İnsanın dünyaya gelişi, dalganın kıyıya vurması gibidir. Gelir ve geri döner, diyen bilge, insana ölümlülüğünü, dünyadaki geçiciliğini nasıl da zarif bir dille anlatır. Dar bir bakış açısıyla baktığımızda, hayat nasıl da uçucu, dünle bugün arasında anlamsız bir kavga gibi değil mi? Öyleyse neden bazı insanlar bu yaşama bir iz bırakmanın peşinde? İnsanın anlam arayışı neden var olduğu günden beri bitip tükenmek bilmedi? Çünkü insan ne kadar rasyonel, mantıklı bir varlık gibi gözükse de, tüm önemli kararlarını duygularıyla alan anlaması güç bir varlık. Belki de bu sebeple, birçoğu yaşamın son çeyreğine geldiğinde bir telaşa, derin bir hüzne kapılıyor. Geride boşa geçtiği düşünülen onca yıl varken ve ileride sayılı yıllar kalmışken, başka türlü düşünmek elden gelir mi sanki? Peki, benlik bilincine kavuştuğu üç yaşından itibaren öleceği bilgisine sahip olan insan nasıl oluyor da zamanı böyle umarsız harcayabiliyor? Çünkü bir hayali, bir planı yok… Hayatın tasarlanabilen bir şey olduğunu, yaşamı üzerinde tek söz sahibinin kendisi olduğunu çok geç fark ediyor.