyetler arası eşitliğe bir engel teşkil etmeyeceği vurgusudur. Devletlerin ayrımcılığı engellemek için dezavantajlı gruplara (kadın, çocuk, azınlık vd.) pozitif ayrımcılık tanımasını teşvik etmiş ve devletleri her nev’i ayrımcılıkla mücadelede iç hukuklarında düzenleme yapmakla yükümlü kılmıştır. Esasen çağımız için fazla ileride görünen bu hamleler Batı dünyası ekseninde olağan olup siyasi tarih ve siyasi, sosyal ve ekonomik tarih boyunca kadın haklarının gelişimi göz önüne alındığında gayet doğal ve bugüne uygundur. Kadın haklarının hızlı ilerleyişi ve Türkiye’nin bu alanda cumhuriyetin evvelinde başlayıp cumhuriyetle daha geniş kapsamlı ve ciddi bir biçimde öncü rol üstlenmesine rağmen son yıllarda fazlasıyla geriye düşmesiyle oluşan yaşadığımız çağın işbu sözleşmeden geride olduğu fikrinin yersiz olduğunu ortadadır.

Sözleşmenin başka neler ortaya koyduğuna bakacak olursak, iç hukukta sözleşmeye aykırı ve sözleşmenin vaz ettiği hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı düzenlemelere cevaz vermemesi sözleşmenin ihtiva ettiği burada bahsedilmeye değer bir başka düzenlemedir. Ayrıca bu sözleşme ayrımcılık ve şiddetin yaygınlaşması ve desteklenmesi sonucunu doğuracak düzenlemelerin yapılmasını yasaklamaktadır.

Sözleşme devletlere bu sözleşmeyle uyumlu tavırlar sergilemesini buna yönelik sosyal ve ekonomik politikalar belirlemesini, kadına yönelik şiddetin önlenmesi için bütçe ayırmasını ve sair pratik yükümlülükleri yüklemektedir. İçeriği hakkında oldukça fazla söz etmeye değer maddesi olduğu için ve bu yazı sadece hatırlatma ve Dünya Kadınlar Günü’nü kutlama mahiyetinde olduğu için şimdilik daha detaylı bilgilere gerek olmadığını düşünmekteyim. Daha sonra bu hususu daha ayrıntılı olarak yine söz konusu etmemiz gerekecektir.

İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlandığı zemin

İstanbul Sözleşmesi’nin düzenlenmesinde etkisi olan en önemli olaylardan biri de Türkiye’de büyük yankı uyandırmış Nahide Opuz davasıdır. Nahide Opuz, kendisine ve ailesine şiddet uygulayan, tehdit eden kocasını devlet makamlarına 36 kez şikâyet etmesine rağmen ona yeterli koruma desteğini verememiş olan güvenlik güçleri için Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı 15 Temmuz 2002 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) dava açtı. AİHM, 9 Haziran 2009 tarihinde Türkiye hakkında “devletin vatandaşını koruyamadığı” gerekçesiyle tazminat ödenmesi kararına hükmetti. Bu uluslararası yaptırım Türkiye’nin uluslararası sahada zarar görmesine sebep oldu ve Nahide Opuz davası, İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanmasında ana sebeplerden biri oldu.

“Kadının beyanı esastır” İlkesi

“Kadının beyanı”nın kovuşturma ve hüküm aşamasında değil soruşturma yani şüphe aşamasında esas olduğunu da bu yazıda tekrar hatırlatmak isterim. Yargıtay’ın “kadının beyanı” ifadesini kullandığı emsal kararlar da mevcuttur:

Kadının beyanı, yargılama sırasında; hayatın olağan akışına uygun, samimi, tutarlı ve istikrarlı, mağdur ile bir husumetten kaynaklanmayan, olay ertesinde hemen tanıklarla paylaşılmış, doktor raporları ile belgelenmiş ve sanık tüm bunları çürütemedi ise hüküm esastır.

Basit bir ifadeyle bu ilke, “delil yetersizliği” olan durumlarda kadın veya çocuğun beyanının esas alınmak suretiyle potansiyel şiddete yönelik koruma sağlanması anlamına geliyor. İddia olunan mağduriyetin gerçekleşmediği mahkemeye ispat edildiği takdirde tedbir kararı kaldırılabiliyor. Dolayısıyla kamuoyunda sıkça yanlış bir şekilde bahsedildiği gibi kadının beyanına göre kimseye mahkumiyet ve tazminat kararı verilmiyor.

Ülkemizdeki ve dünyadaki tüm kadınların Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutlar, esenlikler dilerim. Bir başka yazımda görüşmek dileğiyle, hoşça kalın!

Instagram

Linkedln

Facebook

Popüler İçerikler

Fenerbahçe Teknik Direktörü Jose Mourinho ile İlgili İspanya'dan Transfer İddiası Var
Fernando Muslera, Jose Mourinho'yu Hedef Aldı: "İstemiyorsa Gidebilir"
Narin Güran'ın Babası Arif Güran İlk Mahkeme Sonrası Konuştu: "Kızımı Nevzat Bahtiyar Katletti"