- Uyku zihni kapatsa da kalbin atışını susturamaz. Sen gözünü kapatabilirsin ama o içeriden konuşmaya devam eder. Evet, uyku, bilinci geçici olarak devre dışı bırakabilir; ancak travmatik deneyimlerin psiko-duygusal tortusu, uyku evrelerini aşar. Gün boyu uyarana maruz kalan zihin, gece olunca da sessiz kalamıyor; o sessizlikte biriken tüm bastırılmış duygular su yüzüne çıkıyor ve uyku artık bir kaçış değil, bir yüzleşme alanı haline dönüşüyor. Yani uyku, fizyolojik bir sıfırlanma hali gibi görünse de, bilinçdışı sürecin aktif biçimde devreye girdiği zihinsel bir alan aslında. Freud’un dediği gibi, bastırılan şey geri döner. Ama modern çağda, bu dönüş sadece rüyalarla değil, uykuya dalamayışla, sabaha karşı uyanmalarla, boş tavana bakmalarla oluyor. İnsan, gündüzleri meşguliyetle örttüğü duygusal kaotik yapıyı, geceleri zihinsel bir yankı odasında tekrar duymaya başlıyor. Çünkü bazı acılar, bilinçaltının derin katmanlarına sızmıştır ve bilinçli unutmanın ötesindedir; onlar artık kimliğin bir parçası hâline gelmiştir. Bu yüzden bazı duygular, geceye rağmen bizdedir: çünkü özne uyusa da travma uyanıktır.
+ Metinlerinizde tür sınırlarını aşan bir özgürlük var. Deneme, hikâye, hatta şiirsel iç dökümler bir arada. Bu anlatım biçimini seçerken sizi yönlendiren şey neydi? Kural tanımayan bir yazı, daha dürüst olabilir mi?
- Evet, metinlerimde türler arasındaki sınırları bilinçli olarak silikleştirdim. Çünkü hayatın kendisi de bir türe sığmıyor. Bazen bir cümle deneme gibi düşünmeye çağırıyor, bazen bir iç monologla hikâyeye dönüşüyor, bazen de tüm kurgu bir mırıldanma gibi şiirleşiyor. Bence edebiyat, kuraldan değil samimiyetten doğar. Kurguyu duygunun peşine takınca, yazı da kendi iç gerçeğine yaklaşır. Bu yüzden biçimden çok hissin sözü geçer metinlerimde. Türleri aşmak, sınırları zorlamaktan çok zihinsel özgürlüğü öncelemektir. Duygu, kalıba sığmaz. Klasik anlatı yapılarında duygu çoğu zaman estetik kurallar uğruna budanır. Oysa ben metni bir “duygusal topoloji” gibi düşündüm — hangi duygunun nerede yoğunlaştığına göre şekil alan, zaman zaman kendi üzerine çöken, esneyen bir yapı. Kural tanımamak değil, duygunun organik yapısına sadık kalmak istedim. Çünkü biçim bazen duygunun düşmanıdır. Benim metinlerim, biraz bilinç akışı, biraz post modern deneme, biraz da içsel monolog. Ama tüm bunlar sadece biçimsel bir tercih değil; Uyuyunca Geçmeyen Şeyler Var, yapısal olarak da klasik anlatının dışında duran, fragmanlarla ilerleyen bir post modern roman. Anlatı formunun kırılması, karmaşık duyguları daha doğru ifade etmemi sağladı. Çünkü bazı düşünceler tek bir biçime sığmaz. Bazen onları kısa fragmanlarla, bazen bir sessizlikle, hatta bir sayfa boşluğuyla anlatmak gerekir. Hayatın kendisi gibi yazı da kesintili olabilir. Ve bazen bir hissi eksik bırakmak, onu tam anlatmaktan daha gerçektir. Ben türleri değil, duyguları takip ettim. Ne gerekiyorsa onu yazdım. Şiir gibi hissettiğimde şiir gibi, iç dökülesi olduğunda dümdüz, kırık bir cümleyle anlattım. Çünkü dürüstlük bazen noktasız bir cümlede saklıdır. Post modern anlatıların bana kazandırdığı şeylerden biri de bu: yapının kırılabileceğini, biçimin içeriğe boyun eğebileceğini bilmek. Bu kitapta bir kural değil, bir dürüstlük hâli var. Çünkü modern çağda herkes kendisinin en cilalı versiyonunu gösteriyor. Ama içimizde hâlâ filtresiz bir alan var; ben orayı yazmak istedim.
+ Bu kitap, bir anlamda duygusal bir laboratuvar gibi. Peki bu laboratuvarda en çok hangi duygunun sizi zorladığını fark ettiniz?
- Pek çok duygunun aslında… Bunlardan biri özellikle ‘yitimin kabulüydü. Çünkü kaybı tanımak ontolojik bir krizi de beraberinde getiriyor. Zira varoluşumuzun bir kısmını diğerinin ya da diğerlerinin varlığıyla inşa ettiysek, onun/onların yokluğunu kabul etmek, kendimizin bir kısmını da inkâr etmek anlamına geliyor. Bu çelişkiyle yüzleşmek sancılıydı. Özellikle modern insanın kontrol illüzyonu altında yaşadığı bir çağda, kayıp fikriyle yüzleşmek, bir nevi bütün inşa ettiğimiz benlik anlatısının çökmesidir. Bugün her şey planlı, takvimli, algoritmalı ilerliyor. Ama duygular böyle işlemiyor. Sevgi, kayıp, özlem gibi duygular hâlâ kaotik. Birinin gidişiyle, diğerinin yüzüstü bırakmasıyla veya ötekinin hayal kırıklığı yaşatmasıyla başa çıkamamak, aslında sadece onunla değil; onunla kurduğun kimliğin çöküşüyle de ilgilidir. Bu yüzden en zor olan, sadece onu değil, kendindeki o versiyonu da gömmektir. Psikodinamik kuramlar, insanın en çok kendine dair anlamı yitirdiğinde acı çektiğini söyler. Evet, insan en çok, kendinden ayrıldığında acı çeker. Ama en zoru belki de “pişmanlık.” Çünkü pişmanlık, sadece geçmişe değil, geleceğe de sızan bir duygu. Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” sözü bazen eksik kalır; bazen cehennem, insanın kendi seçimlerine dönüp bakma cesaretinde gizlidir.