Rama Duwaji’nin sanatsal üretimleri; göç, kimlik, kadın deneyimi ve topluluk hissi gibi temalar etrafında şekilleniyor. Çalışmaları sade ve genellikle tek renk gibi görünse de içine bakınca bir dolu duyguyu hissetmek mümkün. O zaman bir renk çok şey anlatmaya başlıyor. Kırmızı bazen acının, bazen öfkenin, bazen direnişin, bazen aşkın ya da ölümün rengi olabiliyor…
Duwaji röportajlarında sık sık “Bir çizgi bazen söylenemeyen şeyi anlatır.” diye konuşuyor. Bazen de çizgiyi bir köprü gibi görüyor. Kendi yaşadıklarını anlatırken başkalarının hikâyelerine, başkalarını anlatırken kendi hikâyesine yer açıyor.
Sanatçı, doğrudan politikacı olmak zorunda değildir. Ama ister istemez politik bir alanın içinde yaşar. Çünkü sanat, dünyaya nasıl baktığını, neye itiraz ettiğini, neyi savunduğunu gösterir. Kadınların, çocukların, göçmenlerin, savaşın gölgesinde kalan insanların hikâyelerini anlatan sanatçılar, tarafsız görünseler de aslında çoktan bir taraf seçmişlerdir… İnsandan yana…
Rama Duwaji’nin çizgilerinde açık bir slogan, bir lider ya da bir parti yok. Ama kadınların gündelik hayatındaki dayanışmayı, savaş ve göç hikâyelerini anlatması başlı başına bir politik eylem. Kimi isimler onu ‘duygunun siyasetini yapmakla’ eleştiriyor.
Her ne olursa olsun yaptığı işler zamanı geldiğinde birer hafıza belgesine dönüşecek. Tıpkı Picasso’nun Guernica’sının kendi döneminin acılarını bugüne taşıması gibi... Ya da Frida Kahlo’nun otoportreleri, Käthe Kollwitz’in savaş gravürleri gibi, her biri yaşadığı dönemin sesini geleceğe aktardı. Duwaji’nin çizgileri de benzer bir hafıza kuruyor: renklerin, sessizliklerin ve boşlukların arasında geleceğe saklanan bir kayıt gibi.
Kürsülerden atılan her slogan o günün yankısı olur. Ama sanatla anlatılanlar zamanın ötesine geçer. Zaten dünya tarihinde siyasetçilerden çok sanatçılarının hatırlanıyor olması o yüzden değil midir? Kim bilir belki onun sessiz siyaseti eşininkinden daha kalıcı olur.
Yeri gelmişken onun üç çalışmasını buraya not düşelim 👇