İçinde bir tutam gizem, az da olsa korku barındıran, ayrıca insana kaybolmuşluk hissi de veren ada hikâyelerini her zaman sevmişimdir.
Adadaysan, sanki bu âlemin dışında, denizin ortasında, her an yutulabilecek bir toprak parçasında yaşarsın ancak dış dünyadaki istemediğin herkesten de uzaktasındır. Tıpkı romanımdaki adaya sığınmak zorunda kalan şifacı kâhin kadınların istediği gibi… Orta Çağ Avrupa’sından kaçan bu kadınların hikâyesini düşünürken Vordonisi Adası karşıma çıktı. Hem şaşırdım hem de uzun süre etkisinden kurtulamadım. Tabii sonrasında kendimi Vordonisi Adası’nı araştırmaya başlamışken buldum. O sırada “Göbeklitepe’nin Gizemi” bitmek üzereydi ve ben aklımdaki Ada’nın hikâyesini yazmaya çoktan başlamıştım.
O günlerde Bostancı açıklarında batmış bu adanın varlığı çoğu kimse tarafından bilinmiyordu, halen de yeterince bilinmiyor sanırım. Halbuki günümüzden yaklaşık bin yıl önce adada yaşayanlar, üzerindeki manastırla, din adamlarıyla, şifacı kahinlerle ve şifayla karışık büyülü malzemeleriyle birlikte sulara gömülmüştü. Ancak bu trajik batış Orta Çağ karanlığında kaybolup gitmiş gibiydi.
Ada ise o günlerin en önemli şifa-büyü merkezlerinden biriydi. Günümüzün modern insanına, şifa- büyü sentezi, paranormal olaylar inanılmaz gelir. Ama Ortaçağ insanının hayatının tam merkezinde bu olgular vardı ve yaşamlarını anlamlı kılardı.
İşte bu nedenle, Ada’daki yaşamı ben anlatmalıyım, dedim. Hem İstanbul tarihini hem de Orta Çağ’ın büyülü dünyasını anlatmanın cazibesi de inanılmazdı. Hikâyenin kendi kendini yazdıracağına da emindim. İşte her şey bu düşünceyle başladı.