O koku. İçim ürperdi. Birkaç adım ilerideki banka kendimi atmak istedim. Yürümek istedim. Bacaklarım hareket etmiyordu, benim değillerdi sanki. Gözlerim görüyor, tenim esintiyi hissedebiliyordu. Ama koku, kaslarımın kontrolünü yitirmeme neden olmuştu. Aman Allah’ım! İnme mi inmişti? Az önce etrafta kimsenin olmamasına sevinen ben, yardım için gözlerimle etrafımı tarıyordum, ama nafile. Sakin, dedim kendime. Ardından, nefesimin ve vücudumun normale dönmesi ümidiyle gözlerimi kapattım.
Gelmiştin. Tanrıçam, yitik prensesim. Gelmiştin. Yedi yıldır bir kerecik olsun düşlerimde görmek için yanıp tutuştuğum. Gelmiştin.
O günkü gibi, kırmızı ve puantiyeli. O son günkü gibi bakır saçlarında parlayan ışıkla, incecik boynunda uçuşan beyaz fularınla. Gelmiştin.
Kaskatı bedenim gevşemeye başladı. Kalbimden çıkan kanın yol alışını ve sıcaklığını sert bir viski edasıyla parmak uçlarıma kadar uzanan tüm damarlarımda hissedebiliyordum. Bittiğinde teninin kokusunu tekrar yaşamaya başladığım sekiz on saniye süren iki buçuk saatlik film gibiydi seni, bizi seyretmek.
Artık kokun bende, göremeyen bir insanın denize ilk adım attığında hissettiği özgürlük olarak yaşayacak.
Artık kokun bende, tomurcuğun kabuğunu kırarken çıkardığı ses olarak yaşayacak.
Artık kokun bende, içtiğim suyun tarifsiz tadı olarak yaşayacak.
Artık kokun bende, anne karnındaki bebeğin, süzülen ışığa karşı göz kapaklarının hareketi olarak yaşayacak.
Artık kokun bende.
Hoş geldin.
İsmail Altıntaş