Gülfem Karaer Yazio: “Nasıl Yazar Oldunuz?" Sorusu Üzerine Analitik Bir İnceleme

Şimdi benim kitabım yayınlandı, yazılarım Onedio Arena’da çıkmaya falan başladı ya etrafım bu işe meraklı bir grup insan tarafından çevrelendi. Hepsinin aklındaki soru aynı; nasıl yazar oldunuz? Yüzlerinde de aynı hayret ifadesini görmek mümkün. Gençliğimde olsa, bunu kolaylıkla hayranlık zannedebilirdim. Ama bugün, böyle olmadığını biliyorum. Çünkü eskilerin dediği gibi “Dağdaki domuzlardan bile uzun yaşadım”. Kendisiyle aynı günde doğan bütün domuzları gömdükten sonra, insana bir aydınlanma geliyor galiba.

Herkes ve her şey şeffaflaşıyor. O yüzden yüzlerdeki hayret ifadesinin “Ulan bu gerzek bu işi nasıl yapmış” olduğunu anlamak kolay oluyor. Fakat ben tüm gerzekliğime rağmen, iyi bir insanım. O yüzden belki de asıl sorulması gereken sorunun “Kitap yayınlayan herkese yazar diyebilir miyiz?” olduğunu bir kenara bırakıp eğer üç beş sekiz dakikanız varsa, benden bile yol gösterme bekleyecek kadar bu işe kafayı taktığınız kabulüyle, fiili durumun ortaya çıkışının hikayesini anlatacağım.

Gençliğimde tedavüldeki dizileri, filmleri, şarkıları ve her türlü magazin olayını ortalama on beş, hadi bilemedin on sene geriden takip ederdim.

Gördüğünüz gibi kötü bir evliliğin zararları saymakla tükenmiyor. Artık nasıl bir hayatım varsa… O yıllarda ortalarda muhtemelen Umberto Eco’nun “Mal” versiyonu olarak dolaşıyordum. Çünkü o da kafasının içinde orta çağda yaşıyordu ama hiç değilse bunu paraya çevirmeyi başarmıştı. 

Takvimler 2011’i gösterirken nihayet boşandım. Durumu kısaca tahlil etmek gerekirse; kırklı yaşlarımın başındaydım. Boyu 1.57 olan bir kadın ne kadar güzel olabilirse o kadar güzeldim ve işin kötüsü kendimi uzun bir aradan sonra yeniden seksi hissediyordum. Derken, biriyle tanıştım. Adam mühendisti. Kafası zehir gibi çalışıyordu ve ağzı çok güzel laf yapıyordu. Bütün bunlar benim zeki adam saplantımla birleşince, doğa hükmünü ifa etti ve âşık oldum. 

O sene İstanbul’da harika bir yaz yaşanıyordu. Havadaki çiçek kokularını, gökyüzünün parlak mavisini hala hatırlarım. Bazen düşünüyorum da sanki gökyüzü bir daha hiç o kadar mavi olmadı gibi geliyor. Veya ben bir daha hiç âşık olmamış da olabilirim. Bu da diğer ihtimal… 

Şimdi hava güzel, ben güzelim, adam zeki… İnsan bundan ne bekler? Bir yastıkta kocamasak bile, en azından makul bir yaz aşkı değil mi? Tabii ki öyle olmadı. Hazret kalktı, çalışmak için Allah’ın unuttuğu bir memlekete gitti. Bir üzüldüm, bir üzüldüm ki o kadar olur. Belki de hayatımda ilk defa yemeden içmeden kesildim. Fakat bende kuyruğu her daim dik tutmak istidadı vardır. Burnum düşse, eğilip almam. O yüzden hemen birtakım geziler, sosyal faaliyetler vesaire tertip ederek, kendi yarattığım cemiyet hayatının içine daldım. Böylece fiziksel mesafenin yanında aramıza bir de kelimelere dökülmemiş duygusal soğukluk girdi.  Çünkü benim “Kon kon kelebek” tarzı aktivitelerimin Facebook ortamlarına düşmesi, gurbetin mahrumiyetinde yaşadığını da hesaba katarsak, muhtemelen onu gücendirdi.

Neyse efendim uzatmayalım, ben dışımdan eğlenip, içimden kahrolmaya devam ederken, hiç beklemediğimiz bir şey daha oldu; Sertab Erener yaz için bir albüm çıkarttı. Şarkılardan birinin sözleri hala aklımda;

Sen gidersin İstanbul beklemez,

Acı çeker özlersin İstanbul üzülmez,

Ama sen istesen de bu şehirden kaçamayacaksın,

Çünkü aklın bende ben de İstanbul’dayım...

Beni kendi halime bıraksalardı, muhtemelen böyle bir albüm çıktığını fark etmezdim. Ama kader işe el attı ve kısa günde kırk kere arayıp çektiğim aşk acısını anlatarak içini baydığım arkadaşlarımdan biri “öyle olmaz, böyle olur” diyerek, şarkıyı Facebook’ta paylaşmamı önerdi. Şimdi içinizden “eşek kadar insanlar da bunlarla mı uğraşıyorlarmış” demeyin. O zamanlar sosyal medya hayatımıza yeni giriyordu. Biz, hoşlandığımız çocukla Saray Muhallebicisi’nde aynı tavuk göğsüne kaşık sallamaktan başka ilanı aşk yöntemi bilmeyen bir nesildik ve elimizdeki sonsuz imkanları nasıl değerlendirebileceğimiz hakkında tahayyül edebildiğimiz en uç nokta, mesaj kaygılı şarkılar paylaşmaktan ibaretti. Bu yüzden bırakıp giden sevgiliye “Çünkü aklın bende, ben de İstanbul’dayım” diye seslenmek, bu çerçeveden bakınca çok mantıklıydı.

Şarkıyı paylaştığımın ertesi günü, uyanıp telefonumun ekranına baktığımda ki, o zaman gözlüklerim olmadığı için, bu iş çok kolay oluyordu, o adamdan gelen e postayı gördüm.

Konu kısmında; “ele güne karşı…” yazıyordu.

Bu noktada, yazının giriş cümlelerini tekrar hatırlatmak istiyorum; dizileri, filmleri, şarkıları ortalama on beş sene geriden takip etmekle ilgili olanı. Çünkü ben o yıllarda “Ele Güne Karşı”yı henüz dinlememiştim. Mazhar Fuat Özkan diye bir grup olduğunu biliyordum, şarkılarından da haberim vardı. Hatta bir kısmını kırık dökük mırıldanıyordum bile ama onları bütün Türkiye’de meşhur eden şarkının adının “Ele Güne Karşı” olduğunu kaçırmıştım ve sözlerinden de haberim yoktu. Dolayısıyla gece gündüz adını sayıkladığım adamın;

Arayıp sormasan da

Unuttum seni sanma sakın,

Dünya bir yana, sen bir yana… demek istediğini anlayamadım. Hatta devamında:

Haberin gelir bana, duyarım nasıl olsa

Bilirim kimlerlesin ne yaptın neler ettin

Aklım fikrim hep sende sevsen de sevmesen de… sitemini de kaçırdım. Ve son olarak:

Unuturum sanmıştın güzelim

Gözüm yollarda kaldı… diyerek yaptığı daveti de pas geçtim ve bu çok şık göndermeye, ele güne karşının Türk Dil Kurumu Deyimler Sözlüğündeki anlamını baz alarak, her türlü kabulün ötesinde, verilebilecek en saçma cevabı verdim. 

Atalar “demir tavında dövülür” derler. Ben neyin ne olduğunu takribi altı ay sonra anladım anlamasına ama demirin tavı geçti. Zaten adamcağız cevabımı okuyunca, muhtemelen benim eğitilebilir bir geri zekalı olduğumu düşündü ve suya sabuna dokunmayan birkaç mesaj haricinde iletişimi kesti. İkimizde hayat yolumuza ayrı ayrı devam ettik. Sonrasında o, gittiği yerde dünyalar güzeli bir kadınla tanıştı, birkaç ay için taşındığı memlekette bir ömür kalmaya karar verdi ve ben de mecburen yazar oldum. Çünkü Sait Faik’in dediği gibi “Yazmasam, deli olacaktım”.

Yani diyeceğim odur ki dostlar, okuduğunuz her kelime helaldir. Bedelleri, geceler boyunca dinmeyen aşk acısı ve yalnızlıkla ödenmiştir. Ve bir insan, karşılığını ödemeye razıysa, istediği her şey olabilir. 

Fakat siz bu kadar zahmete sadece birileri “Yazar” desin diye girmeye razı mısınız? Benden duymuş olmayın ama aynı miktarda ter ve gözyaşıyla, uzaya roket atıp, Elon Musk’a rakip de olabilirsiniz.

Toparlarsak; Allah hiçbirimizi kitaptan, kâğıttan, kalemden, okumaktan, yazmaktan ayırmasın.

Hepinize mahsus selam eder, gözlerinizden öperim.

(İki bin yirmi iki senesinin mart ayının beşinci günü, İstanbul’da, evde yazıldı. Fonda, Zara “Nisan Yağmuru”nu söylüyordu.)

Gülfem KARAER

Popüler İçerikler

Bakanlığın Gıda İfşaları Devam Ederken En Fazla At ve Eşek Etinin Satıldığı Şehirler Belli Oldu
HTŞ Lideri Colani Kadına Başını Örtme Talimatı Verdiği Videoyla İlgili İlk Kez Konuştu
15 Temmuz Darbe Girişimi: Yargıtay 31 Er Hakkında Verilen Müebbet Hapis Cezasını Bozdu