İSTANBUL (AA) -ABDÜRREŞİT CELİL KARLUK- Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) sosyalist ideolojinin “Çin tarzı sosyalizmi”, kapitalizmin ise “Çin tarzı sosyalist piyasa ekonomisi” ile yönetilen, yüzlerce etnik grubun ve yasalarınca özerklik tanınmış 55 azınlık milliyetin bulunduğu, 9,6 milyon kilometrekarelik topraklarında yaklaşık 1,4 milyarlık bir nüfusu barındıran, beş özerk, iki yüksek muhtar bölge ile 22 eyalete ayrılmış idari yapısı olan bir ülkedir. ÇHC’nin resmî verilerine göre, hukuki statüsü ve özerkliği bulunan azınlıkların toplam nüfusunun ülke nüfusundaki oranı yüzde 10 dolayındadır ve Çin topraklarının yüzde 65’i azınlık milliyetlerin bölgesidir.
Çin Komünist Partisi (ÇKP) yönetimi 1980 sonrası başlattığı “Reform ve Açılım”, 1992 sonrası uygulamaya koyduğu “Çin Tarzı Sosyalist Piyasa Ekonomisi” sistemi ile ekonomi ve endüstri alanında istikrarlı bir yükseliş yakalamış, 2002 sonrasında Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyeliğiyle küresel ticarette elde ettiği büyük avantajlarla yükselişini sürdürerek küresel siyasette de artık ağırlığını daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Modern çağda ilk defa dünyanın ikinci büyük ekonomisi unvanını elde eden Çin yönetimi, günümüzde birbirinden çetin iç ve dış sorunlarla boğuşmaktadır.
ÇHC yükselen ekonomisi ve gelişen endüstrisinin hammadde ve pazar ihtiyacını giderebilmek için yurtiçi ve dışında birbirinden farklı mikro ve makro ölçekli projeleri ve onlara uygun stratejileri hayata geçirmiştir ve gelişmiş ülkelerde daha fazla pazar elde etmenin yanında, stratejik şirketleri satın almaya da önem vermektedir. 2012’de ÇKP liderliğini elde eden Şi Cinping tarafından ortaya atılan ve ÇHC’nin resmi söylemine dönüşen “Çin Rüyası”, ÇKP’nin kuruluşunun 100. yılı olan 2021 yılında orta halli refah toplumu inşasını kapsamlı bir biçimde tamamlamayı ve ÇHC’nin kuruluşunun 100. yılı olan 2049’da ise müreffeh, güçlü, uyumlu, çağdaş Çin tarzı sosyalist bir ülke kurmayı, böylece Çin halkının büyük yükselişini öngören idealini gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Bu ideal ile eş zamanlı olarak ortaya atılan “Kuşak-Yol” projesinin işbu idealin gerçekleştirilmesinde önemli bir hegemonik girişim olduğu fikri alanın uzmanlarının nezdinde ağır basmaya başlamıştır. Bir yandan Çin’in Kuşak-Yol projesinin hayata geçirilmesi için ayırdığı milyarlarca dolarlık muazzam bütçe ve fonlar, ilgili güzergâhtaki ülkelerle kurulan açık ve gizli ilişkiler, satın almalar ve bu minvalde uygulanan borç diplomasisi, diğer taraftan ABD ile artan zıtlaşmalar ve ticaret savaşları, Çin’in “gizli planlarını” daha fazla açığa çıkarırken Çin rüyasının gerçekleşmesini zorlaştıran unsurların da artmasına neden olmaktadır.
Özellikle Donald Trump yönetiminin Çin’i ABD’nin güvenliği ve dünya barışı için “tehdit” olarak görmesiyle başlayan ticaret savaşlarının gölgesinde ortaya çıkan yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınında Çin’in sergilediği tutum ve salgının en fazla ABD’de zarara yol açması sonucunda devam eden karşılıklı suçlamalar, Çin-ABD rekabetinin artık geri dönüşü zor bir zıtlaşmaya evrildiğini göstermiştir. Batı daha önceleri pek gündeminde tutmadığı, Çin’deki insan hakları ihlalleri başta olmak üzere, Doğu Türkistan’daki Müslüman Türklere yönelik kamp uygulamalarına daha fazla odaklanarak ÇKP’nin küresel “zarar ve tehdit” olduğu tezini meşrulaştırmaya başlamıştır. Ayrıca, Çin halkı ile ÇKP’yi ayrıştırarak ÇKP’yi şeytanlaştıran söylem ve icraatlar Batı’da, özellikle ABD’de yaygınlık kazanmış durumdadır. Örneğin ABD Vatandaşlık ve Göçmenlik Hizmetleri (USCIS) ABD’ye göç etmek isteyen ÇKP üyelerine 2 Ekim’de vize yasağı getirmiştir. Bu gelişmelerin çevrelenen Çin’i daha zor durumda bırakacağı kesindir.
ÇKP içindeki muhaliflerini bertaraf eden Şi Cinping parti tüzüğü ve ilgili kanunlarda değişiklik yaparak kendisini partinin ve ülkenin tek ve mutlak lideri haline getirmiştir. ÇKP liderliğinde var olan (kısmî) istişare ve kısmî eleştiri kültürü de yok edilerek partide Şi’ye methiye düzen takım baskın hale gelmiştir. Bu gidişat Şi iktidarının uluslararası eleştiri, baskı ve yaptırımlar karşısında daha fazla şahinleşmesine, hata üstüne hata yapmasına, ülkesinde ve bölgesinde istikrarı bozucu bir aktöre dönüşmesine de neden olmaktadır.
ÇKP farklılıklarla mücadeleyi içeriden başlatmak için, 1990’ların başından itibaren Çin anayasası başta olmak üzere bölgesel özerklik yasası, dini inanç, dil-yazı yasalarını özerklik hakkı bulunan azınlıklar için işletmemiş, özellikle Doğu Türkistan ve Tibet’te 1997 yılından itibaren ilgili yasaları neredeyse hiç uygulamamıştır. Tibet ve Doğu Türkistan’a gönderilen ÇKP sekreterleri, ilgili Çin yasalarına aykırı, fakat ÇKP’nin Müslüman Türkleri ve Tibetlileri Çinlileştirme, toplu cezalandırma ideolojisine uygun düşen politik genelge ve yönetmeliklerle, bölge yerlisi halkların hayatını cehenneme çevirmiştir. Bu tarz uygulamalar Şi iktidarı ile zirve yapmış, Çin’deki tüm etnik, dini, kültürel ve fikri farklılıklar şiddetle baskılanmış, hatta 2016’da yurtdışıyla bağlantıları tamamen kesilen Uygur Türkleri milletçe toplama kamplarına tıkılmış, akıl almaz işkencelere maruz bırakılmışlardır.
Şi yönetimi 2013’ten beri azınlık bölgeleri başta olmak üzere, Çinlilerin Falun tarikatı ve diğer çeşitli inanç gruplarına yönelik tahkikat ve baskıların dozunu misliyle artırmış, Doğu Türkistan’daki zulmü biyolojik, kültürel ve ekolojik soykırıma dönüştürmüştür. Yüksek muhtar bölge olan Hong Kong’un muhtariyetini gölgeleyecek icraatlara girişerek Hong Konglular ile karşı karşıya gelmiştir. Hong Konglular gasp edilen haklarını geri almak için neredeyse bir yıldır sokak mücadelesine çetin şartlarda devam etmektedir.
Son yıllarda Batılı ülkeler Doğu Türkistan, Tibet ve Hong Kong’ta ÇKP rejiminin gerçekleştirdiği hak ihlallerini daha fazla gündemlerinde tutarak, uluslararası toplumun emsali görülmemiş bir şekilde Çin’i eleştirmesine, kınamasına hatta yaptırım uygulamasına ön ayak olmaktadır. Örneğin Doğu Türkistan’daki Çin vahşeti üzerine ciddi veriler ile rapor yayınlayan Avustralya Stratejik Siyaset Enstitüsü (ASPI) yayımladığı son raporunda, Çin’in toplama kampları olduğu düşünülen 380’den fazla bina ve tesisin yerini tespit ettiğini bildirmiştir. Çin’in son üç yıldır o kadar eleştiri ve baskıya maruz kalmasına rağmen bölgedeki kamp inşaatına hâlâ devam ettiğini, Temmuz 2019-Temmuz 2020 döneminde bölgedeki 61 merkezde yeni inşaat ve genişletme çalışmalarının yürütüldüğünü, 14 merkezde ise halen inşaat çalışmalarının sürdürüldüğünün gözlendiğini belirtmiştir. Ayrıca araştırmacılar yeni inşa edilen merkezlerin yüzde 50’sinin yüksek güvenlikli olduğunu, bunun düşük güvenlikli “yeniden eğitim merkezlerinden” yüksek güvenlikli “gözaltı merkezi ve hapishanelere” doğru bir politika değişikliğine işaret edebileceğini söylüyorlar.
Aynı enstitünün (ASPI) bir diğer araştırması olan “Kültürel Silme” adlı raporunda ise şu bilgiler delilleriyle sunulmuştur: “Uydu görüntüleri desteğiyle Sincan’da yaklaşık 16 bin caminin (toplamın yüzde 65’i), çoğunlukla 2017’den bu yana hükümet politikaları nedeniyle yıkıldığı veya hasar gördüğü tahmin edilmektedir. Ayrıca yaklaşık 8 bin 500 cami tamamen yıkılmış olup bu camilerin yerle bir edildiğinin görüntüleri vardır”. Bu çalışmaya göre, Doğu Türkistan’daki İslami açıdan önemli yerlerin en az yüzde 30’unun büyük ölçüde 2017’den beri yıkıldığı, yüzde 28’inin ise hasar gördüğü veya bir şekilde dönüştürüldüğü belirtilmiştir.
Uygurların dili, müziği, estetiği, eğlenceleri, evleri, ekolojik muhitleri ve hatta diyetleri dahi Çinlileştirilirken veya ortadan kaldırılırken, Uygur Türklerinin sosyal ve kültürel yaşamını Çinlilik ekseninde yeniden şekillendirmek için gayri insanî bütün zorlayıcı çabaları sürdürürken, somut kültürel mirasları, örneğin binlerce yıllık türbeleri, mezarları, tarihi mekanları ve mimarileri aktif olarak silinirken Türk-İslam ülkelerinin ÇHC’ye karşı çıkmaması ÇKP’ye büyük cesaret vermiş görünüyor. UNESCO’nun, Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi’nin (ICOMOS) ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) da Doğu Türkistan’daki kültürel yıkıma dair kanıtların giderek artmasına rağmen hâlâ ses çıkartmayışı da düşündürücüdür.
Aynı strateji gereği Çin, komşu ülkeleri kendi hegemonyasına çekmeye veya kendi tezlerini kabul etmeye zorlamıştır. Son on yılda Çin’e komşu olan ülkelerdeki Çin korkusu artmaktadır. Çin’in komşularına yönelik giderek artan saldırgan ve tehditkâr tutumu onların farklı ittifak arayışlarına girmesine neden olmuştur. Özellikle denizlerde kıyısı bulunan ülkelerle yaşadığı sorunları yönetemeyen Çin doğrudan ABD, Avusturalya, Japonya gibi gelişmiş ülkelerle, hatta kendisiyle aynı ideolojik kökene sahip Vietnam ile dahi çıkar çatışmasına girmiştir. ABD’nin “Asya’ya Dönüş” stratejisi, bu gelişmeler ışığında Çin tehdidini doğrudan hisseden Doğu ve Güney Asya ülkelerinin aktif iştirakiyle daha da pekişerek gayri resmî bir ittifaka dönüşmüştür. Bu ittifak esasında Çin’i denizlerden çevrelemektedir.
Çin’in çeşitli ülkelere sağladığı kredilerin bir nevi borç tuzağı olduğu, borcunu ödeyemeyen ülkelerin -Sri Lanka örneğinde olduğu gibi- stratejik limanlarını Çin’e devretmek durumunda kaldığı gibi gerçekler, Çin’in yeni sömürgeci olarak algılanmasına, birçok ülkenin kamuoyunda da “Çin tehdidi” tezinin yaygınlaşmasına neden olmuştur. Pew Araştırma Merkezi’nin yayımladığı “Çin hakkındaki olumsuz kanaatler pek çok ülkede tarihi zirvesine ulaştı” başlıklı araştırma raporunda, 10 Haziran-3 Ağustos 2020 tarihleri arasında 14 ülkeden 14 bin 276 yetişkinle telefonla yapılmış bir anket, Çin’e yönelik güvensizliğin tüm ülkelerde bugüne kadarki en yüksek düzeye ulaştığını göstermiştir. Ankete katılan Japonların yüzde 86’sı, Fransızların yüzde 85’i ve Avustralyalıların yüzde 81’i Çin’e karşı güvensizliklerini dile getirmiştir. Olumsuz görüş bildirenlerin oranı Güney Kore’de yüzde 75, İngiltere’de yüzde 74, ABD, Kanada ve Hollanda’da yüzde 73’tür. Katılımcılar arasında görüşlerin dağılımında gelir ve eğitim düzeyine bağlı belirgin farklar görülmediği, ağırlıktaki olumsuz görüşün toplumların farklı kesimlerince paylaşıldığı belirtilmiştir.
ABD ve müttefiklerince denizlerden kuşatılan ÇHC, uluslararası arenada da yalnızlaşmakta, özellikle ekonomisi ve demokrasisi gelişmiş ülkeler tarafından giderek adeta “istenmeyen ülke” ilan edilmektedir. Bunun belirgin nedenlerinden biri, yukarıda üzerinde durulan, ÇHC’nin dış politikadaki hırslı ve saldırgan tavrı ile Batı’nın eski sömürge bölgelerinde veya etki alanlarında doğrudan çıkar çatışmasına girişmesidir. Çin’in vatandaşı olan Uygurlara yönelik uyguladığı biyolojik, kültürel ve ekolojik soykırımından vazgeçmemesi, azınlıklara, farklı inanç gruplarına yönelik Çinlileştirmeyi hızlandırması, Hong Kong’un muhtariyeti ve demokrasisini ortadan kaldırma girişimleri, Tayvan’a yönelik artan tehditkâr tutumları Batı’daki imajının daha da kötüleşmesine neden olurken, Batı ile rekabetinde daha fazla zafiyet göstermesine de neden olmaktadır. Bu bağlamda, ABD Kongresi başta olmak üzere çoğu gelişmiş ülkenin parlamentoları ÇKP rejiminin Doğu Türkistan ve Hong Kong’ta evrensel yasaları çiğneyen uygulamalarına karşı çeşitli yasalar çıkartmakta ve yaptırımlar uygulamaktadır. 7 Ekim 2020 tarihinde Almanya’nın BM Daimi Temsilcisi Christoph Heusgen BM Genel Kurulu’nda 39 ülke adına ortak açıklama yaparak Doğu Türkistan’daki hak ihlallerinin endişe verici boyutlarda olduğunun altını çizmiş, Doğu Türkistan’daki toplama kamplarında zorla tutulan milyonlarca Uygur Türkünün derhal serbest bırakılması için acil çağrıda bulunmuştur. Bununla birlikte, 39 ülkenin Birleşmiş Milletler’i Çin hükümetinin Doğu Türkistan’daki sistematik baskı ve asimilasyon politikalarına karşı acilen göreve çağırması ise Çin’e karşı atılması muhtemel adımların habercisi gibidir. Çin’in yumuşak gücünün en başat aygıtı olan Konfüçyüs Enstitüleri ideolojik kampanya ve casusluk faaliyetlerinde bulunduğu gerekçesiyle Batı’da birbiri ardınca kapatılmaktadır.
Türkiye de 6 Ekim 2020 tarihli BM Genel Kurulunda resmi olarak Çin’in Uygur Türklerine yönelik zulmünü kınamıştır. Çin’in Ankara Büyükelçiliği ise bu kınamayı geciktirmeden sert bir şekilde eleştirmiştir. Konu ile alakalı olarak Türk Dışişleri Bakanlığı sözcüsü ise Twitter hesabından yaptığı paylaşımında, Türkiye’nin Doğu Türkistan’da cereyan eden vahşete artık daha fazla seyirci kalamayacağının sinyalini vermiştir.
[Araştırmalarını Çin’in etno-sosyal yapısı, Çinlilik, Çinlilerin ötekilere bakışı, Çin tarzı asimilasyon, Doğu Türkistan araştırmaları alanında sürdüren Prof. Dr. Abdürreşit Celil Karluk Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi ve Doğu Asya Araştırmaları Dergisi (DAAD) yayın yönetmenidir]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.