Kendini, geçmişini, sınırlarını ve en önemlisi kırılganlığını unutuyor. Başını secdeye koyduğu anda, işte tam orada, tüm bu unuttuklarıyla yeniden yüzleşiyor. Secde bir teslimiyet değil; bir kabul halidir. Kabul, insanın kendine karşı dürüst olmasıdır. Acizliğini, çabasını, zaafını kabul etmesi. Ve kabul, aynı zamanda bir başlangıçtır. Çünkü insan ancak gerçeği gördüğünde, değişebilir.
Namaz, günün belirli anlarında insanı oyalayan her şeyi susturur. Ekranlar, konuşmalar, sesler, hedefler bir anda dışarıda kalır. Zihin içeriye döner. Beden harekete geçer ama bu hareket bir kaçış değil, bir bağ kurmadır. Ayakta durmakla başlar, eğilerek tevazuya, secdeyle teslimiyete, oturarak dengeye ulaşır. Bu akış, insanın evrendeki yerini hatırlaması gibidir. Ne en yukarıdasın, ne en aşağıda. Ama bir yerdesin. Bir merkezin var.
İşte bu merkez, modern insanın en çok yitirdiği şeydir. Her şeyin görece, her değerin değişken olduğu bir çağda, sabit bir merkeze tutunmak neredeyse devrimsel bir eylem. Namaz, bu eylemin adı olabilir. Günde beş kez hayata dur deyip, başka bir bilinç düzeyine geçmek. Kim olduğunu, ne için yaşadığını, nereye gittiğini hatırlamak.
Belki de bu yüzden namaz sadece bireysel bir pratik değil, kolektif bir hatırlama halidir. Bir araya gelindiğinde, zaman ve mekân bambaşka bir anlam kazanır. Farklı hayatlar, aynı ritimle hareket etmeye başlar. Bu ritim bir tür ortak kalp atışıdır. Herkes farklıdır ama o an herkes aynı niyette birleşmiştir. Ve bu niyet, sadece tanrısal olana yönelmek değil; insanlık halini birlikte hissetmektir.