Evin bir sahibi olduğunu unuttuk, bedelsiz tapusunu üzerimize almaya çalışıyoruz.
Bir garip hırsla her şeyden bir lokma ısırıp bırakıyoruz, şımarık bir yağmacılık, hadsiz bir tavırla.
Evimiz eskiyor, boyasını yenileyip yola devam ediyoruz. Görmezden geliyor, üzerini örtüyoruz.
Böylelikle ne olduğumuz yeri biliyoruz ne de olacağımıza hazır olabiliyor hatta kabul edebiliyoruz.
Ne hazin… Bildiğin sona hazırlanamamak ne hazin!
Göz göre göre mutlak gerçeğini kabul etmemek/edememek ne hazin!
Ölümünü kabul edemeyen insanın, kendi varoluşunu kabul edebilmesi nasıl mümkün?
Genetiğinde bilincinde yazılı olanı, gözünün önündekini, mutlak gerçeğini, derisinin içindekini yok sayan insanın, yaşamda olması, yaşıyor olması nasıl mümkün?
Bu gerçeği kabul edemeyen bizler, kurgu dünyalarımızda yaşıyoruz. Gerçeklerle, hissettiklerimiz ile, dürüst bir bağlantı kurmuyoruz. Bedenimizden aldığımız sinyalleri yok sayıyoruz.
Gördüğümüz her şeyi görmezden geliyoruz.
Çünkü biz, gerçeklerle, duygularımızla yüzleşmeyi değil onları hasır altı etmeyi, ayıpları saklamayı, değiştirmek için çabalamak yerine boyun eğmeyi seçtik.
Anlamayı değil ezberlemeyi, kendimize güvenmeyi değil başkasına inanmayı seçtik.
Böyle böyle kendimizden uzaklaştık bir bilinmez ara diyara göç ettik. Hapis ruhlarımız bedenlerimizi sahipsiz bıraktı. Bu yüzden ne yaşayabildik ne de ölebildik.
Kendimize olan ihanetimiz, şu an yaşam ile aynı zaman diliminde ve paralelde yürümemize engel hale geldi.
Kadınından erkeğine, yaşlanmama çabaları, takviyeler, menopoz, andropoz redleri, bedensel ihtiyaçların göz ardı edilmesi hepsi kendimize dair kulaklarımızın kapalı olmasından, kendimizi görmezden gelmeye alışmış bilincimizin bozulmuş dengesinden kaynaklı.
Bedeniyle, bilinciyle bağlantısı olmayan varlığın gerçeklik algısının bozulmuş olmasından kaynaklı.