Tokenizm ya da diğer adıyla göstermelik katılım, bir grubun ya da kurumun, azınlık ya da dezavantajlı bireyleri çok az sayıda da olsa sistemine dahil ederek “bakın biz de eşitlikçiyiz” imajı vermeye çalışmasıdır. Burada amaç gerçekten kapsamak değil; dışarıdan ayrımcılık yapıyor gibi görünmemektir.
İlk olarak sosyolog Laws tarafından ortaya atılan bu kavram, daha sonra Rosabeth Moss Kanter tarafından detaylandırıldı. Kanter, özellikle erkeklerin çoğunlukta olduğu iş yerlerinde kadın çalışanların sayı olarak az olması durumunda neler yaşadığını araştırdı. Kadınlar iş yerindeydi ama sistemin içinde değildiler. 'Sözde' vardılar. İşte bu durumun adı: Tokenizm.
Token Olmak Ne Hissettirir?
Token birey, çoğunluk grubun arasında yalnızdır. Hep göz önündedir, ama kimse gerçekten onun ne yaşadığını bilmez. Sürekli bir performans baskısı altındadır. Sanki bulunduğu yeri sürekli hak ettiğini kanıtlaması gerekiyordur. Ve zamanla, özgüveni, motivasyonu, duygusal dayanıklılığı yıpranır. Çünkü sistem onu bir 'sembol' olarak görür, bir birey olarak değil.
Hayatımızdaki 'Duygusal Tokenizm'
Şimdi asıl meseleye gelelim.
Tokenizm sadece iş yerlerinde ya da resmi kurumlarda karşımıza çıkan bir durum değil. Aslında hepimizin hayatında, bazen biz farkında olmadan yaşanıyor. Özellikle de duygusal ilişkilerde.
Mesela bir evliliği düşünün. Artık yürümüyor, iki taraf da bunu biliyor. Ama bir taraf 'iyi bir baba' ya da 'sorumluluk sahibi bir eş' olduğu için, ilişki devam ediyor. Aşk, saygı, bağlılık yok belki ama ilişki “mış gibi” sürüyor.
Ya da bir arkadaş grubunda dışlanan ama 'ayıp olmasın” diye davet edilen kişi… O kişi aslında arkadaş grubunun tokenidir. O grupta var gibi görünür ama hiç kimse onu gerçek anlamda dinlemez, anlamaz, dahil etmez.
Bu 'duygusal tokenizm' hali bizi zamanla duygusal bir token olmaya sürüklüyor. Varlığımızla yokluğumuz arasındaki farkın hissedilmediği, katkılarımızın değersizleştirildiği ilişkiler içinde yalnızlaşmaya başlıyoruz.