Gülfem Karaer Yazio: Sevgililer Gününden Aklımızda Kalanlar

Hiç unutmam, yine bir gün Gaye ile dertleşiyorduk. Dertleşiyorduk, aslında lafın gelişi… Çünkü gerçekte olaylar her zaman benim kalbimin en derin sırlarını açmam ve Gaye’nin beni yerden yere vurması şeklinde seyreder. Ama gerçek dostlar da zaten bunun içindir.

Bu yazıya konu olan gün, alışıldığı üzere yine depresyondaydım.

Çünkü benden daha şişman ve daha şaşı bir arkadaşımız yeni sevgilisi ile yemeğe gelmişti. O kadının bile bir sevgilisinin olması, gayet tabii ki alıcımın ayarlarını bozdu. Yemek bitip, misafirler cıvıldaşarak aşk yuvalarına gitmek üzere ayrıldıktan sonra fabrika ayarlarıma dönebilmek umuduyla Gaye’ye “Şu kadının bile sevgilisi var, benim yok” dedim. Gaye her zaman olduğu gibi, yüzüme dümdüz baktı ve “O adamı verseler, alır mıydın” diye sordu… “Hayır, almazdım” dedim… Gaye’de “Derdin ne o zaman” diye sordu. Ayrıca bu saçma sapan ruh halinden bir an evvel çıkmazsam masanın üzerindeki bütün tabakları masa örtüsü ile birlikte çöpe atacağını ve bu hayat pahalılığında kendimi satsam Herend marka bir porselen takımı tekrar almamın mümkün olmayacağını, o yüzden bir an evvel kendime gelmemin ve bulaşıkları yıkamaya başlamamım fevkalade isabetli olacağını da ekledi.  Böylece, hayatta kalmamı sağlayan reflekslerim, balık tutmak için donmuş göle giden ve buz kırıldığı için soğuk suya düşen balıkçınınkiler kadar çabuk devreye girdi ve hemen etrafı toparlamaya başladım.

Fakat Gaye gittikten sonra bu konuyu kendi aklımın sınırları içinde tekrar açtım. İki insanın birbirine âşık olmasından daha büyülü olan, neden o iki insanın birbirine âşık olduğu olabilir miydi? Arkadaşım için dünyanın merkezindeki adam, benim için neden bir anlam ifade etmiyordu? Konu cinsel çekim, entelektüel denklik ve feromonlarla açıklanabilir miydi?  Veya tersten gidersek, benden daha şişman ve daha şaşı bir kadına bile âşık olabilen o adam, neden beni seçmemişti? Gerçi mevzuu buraya gelince, erkeklerin kendileri ile beraber olmak isteyen kadınların pek azını reddettiklerini hatırlayıp biraz hüzünlendim ama sonra gerçek bir aşktan bahsettiğimizde, onların da seçici olabileceklerine inanıp, yeniden ümitlendim ve ben tam bunları düşünürken, gökten kucağıma Adam Philips’in Kaçırdıklarımız-Yaşanmamış Hayata Övgü kitabından şu cümleler düştü;

“Âşık olduğunuz insan aslında rüyalarınızın erkeği ya da kadınıdır. Daha tanışmadan önce onu hayal etmişsinizdir. O kişiyi o denli net bir biçimde ayırt edebilmenizin sebebi onu bir anlamda zaten tanıyor olmanızdır. Onu bunca zamandır beklemiş olduğunuz için ezelden beri tanıyormuşsunuz gibi gelir. Ama aynı zamanda size gayet yabancıdır. Tanıdık yabancı kişilerdir onlar. Rüyalarınızı süsleyen bu kişiyle tanışmayı ne kadar istiyor, umut ve hayal ediyor olursanız olun, onu özlemeye ancak onunla tanıştıktan sonra başlarsınız. Yokluğunu hissetmek için önce onunla tanışmanız gerekir…”

Onlarca kişi ile dolu bir odaya girdiğimizde bir kişinin, ama sadece bir kişinin başının üzerinde kutsal bir hale görmemizin sebebi onu bir şekilde zaten tanıyor olmamız olabilir mi?

Veya odanın bize boş gibi gelmesinin sebebi, orada daha önceden tanıdığımız hiç kimsenin olmaması mıdır? Böyle olduğunu kabul edersek ikinci soruyu sormamız icap eder; bu insanla nerede tanışmıştık? Ve siz de kabul edersiniz ki, bu ilk sorudan daha kafa karıştırıcıdır.

Kendi kişisel tarihimde, bu ilahi ana çok yaklaştığım bir gün olmuştur. Adam Philips’in dediği gibi; kendisini tanımadan önce de ezelden beri her şeyini biliyordum. Hatta bildiklerimi bir yerlere dahi yazmıştım. Ama onu özlemeye ancak tanıdıktan sonra başladım.

Bugünlerde takıntılı bir yürüme aktivitesinin içindeyim. Dört haftadır arabamı kullanmıyorum. Ofisten eve, evden ofise yürüyerek gidip geliyorum. 14 Şubat gecesi de aynı şeyi yaptım. Fakat bir taraftan da tedirgindim. Şimdi caddenin üzerinde bin tane restoran var ve illaki hepsinde ayrı bir sevgililer günü etkinliği olacak ya… Sanki insanların yatak odalarının içinden geçecekmişim gibi geldi. Burada “Hemşire, sen deli misin” diye sormak isteyenler çıkabilir. Kibirli olduğumu düşünmeniz ihtimalini göze alarak “Evet” demek zorundayım. Hamd olsun… Bu yüzden bütün Bağdat Caddesi’ni başımı önüme eğerek yürüdüm. O sesi duyduğumda Suadiye’ye kadar gelmiştim.

Duyduğumu anlamak için kulaklıklarımı çıkardım. Etrafıma kısa bir süre bakındıktan sonra, karşı kaldırımda şarkı söyleyen kadını gördüm. Sırtı bana dönüktü. Hava karanlık olmasına rağmen, caddenin ışıkları sayesinde düzensiz taranmış sarı peruğunu, eprimiş yeşil mantosunu, başındaki simli şapkayı seçtim. Yanındaki pazar arabasının içinde bir amplifikatör duruyordu ve kadın boğuk bir sesle şarkı söylüyordu.

Çocukluğum, babamdan dinlediğim gazino hikayeleri ile geçti. O yüzden müzisyenlerin gökten zembille indiğine inanırım ve sokakta şarkı söyleyen birini görürsem asla dinlemeden geçmem. Bu kadını da dinlemek hevesiyle yolumu değiştirip karşı kaldırıma geçtim. Para vermek için yanına yaklaştığımda, çocuksu yaşlı yüzünü, derisi kırışmış ellerini, yüzünün ortasına bir kitaptan kesilip konmuş gibi duran kırmızı rujlu dudaklarını gördüm. Ama o beni gördü mü bilinmez. Çünkü şarkıyı kesmiş, bir adama sitem ediyordu. Aramayan, sormayan, sevgililer gününde çiçek dahi göndermeyen sevgilisinden, kim bilir hangi gazinonun, barın veya pavyonun sahnesinden hesap soruyordu. Sonra adamı bu kadar azarlamasının kâfi olduğuna karar verdi, kıymetli seyircilerinden özür diledi, arkasında dem tutan sazendelere işaret verdi ve fasıl başladı.

“Bir pür cefâ hoş dilberdir,

Müptelâyım hayli demdir.

Elbet gönül arzu eyler,

Gül yanağı her şeb terdir…”

Hayali sazendelerin eşlik ettiği fasılı şarkı bitene kadar dinledim ve sonrasında gördüklerimden fena halde müteessir, evimin yolunu tuttum. Kırmızı rujlu kadını, benim gördüklerimi göremeyen ve ellerinde artık satmaktan umudu kestikleri kırmızı balonlarla dans eden çingene çocuklarla baş başa bıraktım.

Bostancıya vardığımda Müzeyyen Senar’la karşılaştım. Yol kenarındaki banklardan birinde oturmuş geleni geçeni seyrediyordu. Geldiğimi görünce işaret etti, yanına gittim. “Madem buselik başladınız, buselik devam edelim mi” diye sordu. “Aman efendim, siz nasıl tensip buyurursanız” dedim.  Kalktı, koluma girdi.

“Aman cânâ beni şâd et

Terahhûm eyle imdad et

Dilersen terk-i kast eyle…”

Ağır ağır Küçükyalı’ya doğru yürüdük. Eve varınca baktım Shakespeare, güvenlikte oturmuş Erol Bey’le hasbıhal ediyor. Bizi görünce;

“Yas tutmak gelmiş geçmiş yaramazlıklara,

Yol açar kısa yoldan yeni mutsuzluklara.

Kader alıp götürse elde tutamadığımızı,

Soğukkanlılık alaya alır kederin zararını.

Soyulduğunda gülen, hırsızdan bir şey çalar,

Boş yere kederlenen kendisini soyar…” dedi.

Ben de;

“Özdeyiş insanı ya keyiflendirir ya kederlendirir,

Ne yana çeksen o yana gittiğinden, iki anlama gelir;

Ama hep lafta kalır bu sözler en sonunda.

Şimdiye kadar hiç görmedim ben

Kulak yoluyla iyileştirildiğini yürek acısının…” diye cevap verdim.

Sonra “Anahtarın yok muydu senin, açıp girseydin ya, neden bekledin buralarda” diye sordum…

“Rahatsız etmek istemedim” dedi. Zarif adam aslında. Yoksa ondan daha fazla kim gelmiş benim evime.

Birlikte yukarı çıktık. William kendine bir bardak şarap doldurdu. Müzeyyen Hanım’a buzlu bir rakı hazırladım. Kendime de çay demledim. Sonra Lou geldi. Hep birlikte geceye karıştık.

(İstanbul’da iki bin yirmi iki senesinin Şubat ayının on sekizinci günü, öğleden sonra ofiste yazıldı. Fonda “We will meet again” çalıyordu.)

Popüler İçerikler

Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı
Ali Koç, Fenerbahçe Tesislerinde Sıkıyönetim İlan Etti
Cübbeli Ahmet Çakarlı Araçla Geldiği Etkinlikte Şeriatı Savundu: Skandal Sözlere Tepki Yağdı!