Gülfem Karaer Yazio: Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?

Yılmaz Erdoğan’ın en etkileyici yönü, şüphesiz zekâsıdır. Bu zekânın, kendisi ile gündelik hayatı paylaşanlar üzerindeki etkilerini bilemeyiz ancak seyirci sıralarından sahneye bakanlara, en basit kelimelerden en büyülü anlamları çıkaran bir sihirbaz gibi görünür.

Yılmaz Erdoğan geçenlerde bir sihir daha yaptı ve yıllar önce tiyatro için yazdığı “Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?” oyununu televizyona uyarladı. Bu günlerde çokça tartışılan “tiyatro oyunu film olur mu?” veya “Demet Akbağ mı Ecem Erkek mi?” sorusunu şimdilik bir kenara bırakalım, cevabı daha kolay bulunabilecek başka bir soruya odaklanalım:

Sizce filmin en etkileyici sahnesi hangisiydi?

Netflix izleyicileri arasında bu konuda neredeyse bir fikir birliği var; herkesin aklında en çok Gülseren’in babası ile vedalaştığı sahne yer etmiş. Hatta izlerken dayanamayıp ağlayanlar olmuş. Bu hissiyatta Ecem Erkek ve Engin Alkan’ın performanslarının katkısı büyüktür ancak bize bu yaşları döktüren sadece bu oyucuların kamera önündeki yetenekleri midir acaba? 

Bence değildir. 

Fakat lafı burada bırakıp gitmek olmaz. Az bilinen görgü kuralları gereği, insanların üzerinde ittifak ettikleri bir konu hakkında aksi görüş ileri sürenlerin, bunu izah etmeleri gerekir. O yüzden başladığımız yerden devamla söylersek; bu sahnenin gözümüzden yaş akıtan hüznünün ardında, oyuncuların kabiliyetlerinin yanında, böyle bir ânın yaşanmasının mümkün olmadığını bilmenin hüznü yatar. Yani daha anlaşılır haliyle; bizi ağlatan aslında kendi kederimizdir.

İstisnasız bütün insanların bir babası vardır. O yüzden herkes baba sevgisinin az ya da çok, koşullara bağlı olduğunu bilerek büyür. Baba, eve ekmek getirir ama karşılığında saygı bekler. Harçlığınızı verir ama okulu bitirip adam olmanızı ister. Gece geç vakitte çalınan kapıyı baba açar ama akşam ezanından önce eve dönmediyseniz, başınız dertte demektir. Baba sevgisinin koşullu olduğunu gösteren başka işaretler de bulabiliriz toplumsal yaşamda… Misal, çocuk özürlüyse, topluluk içinde ona yakın duran hep annedir. Baba olan biteni belli bir mesafeden izler. Bazen annenin babadan ne kadar kabul gördüğü de girer baba-çocuk ilişkisinin içine… Anne güzelse, pazar gezmesinde çocuğu kucağında baba taşır. Anne ile yaşadığı cinsellikten memnun bir baba evine, ailesine karşı daha anlayışlı ve cömerttir. Aksi durumlarda öfkesinden ve suratsızlığından herkes nasibini alır.

Baba-çocuk ilişkisi sadece çocuğun ve annenin durumu ile ilgili de değildir.

Babanın bizatihi kendisi ile ilgili durumlar da karışır işin içine… Benlik kavgasını halledememiş baba, ona benzeyeni sevmez mesela… Bazen de işler öyle tersine döner ki; baba ona benzemeyeni de sevmez. 

Bütün bunların kötü tarafı, baba sevgisinin, hayata ilk adımlarını atan insanoğlu için var olmanın garantisi olmasıdır. Çünkü içinde hem maddi hem fiziksel güç barındırır. Bu yüzden halk içinde “çantada keklik” anne sevgisinden daha muteberdir.

Makineler ile uğraşanlar bilirler. Arızalı bir dişli, kendisinden hareket alan diğer dişlileri de aşındırır ve arızası nispetinde bozar. Yani, var olmak için ebeveyninin ruhsal, fiziksel ve maddi gücüne ihtiyaç duyan insan yavrusunun doğumunda kusursuz olan karakteri de ona pratik anlamda ilk hareketi kazandıran babasının arızaları nispetinde yamulur. Sonuçta defosuz insan olmaz. Hiçbirimiz aziz değiliz. Ama toplum için tehdit oluşturan insanların üzerindeki jelatini kazıdığınız zaman altından genellikle sayko bir baba çıkması sebepsiz değildir.

Ve fakat hal böyleyken; nasıl olur da Gülseren’in babası ile vedalaştığı sahne, seyreden herkesin gözünü yaşartır? 

Çünkü insan en çok yaşanması mümkünken yaşanamamış olanın acısını çeker… Ve bu anlamda baba sevgisi şu ölümlü dünyada yaşanması mümkünken yaşanamayan sevgilerin birincisidir. 

Bundan sonrası; Ecem Erkek kendi kuşağının en yetenekli oyuncularından biridir. Gel lakin Demet Akbağ’ın yeri asla ve kat’a dolmaz. Tiyatro oyununun tadı başkadır ama sinema uyarlaması da gayet başarılıdır falan filan… 

(İki bin yirmi bir senesinin beşinci ayının dokuzuncu günü, İstanbul Küçükyalı’da evin salonunda, saat 18:16’da yazıldı. Fonda Yüksek Sadakat’ten “Ben seni arayamam” çalıyordu.)

Gülfem KARAER

Popüler İçerikler

151 Gündür Oğlu Fatih'i Arayan Baba Esra Erol'a "Bulamıyorsan Müge Anlı'ya Çıkalım" Deyince Ortalık Karıştı
Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı
Önce Meydan Okuyup Sonra R Yapmıştı: Murat Övüç "Bülentinkiler Sahte" Dediği Diva'nın Eteklerine Kapandı!
YORUMLAR
16.08.2021

Engelli bireylerden bahsederken "özürlü"kelimesini kullanıyorsanız sayın editör..ben de size düşük IQ lu birey demek yerine gerizekalı diyebilirim

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ