Yani öğrendiğimiz ve algıladığımız bir şekile göre beyin onu görsel bir hale getirip, bize sanki gerçekmiş gibi verebilecek bir mekanizmaya sahiptir. Biz ne kadar “Evet, bu böyledir” diye görsek de aslında o gördüğümüz olan değil; beynimizin algıladığıdır. Zaman ve mekân dediğimiz şey ve eşya, bu sebeple ışığın çeşitli yanılsamalarını taşıyarak bize yansır. Ve biz eğer gerçekten gördüklerimizi ve seyrettiklerimizi hayatın alfabesini görerek “Bu dışarıda bana ne anlatıyor?” diye sorduğumuzda, bana ne anlattığını görebildikçe, o gördüğümün kendimdeki parçası ile buluşturdukça, işte o zaman bir taraftan kendimizi okumaya; kendimizi okudukça dışarıdaki olayın sebebini, sonucunu, geliş yerini ve bize olan hizmetini görmeye başlarız.
Bu sayede, bugüne kadarki kanılarımız bizi kandıramaz hale gelirken, o kanılara yeniden bakıp algı oyunlarının üzerine çıkarak bambaşka bir perspektifle, bambaşka bir açıyla görebilme hakkına sahip olduğumuzu hatırlarız ve dönüştürebiliriz, dönüşebiliriz. Bu şekilde hayatın çeşitli kandırmacaları, bizim gerçekliğimiz ve gerçekten o anda yeniden bakışımız ve olayı doğru bir şekilde okuyabilme yeteneğimiz sayesinde de, farklı, yepyeni bir gerçeklik haline dönüşür. Yani geçmiş realitemiz, gerçekliğimiz artık hakikate doğru ilerlemeye başlar.
Bunun en temel noktası, kendimizi hayat aynasında bizden yansıyarak, aslında bizi bize anlatan bu dünya hayatında; doğru tanımlarla, doğru tanımalarla kendimizi tanımaktır. Kendimizi tanıdığımız için hayatı ve kâinatı bilen duruma taşınırız.