“Poyrazköy’de yapılan kazılarda beş tane boş law paketlenmiş olarak gömülmüş şekilde bulundu. Bu boş lawın kullanılma olanağı yok yani kullanmazsınız. Ben de şu soruyu soruyorum, acaba bunu yapanlar, gömenler kim?”
Aslında, bu sözlerim ile bunların buraya askerler tarafından değil, komplocular tarafından gömülmüş olabileceğini işaret ediyordum.
Bu konuşmam, büyük yankı ve rahatsızlık uyandırdı. Basın toplantısında boş lawlara “boru” dememiştim. Özellikle, bu “boru” sözcüğü üzerinden aleyhimde propaganda yapıldı.
Ergenekon davasında, suçlandığım olaylar arasında yapmış olduğum basın toplantıları da vardı. İddia edilen “Ergenekon Örgütü”nden aldığım talimatlarla bu basın toplantılarını yaptığım, sözlerim ile devam etmekte olan soruşturma ve davaları itibarsızlaştırmaya çalıştığım suçlamasıyla karşı karşıya kaldım.
Aslında yaptığım; TSK personeline karşı yürütülen asılsız ve haksız uygulamalar karşısında, görevim gereği kamuoyunu bilgilendirilmekten başka bir şey değildi.
Bu davranışlarımın ve söylediğim sözlerin doğru olduğu bugün bir, bir ortaya çıkıyor.
2 Ekim 2015 günü; ilgili Mahkeme; 84 sanıklı “Poyrazköy’de Ele Geçirilen Mühimmat Davası”nda tüm sanıklar için beraat kararı verdi.
Söylediklerimin doğru çıkmasından ve yanılgıya düşmemiş olmamdan dolayı elbette, mutluyum. Ancak, bu süreçlerde hayatını kaybedenlere ne olacak? Yıllarca hürriyetleri elinden alınanların, kayıpları nasıl telafi edilecek? Komplocular hesap vermeyecek mi?
Şimdi; 2009 yılında Poyrazköy’de bulunan mühimmat üzerine ortalığı ayaklandıranlar ve bu komployu kuranlar ne diyecek, nasıl davranacak diye bir beklenti içinde değilim.
Çünkü, onlar o günde vicdan sahibi değildiler, bugünde onlardan vicdanlı ve onurlu davranmak beklenemez.
Haziran ayı başında resmi ziyaret nedeniyle ABD’de bulunuyordum. Gezi esnasında, olağanüstü bir ilgi gördüm. Belki de ilk defa bir Gnkur.Bşk. olarak bir düşünce kuruluşunda toplantıya katıldım. CSIS’deki toplantının ertesi günü, Cemaat üyesi ait bazı kişilerin orayı ziyaret edip, benim orada ne konuştuğumu öğrenmeye çalıştıklarını daha sonra öğrenecektim.
ABD’de bulunduğum; 4 Nisan 2009 günü, Gazi Üsteğmen Avukat Serdar Öztürk’ün ofisi polisler tarafından arandı. Mustafa Levent Göktaş’ın avukatlığını yapmakta olan Serdar Öztürk’ün bürosunda hiçbir CD ve DVD bulunamadı. Çünkü, her şeyden suç delili üretildiğini düşünen Öztürk, onları bürodan toplamıştı.
Ancak, polisler bürodaki masanın üzerinde açıktaki mavi klasörün içinde iddia edilen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nın fotokopisini buluverdiler. CD ve DVD’leri toplayan Öztürk, böyle iddia edilen bir planın fotokopisini masasının üzerinde bulunan bir klasörün içine koymuştu.
12 Haziran 2009 günü “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” medyada haber oldu. Yapan gazete elbetteki Taraf idi.
Aynı gün Genelkurmay Savcılığı tarafından konu hakkında soruşturma açıldı.
Soruşturma kapsamında, böyle iddia edildiği şekilde bir planın Gnkur.Bşk.lığında hazırlanıp hazırlanmadığı ile hazırlanmış ise kimlerin tarafından hazırlandığının araştırılması istenilmişti. Yurt dışında olmam nedeniyle; Gnkur.II.Bsk.nının beni telefonla arayıp, görüşümü sorması bile, gözü dönmüş savcılar “örgüt bağlantısı” delili olarak dava dosyasına sunmaktan çekinmediler.
İddia edilen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” nda yer alan bazı önemli noktalar şöyledir:
“Askeri suç kapsamında Işık evleri baskınlarında silahlı terör örgütü oluşturmak doğrultusunda silah, mühimmat, plan gibi materyal bulunması sağlanarak Fethullah Gülen grubu silahlı terör örgütü kapsamına aldırılacak ve soruşturmalar askeri yargı kapsamında yürütülecektir.”
Cemaatin lideri 6 Nisan 2009 tarihinde bir internet sitesinde yayımlanan beyanatında şunları söylüyordu:
“Mesela Tahşiye diye bir şey icat edebilirler. İyi organize edebilirlerse bunları belki hakiki Müslümanlarla kitap okuyan Müslümanların içine sokmaya çalışabilirler. Onları güçlendirmek için ellerine silah da verebilirler.”
Gülen’in konuşmasında söyledikleri ile iddia edilen Planda yazılanlar arasındaki benzerlik ortadadır. Aynı günlerde; Kayseri’deki soruşturmada devam etmekte olup,soruşturmanın Işık evleri ile de ilgilendirildiği unutulmamalıdır.
“Kollama” ve “Tek Türkiye” adlı televizyon dizilerinin isimleri de iddia edilen planda yer almaktadır. Planda bu diziler hakkında olumsuz haberler yapılması istenilmektedir. Daha sonra anlaşıldı ki, bu televizyon dizileri Tahşiye grubuna karşı yapılan yayınlar arasında imiş.
İddia edilen planın üzerinde “İrticayla Mücadele Eylem Planı” ismi vardı. Ancak, Taraf gazetesi planın ismini “AKP’yi ve Fethullah Gülen Cemaatini Bitirme Planı” olarak yayımladı. Bu ismi hakikaten kim koydu? Neden böyle bir isim koyuldu?
AKP ile neden Nakşibendi Tarikatı değil de, Fethullah Gülen Cemaati. Bu da üzerinde durmaya değer, diğer bir noktayı oluşturmaktadır.
24 Haziran 2009’da Genelkurmay Savcılığı soruşturma hakkında Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı’nı verdi. Bu doğal bir sonuçtu. Çünkü ellerindeki bir fotokopi idi, hukuki değere sahip bir “belge” değildi.
26 Haziran 2009 günü yapılan basın toplantısında, haklı olarak, “kağıt parçası” demem, karşı tarafı ciddi şekilde rahatsız etti. Komploları, oyunları tıkanmıştı.
Bu soruşturma kapsamında, Genelkurmay Savcılığı tarafından el konulan harddiskler; Ergenekon davasına bakan 13.Ağır Ceza Mahkemesi Naip Hakimi tarafından incelendi. 5,5 GB hacmindeki tutanakta:
“71 adet harddiskte kovuşturma ile ilgili olacak veya kovuşturmaya katkı sağlayacak hiçbir bilgi ve belgenin bulunmadığı”
İnceleme Tutanağında ise:
“İddia edilen ‘İrtica İle Mücadele Eylem Planı’ bulunamamıştır” ifadeleri yer almaktaydı.
17 Haziran 2009 günü, Albay D. Çiçek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ifade vermeye çağrılmıştı. Bunun yasaya aykırı olduğunu kendilerine iletince, Savcılık bir yazı ile bu talebini geri almıştı.
26 Haziran 2009 günü basın toplantısı yaptığımız günün erken saatlerinde; sabah karşı TBMM’de bir yasal düzenleme yapılmıştı. Gece yarısı yapılan değişiklikten Genelkurmay Başkanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı’nın bilgisi yoktu.
Birinci değişiklik ile; askeri şahısların askeri mahallerde işledikleri suçlar nedeniyle Özel Yetkili Mahkemeler tarafından yargılanmalarının önü açılıyordu. Bu madde, Anayasa’ya aykırı idi.
26 Haziran 2009’da yapılan yasa değişikliği üzerine Albay Çiçek tekrar ifade vermeye çağrıldı. İfadeye çağrıldığı gün 30 Haziran 2009 idi. O gün Milli Güvenlik Kurulu toplantısı vardı. Belki de o günü özellikle seçmişlerdi. Toplantı esnasında 26 Haziran’da yapılan yasa değişikliğinin, Anayasa’ya aykırı olduğunu açıkça belirttik. Ancak, görüşlerimiz dikkate alınmadı.
O gece tutuklanan Albay Çiçek; 18 saat geçmeden tahliye edildi.
Daha sonra, Anayasa Mahkemesi de değişikliğin bu maddesini iptal etti.
İkinci değişiklik ise, her halükarda sivil şahısların askeri mahkemelerde yargılanmalarına son veriliyordu. Bu madde tartışmalı idi. Başlangıç da, doğal uygun bir değişiklik olarak da görülebilir. Ancak, unutulmasın ki bu değişiklikten ilk faydalanacak kişiler, Kayseri’de haklarında askeri savcılık tarafından soruşturma açılan ancak o günde yakalanamayan beş sivil kişi olduğudur.
Olaylar, yasa değişikliğinin zamanlaması, yasa değişikliklerinden nasıl ve kimlerin faydalandığı, bu yasa değişikliklerinin Cemaat tarafından istenildiğini göstermektedir.
İddia edilen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” komplosu burada bitmeyecekti. Cemaat bu konudaki başarısızlığı kabul etmeyecek, komplonun devamı için her fırsatı kullanmaya çalışacaktır.
Kamuoyunda “Amirallere Suikast” soruşturması olarak bilinen Gölcük operasyonu 15 Temmuz 2009’da İstanbul Emniyet Müdürlüğüne ulaşan isimsiz ve imzasız bir e-posta ihbarıyla başladı.
Donanma Komutanlığında görevli bazı teğmenler ile askeri okul öğrencilerinin uyuşturucu ve fuhuş temelli örgütsel faaliyetler içerisinde oldukları iddia ediliyordu.
İstanbul Emniyet Narkotik Şb. Md.lüğünün hazırladığı “sanık karar takip formu” incelendiğinde çarpıcı bir gerçek ortaya çıkıyordu. Belgenin üzerindeki tarih 28 Haziran 2009 idi. Demek ki, soruşturma e-posta ihbarı ile başlatılmamıştı. Komplo planlanmıştı.
İstanbul Harp Akademileri Komutanlığı diploma töreninde karşılaştığım; İstanbul Valisine bu yapılandan çok rahatsız olduğumuzu söyledim.
Vali, Başbakan’a bilgi verip müsaade istedikten sonra, Ankara’ya Genelkurmay Başkanlığı’na geldi.
Vali’nin elinde iddia edilen “Kafes Eylem Planı” vardı.
“Kafes Eylem Planı”, 21 Nisan 2009 günü ilginç bir şekilde Levent Bektaş’ın işyerinde bulunduğu ileri sürüldü. Anlaşılan geçen sürede polis bu komplo planı üzerinde çalışmıştı.
İddia edilen planı karargah inceledi. Gecikmesiz olarak, incelenmek üzere Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na “Kafes Eylem Planı” gönderildi.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, ortada bir delil veya bilgi bulunmadığı için askeri savcılık tarafından soruşturma açılmasına gerek duymadı.
Poyrazköy ve Amirallere Suikast soruşturmaları sonunda hazırlanan iddianameleri incelemeyi müteakip; 10 Şubat 2010 günü bir gazeteye röportaj verdim. Amacım, kamuoyunu bilgilendirmekti. Röportajda şu konulara değinmiştim.
“Bir denizaltıda bomba patlatıp çoluk çocuğun ölümü ile kaos yaratılacağı iddia edilmektedir.
Bulunan patlayıcı ise yarım libre TNT ile iki burgu patlayıcı. Toplam 400gr. Patlayıcılar, buradaki kripto cihazlarının düşmanın eline geçmesini önlemek üzere eskiden konulduğu belli. Usulüne göre imha edilmemiş.
450 gr. patlayıcı denizaltıyı batırır mı? Hayır. Gemiye ziyaret için gelen çocukları öldürmek için konulduğunu iddia etmek saçmalıktır.
İddianamenin suçlar bölümünde amirallere suikast ile ilgili bir satır var mı? Hayır. Bu denizciler kendi komutanlarına dahi suikast yapacaklar diye, yazan, çizen, bağıranlara ne oldu? Bunun hesabını kim verecek, böyle rezillik olur mu?
Deniz Kuvvetleri sürekli gündemde, neden?
Karadeniz’in önemi giderek artıyor. Doğu Akdeniz’inki zaten malum. Milli Gemi projesi ile artık kendi gemilerimizi üreteceğiz.
Bize karşı yapılanların arka planını biliyoruz.
Birileri gerekeni yapar diye susuyoruz ve bekliyoruz.
Ama, bununda bir sınırı var.”
Bu konuşmada, hakkımda hazırlanan iddianamede yer aldı. Suçlama yine aynı idi:
“Ergenekon Davasını” kamuoyu gözünde itibarsızlaştırma ve yargılamayı etkileme.
Peki ne oldu? Ekim 2015’de “Kafes Eylem Planı”, “Amirallere Suikast”, “Gölcük Belgeleri” gibi davaların birleştirildiği 84 sanıklı “Poyrazköy’de Ele Geçen Mühimmat” davasındaki bütün sanıklar beraat etti.
-7 Ağustos 2009’da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı bir karar aldı. Suç yerinin Ankara olması nedeniyle “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” ile “TSK’ni aşağılama ve hakaret suçu” na ilişkin soruşturmanın Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülmesini istedi.
Bu karar çok önemli idi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı iddia edilen planın birileri tarafından üretildiğini ve bunların amaçlarının ise TSK’ne bir komplo/kumpas kurulması olduğunu bir noktada kabul ediyordu.
Bu aslında, çok önemli bir kırılma ve dönüm noktasını oluşturuyordu.
Komplocular tam bir panik haline girmişlerdi.
Komplocular; iddia ettikleri “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” ile girdikleri çıkmazdan çok rahatsızlardı. Medyadaki rüzgar aleyhlerine dönmüştü. Çıkış yolu aradılar.
İhbarcı, mektuba göre bir subaydı. İhbarcı subay mektup ile gönderdiği “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın ıslak imzalı olan dosya suretini 12 Haziran 2009 günü klasörden almıştı.
Neden 3,5 ay bekledi? Kimse bu konunun üzerinde durmadı.
Öz, ihbar mektubu kendisine ulaşır ulaşmaz; 16 Ekim 2009 günü mektubu Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’na gönderdi.
Olay; 23 Ekim 2009 günü basında yer aldı. İşin ilginç yönü 19 Ekim 2009 günü de Habur olayı yaşanmıştı. Bu iki olay arasında bir ilişki olduğu şüphesini çok kişi taşımaktaydı.
İddia edilen planın üzerindeki “ıslak imza”nın incelenmesinin yapılması ise tam 3,5 ay sürdü. Karar, dört üyenin muhalefeti ile çıktı.
Bir imzanın incelenmesi bu kadar süremez. Bu akla, arzu edilen bir şekilde raporun çıkması için kadrolaşma için harcanan sürenin, 3,5 ay aldığını getirir.
11 Kasım 2009 günü, ifadeye çağrılan Alb.Çiçek tutuklandı. Giydiği eldivenler ile “ıslak imzalı” planı ele alan, Çiçek defalarca, planın üzerinde bulunan parmak izlerinin incelenmesini talep etti, bu talepler hiçbir zaman dikkate alınmadı. Çünkü, hazırlanan plan üzerinde komplocuların parmak izleri vardı.
Başbakan, iddia edilen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nın yer aldığı ihbar mektubuna ilişkin kendisine sorulan soruya, 8 Kasım 2009 günü şöyle cevap vermişti:
“Genelkurmay Başkanı ile İrtica İle Mücadele Eylem Planı ile ilgili aramızda bir sorun, güven sorunu yok.”
Mühimmatı bulan, “Göyne” isimli bir gizli tanıktı. İfadesi şöyleydi:
“Balık tutmak için göle gittiğimde göl sularının çekilmiş olduğunu gördüm. Biraz dikkatle baktığımda yan taraflarda bir adet el bombasının olduğunu gördüm, etrafa saçılmış çok sayıda mermilerin ve el bombalarının olduğunu görünce, görüşmekte olduğum polis memuruna telefonla ihbarı yaptım.”
Mühimmatları bulan vatandaş gizli tanık yapılıyor. Nasıl oluyor ise; o vatandaş ihbarı arkadaşı olan polise yapıyor. Gerçekten, inanılması zor bir durum.
Daha sonra tutuklanan MİT personeli, Çatalarmut’taki mühimmatı oraya polisler koydu diye ifade verdi.
10 Aralık 2009 günü 3.Ordu Komutanı Erzurum Özel Yetkili Savcılığı tarafından ifade vermeye çağrıldı. Bu bir ilkti. Görevi başında, bir Ordu Komutanı, şüpheli olarak ifade vermeye çağrılmıştı. Mazeret gösterilerek, Ordu Komutanı ifade vermeye gönderilmedi.
Kasım ayı içerisinde Deniz Kuvvetleri personeline yönelik büyük bir karalama kampanyası da yürütülmüştü. Soruşturmaların bir Ordu Komutanına kadar uzaması, TSK personeli üzerinde büyük etki yaratmıştı. Bunun üzerine, 3.Ordu bölgesine giderek, personele moral desteği verilmesinin uygun olacağı düşünüldü.
17 Aralık 2009 günü Trabzon’a gidildi. Trabzon limanında bulunan Oruç Reis Fırkateyni’nde bir konuşma yaptım. Konuşma yeri için bir Fırkateyni seçmemin nedeni, Deniz Kuvvetleri personeli üzerinde olumlu etki yaratmaktı.
Ergenekon savcı ve hakimleri, konuşmanın bütününe bakmadan, bir cümleyi saptırarak, Oruç Reis’in kişiliğinden hareket ederek anlamsız suçlamalarda bulundular.
Üzerinde durdukları cümle şu idi; “TSK’ne karşı yürütülmekte olan asimetrik psikolojik harekata ilişkin bazı hususlara değinmek istiyorum. Bu konulara TCG Oruç Reis Fırkateyni’nde değinmemin özel anlamı var.”
Halbuki, daha öncede değindiğim gibi, Oruç Reis Fırkateyni’ni seçmemin nedeni, Deniz Kuvvetleri personeline moral vermekten ve TSK’ne karşı yürütülen asimetrik psikolojik harekata değinmekten başka bir şey değildi. Nitekim, bazı köşe yazarları da yazdıkları yazılarda bu konuya bu şekilde değinmişlerdi.
Konuşmada dikkati çeken diğer hususlar ise şöyleydi: Karadeniz halkının ulusal konulara karşı hassasiyeti, TSK’ne karşı ilk defa asimetrik psikolojik harekatın medya aracılığı ile yürütüldüğü. Adli makamların, ihbar mektupları, itirafçılar ve gizli tanık ifadelerinden hareket ederek soruşturma açtıkları. TSK personeline karşı yürütülen soruşturmalar hakkında, Genelkurmay Başkanlığı’na bilgi verilmediği. Polis ve askerin karşı karşıya gelebileceği durumların olmasına neden olunmaması.
Konuşmada söylediğim şu sözler ise, Ergenekon Savcı ve Hakimleri tarafından görülmedi bile:
Son zamanlarda artan toplumsal olaylarda şiddete başvurulduğunu görmekteyiz. Bu olaylar, hiçbir şekilde kabul edilemez. Toplumun bütün kesimleri, sağduyulu olmak tahriklere kapılmamak zorundadır. Toplumsal çatışma hiç kimseye ve ülkemize fayda sağlamaz…..
Türk Silahlı Kuvvetleri, her vesile ile demokrasinin ve hukuk devletinin yanında olduğunu ifade etmektedir…..
Türk Silahlı Kuvvetleri, hiçbir zaman hataları örtme, suçluları koruma durumunda olmamıştır…..
Konuşmamı da şu cümle ile tamamlamıştım:
Gün, birlik beraberlik ve bütünlük günüdür.
Yani, Trabzon konuşmasından neredeyse iki gün sonra.
Trabzon’da şikayet ettiğimiz konulara adeta birer cevap gibi; olan olaylardan bize bilgi verilmedi ve yaratılan olaylarla da adeta polis-asker çatışmasına neden olunmaya çalışıldı. Bu konuya ilişkin örnekler şunlardır:
Polis; medyaya göre en az Mart 2009’dan beri, o bölgede askerlerin kiraladığı bazı araçların dolaştığını biliyordu. Ama, Genelkurmay Başkanlığı’na bunlar kime aittir, neden burada bulunuyorlar diye sorma ihtiyacı duymadı.
Karşılıklı güvenin ve devlet adabının olduğu ülkelerde olduğu gibi, şüpheli durumlarda TSK ile irtibata geçerek bilgilendirme yapılması ve gerçekten şüpheli bir durum varsa da Ordu ile işbirliği yapılarak, yasalar çerçevesinde hareket edilmesi gerekirken, bunlara asla itibar edilmedi. Çünkü amaç; TSK’ne komplo kurulması idi. Fırsat kollanıyordu. Yakaladıkları bu fırsatı kullandılar.
Aynı tip diğer bir olay ise; 31 Aralık 2009 günüde yaşandı. Polis, beyaz renkli Deniz Kuvvetlerine ait iki aracı durdurdu. Merkez Komutanlığı ile irtibata geçilmesine yine gerek duyulmamıştı. İhbara göre; araçtakiler bir hakimi takip ediyordu, ona suikast girişiminde bulunacaklardı. Bu olayda asker ve polis neredeyse karşı karşıya geliyordu. Malum, araçtan aşçı uzman çavuş çıkmıştı.
Yine aynı şekilde bir olayda Mart 2010’da yaşandı. Özel Kuvvetler Komutanlığı bakım ve onarım için Ankara’ya getirilen bombaları kiraladıkları 4 sivil kamyonla naklediyordu. Bu dört araç Ankara’ya girişte durduruldu, TSK’ne ait malzemeyi taşıdıkları bilinmesine rağmen, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne getirildi, arandı. Daha sonra da Ankara Merkez Komutanlığı’na bilgi verildi. Yapılan tamamen yasa dışı idi, kötü niyetli idi. Buradan hareket edilerek, ortaya çeşitli senaryolar atıldı.
25 Aralık 2009 günü, Özel Yetkili Savcı adeta bir basın ordusu ile bu sefer Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı’nda aramalara başladı. Aramalar mahkeme kararı ile; yasalar etrafından dolaşılarak ve yapılan bütün itirazlara rağmen mahkemece görevlendirilen hakim tarafından, 20 Ocak 2010 gününe kadar devam etti.
19 Aralık 2009 günü başlayan ve 20 Ocak 2010 gününe kadar devam eden, Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı olayında, komployu kuranların amacı daha öncede ifade ettiğimiz gibi, çeşitli tarihlerde işlenmiş “faili meçhul” cinayetler ile TSK arasında ilişki kurmaktı.
Bu konuya ilişkin, düşüncelerimiz, görüşlerimiz ve tekliflerimiz, Genelkurmay Başkanlığı’nda düzenlenen Başbakan ve ilgili Bakanların da katıldığı bir toplantı da dahil olmak üzere, yetkili ve sorumlu makamlara defalarca anlatıldı. Olayların, asker-polis çatışmasına neden olabileceği belirtildi. Ancak, maalesef diğer yaşananlarda olduğu gibi hiçbir sonuç elde edilemedi.
2009 yılında açılan soruşturmayı yürüten savcı görevden alındığı tarihe kadar dosyayı açık tuttu. Herhalde, ortaya yeni bir ihbar mektubu, gizli tanık çıkacağını bekliyordu.
Dosya ile görevlendirilen yeni savcı, derinliğine yaptığı bir incelemeden sonra, dosyada şüpheli olarak bulunan herkes için; “Kovuşturmaya Yer Olmadığı” kararını verdi.
Bu olay, bir yüzkarasıdır. Yapılan komplolara ait tipik bir örnektir. Komployu kuranlar ve yürütenler bellidir. Beklenen, onlar hakkındaki soruşturmaların en kısa zamanda açılmasıdır.
Olayların adeta bir merkezden senkronize edildiğini gösterecek şekilde, aynı gün, yani 20 ocak 2010 günü Taraf Gazetesi iddia edilen “Balyoz Güvenlik Harekat Planı”nda olduğu ileri sürülen bir takım haberleri sansasyonel bir tarzda yayımladı:
Fatih Camisinin uçaklar tarafından bombalanacağı, insanların tutuklanıp stadyumlarda 200 bin kişinin gözaltına alınacağı gibi.
5-7 Mart 2003 tarihleri arasında icra edilen, 1.Ordu Plan Seminerinde yapılan konuşmaların ses kayıtları alınmıştı.
Daha sonra hazırlanan bilirkişi raporunda; bu ses kayıtlarının çözüm metninin Aralık 2007’de yazıldığı, bunların elektronik ortama geçirilmesinin ise 25 Kasım-15 Kasım 2009 tarihleri arasında yapıldığı yazılıdır.
Bu tarihler şunu göstermektedir. Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı komplo yapılmasına daha öncede değindiğimiz gibi 2007 yılının sonunda karar verilmiştir. “Balyoz” komplosunun sahneye konulmasına ise; Ekim 2009’da başlanılmıştır. Tıpkı; iddia edilen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nın ıslak imzalısının gündeme sokulmasına Ekim 2009’da karar verildiği gibi.
25 Ocak 2010 günü Gnkur. Kh.da; Kazım Karabekir’i anma günü tertiplenmişti. O vesile ile; “Balyoz” soruşturmasına ilişkin şu sözleri söylemiştim:
“Allah Allah diye askerine hücum ettiren, taarruz eden bir Ordu, nasıl Allah’ın evi camiye bomba atmayı düşünür. Vicdansızlıktır. Lanetliyorum bunları.”
Konuşmayı da şöyle tamamlamıştım:
“Türkiye’de son dönemlerde darbe iddiaları gündemin başını işgal ediyor. Darbe iddiaları hicap ediyorum. Bu iddialardan fevkalade rahatsızız. Elbette, Türkiye’de bazı olaylar yaşandı. Ama, diyoruz ki bugün artık bu olaylar geride kaldı. Bu süreçte yaşanan olaylardan, herkesin kendi başına düşen bölümlerden gerekli dersleri çıkardığını düşünüyoruz.
Biz diyoruz ki, demokraside, demokratik yönetimlerde en önemli husus iktidarların seçimlerle, demokratik yöntemlerle el değiştirmesidir.”
29 Ocak 2010 günü de, Taraf Gazetesi yazarı, bavul dolusu dokümanı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na teslim etti. Ertesi günde savcılık soruşturmaya başladı.
22 Şubat 2010 günü, 22 Şubat 1962 olayı hatırlanırsa, sanki özel olarak seçilmiş bir gün olarak, “Balyoz” davasında ilk gözaltılar gerçekleşti. Kuvvet Komutanları ile durumu değerlendirdik. Mısır gezisini iptal ettim. Başbakanlığa vekalet eden, Başbakan Yardımcısı Gnkur.Kh.na geldi.
24 Şubat 2010 tarihinde, Genelkurmay Başkanlığı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına göndermiş olduğu yazıda, “Balyoz”, “Oraj” ve “Suga” adlı iddia edilen planların bulunmadığını bildirdi. Ancak, bu dönemde; mahkemeler Gnkur. Bşk.lığının yazılarına itibar etmediler, dikkate bile almadılar. Böyle bir devlet yapısı olabilir mi?
26 Ocak 2010 günü soruşturmaya başlayan 1.Ordu Savcılığı, bir bilirkişi raporunun hazırlanmasını 1. Ordu Komutanlığı’ndan istemişti. İşin ilginç yönü; Bilirkişi Raporunun Tanzim Tarihi: 22 Şubat 2010’du. Aynı gün gözaltılar oldu. Bilirkişi raporu, temelden sakattı. Savcı ve hakimler bu rapora dört elle sarılmışlardı.
27 Şubat 2010 günü, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı duruma müdahale etti. Yazdığı yazıda şunları söylüyordu:
“Ben ve yardımcılarımız onaylamadığı sürece savcıların talimatını yerine getirmeyin.”
Herhalde, hukukun normal işlediği bir ülkede, Başsavcı ile savcılar arasında böyle bir ilişki olamaz. Bu ancak, savcıların gerekli direktifleri Başsavcıdan değil de, başka bir yerden aldığı ülkelerde olabilir.
Olaya yine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı müdahale etti. Yapılan açıklamada ise şunlar söylenmişti: