Gözaltına alındı Adnan. Askerdeydi o sırada. Birliğine kadar geldi arama kararı. “Kaçmadım” dedi. “Buradayım.” Onlar ise anlamadılar. Anlamak istemediler. Günlerce işkence gördü. Kolunu kırdılar. Ama o ne bir arkadaşını söyledi ne bir kelimeyle inancını sattı. Sessizliğinde bir onur vardı. Ve işte o sessizlik, bugün hâlâ kulaklarımızda yankılanan en gür çığlık belki de.
Sonra hayat devam etti. Adnan sustu, ama geri çekilmedi.
Askerden sonra iş buldu, evlendi. Babaydı artık. Ama içinde hâlâ o mücadeleci çocuk yaşıyordu. Cam fabrikasında çalıştı, sonra tencere sattı, hurdacılık yaptı. Her işte onur buldu. Her işte emek gördü. Her işte insanı aradı.
Ama en çok da “birlikte başarmaya” inandı. Kooperatif kurdu. Düşük gelirli arkadaşlarına ev yaptırdı. Sokakta oynayan çocuklar için spor kulübü kurdu. Drama eğitmenliği yaptı, tiyatro gösterileri düzenledi. Gençlere umut, çocuklara oyun, yaşlılara dostluk sundu. Semtine, mahallesine sadece binalar değil, hayaller de inşa etti. Çünkü o, yaşarken bile anıydı. İnsanlar onu anlatırken, önce gözlerinin içi parlıyordu, sonra gözlerinin kenarı buğulanıyordu.
Adnan’ın hayatı, bir mücadele kronolojisi değil, bir insanlık masalıydı. Belki politik bir ajanda yazmadı, ama her adımı, her sözü, her davranışı bir duruştu. Sessiz, içli, ama asla geri çekilmeyen bir duruş…
Sonra hastalık geldi. Önce sesi gitti. Ardından ciğerleri… Ama gülümsemesi gitmedi. Gözlerindeki sevgi eksilmedi. Son güne kadar dostlarını düşündü, çocuklarına hikâyeler anlattı. Gönlündeki türkü sustu ama rüyalarımıza karıştı.
Sonra o gün geldi.