Fakir ayakkabıcı Simon, karlar altında bir adamı –nay, bir meleği– görür sokakta. Michael adındaki bu göksel misafir, kanatlarını yitirmiş, insan kılığına bürünmüş bir elçidir; Tanrı'nın gazabıyla yeryüzüne indirilmiş, üç sırrı çözmek için: İnsan ne ile yaşar? Ne ile giyinir? Ne ile kalır? Simon'un evinde sığınır, karısı Matryona'nın merhametli kollarında ısınır. Michael, sessizce çalışır, ayakkabı diker, ama gözleri hep uzaklara dalar – o uzaklar, ruhun sonsuzluğudur. Zengin bir beyefendi gelir, ölüm meleğini yanına çağırır; bir kadın doğurur, ikiz kızlarını kaybeder ve her sahnede, Michael'ın kalbi bir parça daha aydınlanır. Sonunda, kanatları geri döner: İnsan, sevgi olmadan yaşayamaz, çünkü sevgi, varoluşun ekmek ve suyudur; giysilerimiz inançtır, başkalarının gözünden görülen kendimizdir ve kalırız, yalnız değil, başkalarının sevgisiyle sarılı olarak. Tolstoy, bu sırrı bir peri masalı gibi sarar, ama altından felsefenin keskin bıçağı çıkar: İyilik, zorunluluk değil, ruhun doğasıdır; merhamet, bir lütuf değil, hayatta kalmanın tek yoludur.
Tolstoy'un üslubu, bir nehir gibi akar öyküde – sakin, ama derinlerde girdaplar taşır. Hümanist bir kalemle yazar; insanı yargılamaz, kucaklar. Simon'un fakirliği, Michael'ın gökselliği arasında bir köprü kurar, sınıf farklarını eritir sevginin ateşiyle. Masalsı dil, Rus folklorundan beslenir: Doğa, karakterlerin ruhunu yansıtır; kar, yalnızlığın simgesidir, sobanın sıcaklığı ise merhametin. Ama bu masal, didaktik bir vaaz değildir; Tolstoy, okuyucuyu bir ayna önüne koyar, 'Bak,' der, 'sen de buradasın.' Ahlakı, soyut bir kavram olmaktan kurtarır; onu, Matryona'nın bir lokma ekmek vermesinde, Simon'un yabancıya kapı açmasında somutlaştırır. Öykü, varoluşun temel sorularını sorar –ne için yaşarız? – ve cevaplarını, insanın en yalın haliyle verir: Başkalarında kendimizi bulmakla. Bu, bir edebiyat şölenidir; kelimeler, ruhun tohumlarını eker ve okur, sayfaları kapattığında, kendi hayatının bahçesinde filizlenmelerini izler.