Gabriel García Márquez’in stüdyo/ofisi, Mexico City’nin rengarenk çiçekleriyle ünlü San Angel Inn semtinde bulunuyor. Bu stüdyo, yazarın esas evinden kısa bir yürüme mesafesinde.
Tavandan basık ama geniş bina, eskiden misafirhane olarak düzenlenmiş. Evin bir köşesinde koltuk, iki sandalye ve minibar duruyor.
Odadaki en çarpıcı detay, García Márquez’in tek başına divanda oturarak poz verdiği devasa fotoğraf. Tarz sahibi şapkası ve rüzgarın saçlarını dağıttığı bir manzarada poz veren yazar, Anthony Quinn’i andırıyor.
García Márquez stüdyonun en sonundaki masasında oturuyordu. Hafif ve canlı adımlarla ilerliyerek beni öne adım atarak karşıladı. Marquez, 1.70 civarlarında boyu, geniş omuzları ve belki de hafiften sıska bacaklarıyla, yazardan ziyade sağlam bir ortasiklet dövüşçüye benziyor.
Söyleşi her biri yaklaşık iki saat süren üç öğleden sonra görüşmesinde yapıldı. İngilizcesi gayet iyi olmasına rağmen, García Márquez söyleşinin büyük kısmında İspanyolca konuştu ve iki oğlu çeviriyi üstlendi. García Márquez konuştukça, vücudu bir ileri bir geri sallanıyordu. Ne zaman bir şeyin vurgulamak istese, ellerini küçük ama kararlı bir şekilde oynatıyordu. Bazen de ellerinin hareketleri düşüncelerinin gidişatına tercüman oluyordu. Yazar kimi zaman dinleyicisine doğru eğilirken, kimi zaman da bacak bacak üstüne atıp arkasını sımsıkı yaslanarak tane tane konuşuyordu.
Söyleşinin ses kaydını almam sizi nasıl etkiler?
Gabriel García Márquez Buradaki sorun şu: Söyleşiyi kaydetmeye başlar başlamaz, tavırlarınız değişiyor. Benim durumuma gelirsek, hemen savunmaya geçiyorum. Gazeteci olarak hala ses kayıt cihazını nasıl kullanmayı öğrendiğimizi zannetmiyorum.
Bana alırsa en iyisi gazetecinin not almadan uzun bir konuşmaya girilmesi. Gazeteci, daha sonra, konuşmadan hatırladıklarını ona edindirdiği intiba bakımından yazmalı, karşıdakinin dediklerini kelimesi kelimesine hatırlama gereği duymadan.
Bir başka faydalı yöntem ise not aldıktan sonra söyleşi yapılan kişiye belli bir ölçüde sadık kalarak yorumlayarak yazmak. Ses kayıt cihazıyla ilgili en büyük sorun, kayıt edilenlerin söyleşi yapılan kişiye sadık olmaması; çünkü ses kayıt cihazı kendinizi aptal yerine koyduğunuz bir anı bile kayıt edip hatırlatabilir.
O yüzden ne zaman ses kayıt cihazı görsem söyleşiye alındığımı hatırlarım; ses kayıt cihazı olmadığı zaman ise çok daha kasıtsız ve doğalım.
Kendimi biraz suçlu hissettim şimdi, ama bu tarz bir söyleşi için ses kaydı sanırım elzem gibi…
Neyse, bütün bunları dememin nedeni aslında sizi savunmaya itmekti.
Yani siz hiç hayatınızda ses kayıt cihazı ile röportaj yapmadınız mı?
Gazeteciliğimde hiçbir zaman kullanmam. İyi bir ses kayıt cihazım var elbette, ama onu daha ziyade müzik dinlemek için kullanıyorum. Ancak şöyle bir şey de var, gazeteci olarak hiç söyleşi yapmadım. Makale yazdığım oldu, ama soru - cevap tarzında hiç söyleşi yapmadım.
Teknesi batmış bir denizci ile yaptığınız bir röportaj olduğunu duymuştum…
Ama o soru - cevap tarzında değildi. Konuştuğum denizci bana yalnızca maceralarını anlattı, ben de onun kelimelerine sağdık kalmaya çalışarak ve birinci tekil şahıs üzerinden sanki o yazıyormuş gibi kağıda döküyordum.
Söyleşiyi bir gazete haftalık şekilde tefrika etti; söyleşinin imzası da denizce aitti, bana değil. Söyleşi 20 sene sonra tekrar basılana kadar kimsenin haberi bile olmamıştı. Yüzyıllık Yalnızlık kitabıma kadar hiçbir editör onu beğenmemişti.
Gazetecilik demişken, yıllarca roman yazdıktan sonra tekrar gazetecilik yapmak nasıl bir hissettiriyor? Şimdi gazetecilik yaparken farklı bir bakış açısı ya da hissiyatınız var mı?
Her zaman gerçek mesleğimin gazetecilik olduğuna inandım. Eskiden gazetecilik hakkında sevmediğim şey çalışma koşullarıydı. Bunun yanısıra, düşünce ve görüşlerimi çalıştığım gazetenin çıkarlarına göre koşullandırmalıydım. Şimdi ise, romancılığa yıllarımı verdikten ve romancı olarak geçimimi sağlayabildikten sonra, kendi ilgimi çeken ve düşüncelerimle örtüşen konular bulabiliyorum. Her koşulda, iyi gazetecilik yapabileceğim durumları yakalamaktan hoşlanıyorum.
Size göre fevkalade bir gazetecilik yazısı nedir?
John Hersey’nin Hiroşima’sı gayet güzeldi.
Peki bugünlerde yapmak istediğiniz bir haber var mı?
Aslında bir sürü şey var ve bir kısmını yazdım bile. Şimdi kadar Portekiz, Küba, Angola ve Vietnam’dan yazdım. Polonya üzerine yazmak istiyorum. Sanırım ortada tam olarak neyin olup bittiğini anlatabilirsem, yeterince iyi bir hikaye olabilir. Ama şu an Polonya’da havalar çok soğuk ve ben de biraz keyfine düşkün bir gazeteciyim.
Sizce romanların yapıp da gazete makalelerinin yapamadığı bir şey var mı?
Yok. Bir fark olduğunu düşünmüyorum. Kaynaklar aynı, materyel aynı, kaynaklar ve dil bile aynı. Daniel Defoe’nun “Veba Yılı Günlüğü” de, Hiroşima yazı dizisi muhteşem yazılı eserler.
Peki gazeteci ve romancının gerçek - hayal dengesini sağlamakta farklı sorumlulukları olabilir mi?
Gazetecilikte gerçek olmayan bir öğe bile olursa bütün işinizin üstüne gölge düşebilir. Romanda ise, bilakis, gerçek bir öğe bile varsa bütün işinize meşruiyet katıyor. Aradaki tek fark budur ve bu iş yazarın kendini işine vermesiyle alakalı. Bir romancı insanları inandırdığı sürece her şeyi yapabilir.
Birkaç sene önceki söyleşilerinizde gazeteciliğe şimdi baktığınızdan çok daha fazla hayranlıkla bakıyor gibiydiniz...
Hem gazetecilik hem de romancılıkta eskisine göre yazmayı daha zor buluyorum. Gazetecilik yaptığım zamanlarda her yazdığım kelimenin hakkını vermiyordum, ama şimdi veriyorum. Bogotá merkezli El Espectador gazetesinde çalışırken, haftada en az 3 haberim çıkıyordu ve üstüne günde 2 ya da 3 editoryal not düşüyordum. Bir de buna film yorumlarımı ekleyin.
Sonra bir de geceleri, herkes eve gittikten sonra, romanlarımın arkasına sığınırdım. Linotype makinelerinin sesine bayılıyorum, bazen kulağıma yağmur gibi geliyordu. Hatta sustuklarında, sessizlik içinde kaldığımdan, çalışamadığım bile oluyordu. Şimdi ise yazı çıkışım epey azaldı. İyi bir iş gününde, sabah 9’dan öğleden sonra 2 - 3’e kadar yazmam anlamına geliyor, en fazla 4 - 5 satırlık kısa bir paragraf ortaya çıkarabiliyorum.
Bunun değişimin nedeni eserlerinizin çok övgü alması ya da siyasi bir angajman olabilir mi?
İkisi de aslında. Bence şimdiye kadar tahayyül bile edemediğim kadar kişi için yazıyor olmak benim için hem edebi hem de siyasi sorumluluk yarattı. Bunun içinde eski yaptıklarımın arkasında kalmamakla alakalı bir gurur da var tabii ki.
Yazmaya nasıl başladınız?
Çizerek. Karikatürle. Okuyup yazmazdan çok önce bile evde ya da okulda sürekli bir şeyler çizerdim. Komik olan ise, şimdi farkediyorum, lisedeyken herkes beni yazar olarak bellemişti, tek kelime yazmamama rağmen. Hani ben yazardım ya, ne zaman bir broşür ya da imza kampanyası olsa metnini bana yazdırırlardı. Üniversiteye başladığımda, akranlarıma kıyasla çok daha iyi bir edebi geçmişe sahip olduğumu farkettim.
Bogotá Üniversitesi’nde birçok kişiyle tanıştım, onlar da beni kendi yazar arkadaşlarıyla tanıştırdı. Böyle bir akşamda bir arkadaşım Franz Kafka’nın kısa öykülerinin olduğu bir kitap vermişti. İşte o gece eve dönüp Dönüşüm’ü okumaya başladım. Kitabın ilk cümlesi bile beni neredeyse yatağımdan düşürmeye yetmişti. Şaşakalmıştım. O cümle şöyledi: “Talihsiz bir uykunun ardından sabaha gözlerini açan Gregor Samsa, kendini yatağın üstünde koskoca bir böceğe dönüşmüş olarak buldu…” İlk cümleyi okur okumaz tanıdığım hiçbir yazarın kendine böyle şeyleri yazma izni vermediğini farkettim. Eğer Kafka’yı tanısaydım, yazmaya çok daha önce başlardım.
Hemen kısa öyküler yazmaya başladım. Bu öyküler hayli entelektüel düzeydeydi, çünkü o zamanlar edebiyat ve hayat arasındaki bağı bulamıştım ve yazdıklarım edebi deneyimlerimden geliyordu. Kısa öykülerim El Espectador’un edebiyat ekinde çıkıyordu ve epeyce başarılı olmuştu - çünkü belki de o zamanlar Kolombiya’da kimse entelektüel kısa öykü yazmıyordu. O zamanlar herkes şehirdışındaki hayat ve sosyal hayat hakkında bir şeyler yazıyordu. İnsanlar kısa öykülerimde Joyce etkilerinin olduğunu söylüyordu.
O zamanlar James Joyce okuyor muydunuz?
Hayır, hiç Joyce okumamıştım. Hemen Ulysses’e başladım. O zaman kitapçılarda bir tek İspanyolca çevirisi vardı. Bakıyorum da, Ulysses’i İngilizce orijinalinden ve kaliteli bir Fransız tercümesinde okuduktan sonra, o okuduğum İspanyolca çeviri epey kötüymüş. Yine de, gelecekteki yazı hayatım için faydalı bir şey öğrendim—iç monolog tekniğini. Sonra aynı tekniği Virginia Woolf’da da buldum, hatta bu anlamda Woolf, Joyce’dan daha bile iyiydi. Çok sonraları farkettim ki, iç monolog tekniğini ilk uygulayan kişi Lazarillo de Tormes diye anonim bir yazarmış.
Önceden etkilendiğiniz kişilerin bir kısmını söyleyebilir misiniz?
Kısa öyküde olan entelektüel tavrımdan gerçekten kurtulmamda yardımcı olan insanlar, Amerikan Kayıp Nesil’in yazarlarıydı. Anladım ki edebiyatın hayat benim kısa öykülerimde olmayan bir ilişkisi vardı. Sonra da bu tavırla alakalı çok önemli bir olay oldu. Bu Bogotazo idi, 1948 Nisan’ında, politik bir lider olan Gaitan vurulmuştu ve insanlar sokakta çıldırmışlardı. Tam da odamda öğle yemeğimi yiyecekken haberleri duydum.
Olay yerine koştum fakat Gaitan çoktan bir taksiye bindirilmiş ve hastaneye yetiştiriliyordu. Odama dönerken, insanların sokakları kaplamış, gösteri yapıyorlar, dükkânları yağmalayıp binaları yakıyorlardı. Onlara katıldım. O günün öğlesi ve akşamında nasıl bir ülkede yaşadığımın farkına vardım ve kısa hikâyelerimin bunlarla nasıl bağlantılı olduğunu gördüm. Karayipler’deki Barranquila’ya, çocukluğumun geçtiği yere dönmek zorunda kalınca, nasıl bir hayat yaşadığımı, nasıl bir hayat bildiğimi ve nasıl bir hayat hakkında yazmak istediğimi anladım.
1950 civarında, edebi hissiyatımı etkileyen başka bir olay oldu. Annem, kendisini Aracataca’ya, doğduğum yere götürmemi ve ilk yıllarımın geçtiği evi satmayı istedi. Oraya gittiğimde biraz şoktaydım çünkü o zaman 22 yaşındayım ve sekiz yaşımdan beri orada bulunmamıştım. Pek bir şey değişmemiş gibiydi fakat köye bakıyor gibi değil de sanki köyü okuyormuş gibiydim. Gördüğüm her şey sanki önceden yazılmış gibiydi ve tek yapmam gereken ise orada oturup okuduğumu kopyalamaktı. Nereden bakılırsa bakılsın, her şey edebiyata evrilmişti: evler, insanlar ve hatıralar.
Faulkner’ı okuyup okumadığımdan tam emin değilim fakat şu an gördüm ki sadece Faulkner’ınki gibi bir teknik ancak gördüğümü okumamı sağlar. O atmosfer, o yozlaşmışlık, köyde hissetiğim o sıcak, Faulkner’da hissettiğim ile aynıydı. Güneydoğu ABD yazarlarında bulduğum havanın aynısını veren meyve şirketlerinden gelen bir sürü Amerikalı tarafından doldurulan bir muz-ekimi bölgesiydi. Eleştirmenler Faulkner’ın edebi etkisi hakkında konuşmuşlardı fakat bence bu bir tesadüftü. Faulkner’ın bulduğu malzemeyi kullandığı şekilde ben de aynı malzemeyi buldum.
Köye o yolculuktan sonra ilk romanım olan Yaprak Fırtınası’nı yazmaya karar verdim. Başıma Aracataca yolculuğundan gelen şey, çocukluğumda olup biten her şeyin ancak şu an anladığım edebi bir değeri vardı. Yaprak Fırtınası’nı yazdığım o andan itibaren, bir yazar olmak istediğim anladım ve hiçbir şey beni dünyadaki en iyi yazar olmaktan alıkoyamazdı. Bu, 1953’teydi fakat 1967’ye kadar yazdığım sekiz kitabın beşinin telif parasını alamadım.
Sizce genç yazarlar arasında sizin de ilk başta yaptığınız gibi kendi çocukluğunun değerini reddedip entelektüelleşmek yaygın mıdır?
Hayır, bu süreç tam tersine işler. Genç bir yazara tavsiye verecek olsaydım kendisine olan bir olay hakkında yazmasını söylerdim; Yaşanılan bir yazmak ile okunup görülen bir şeyi yazmanın ayrımı her zaman kolaydır. Pablo Neruda’nın şiirinde geçen bir cümlede şu söylenir: “Şarkı söylerken icat çıkartma bana Tanrım.” İşim hakkında en büyük takdir aldığım şeyin hayal gücüm olması hep bana şaşırtmıştır, ki gerçeklik ögesi içermeyen tek bir cümle de yazmadım. Buradaki sorun, Karayipler gerçeği en vahşi hayal gücüdür.
Bu noktada kime işaret ediyordunuz? Kitleniz kimdi?
Yaprak Fırtınası bana yardım eden ve bana kitaplarını ödünç veren ve işim hakkında çok ilgili olan arkadaşlarıma yazılmıştır. Genelde biri için yazdığımızı düşünüyorum. Ben yazarken hep bu arkadaşın bunu seveceğini veya başka bir arkadaşın bir paragraf veya bölümü seveceğini düşünürüm. Sonunda ise, tüm kitaplar arkadaşlarınız içi yazılmıştır. Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazdıktan sonraki sorun ise, kaç milyon kişiye yazdığımı bilmiyor oluşumdu: bu da beni rahatsız etmişti. Sanki milyon tane göz sana bakıyor da sen onların ne hissettiğini bilmiyormuşsun.
Peki ya kurgunuzdaki gazetecilik etkisi?
Bence bu etki karşılıklı. Kurgu benim gazeteciliğimi geliştirdi çünkü edebi bir değer yükledi. Gazetecilik kurgumu geliştirdi çünkü beni gerçeklikle yakın bir ilişki içinde tuttu.
Yaprak Fırtınası’ndan sonra ve Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmadan önce nasıl bir tarz arayışına girdiniz?
Yaprak Fırtınası’nı yazdıktan sonra, köyüm ve çocukluğum hakkında yazmanın aslında ülkenin gerçekliğinden bir nevi kaçış olduğuna karar verdim. Olup biten siyasi şeylerle karşılaşmak yerine bu garip nostalji duygusuna girmek gibi yanlış bir kanıya kapıldım. O vakitlerde de edebiyat ve politika arasında ilişki de çok fazla konuşuluyordu. İkisinin arasındaki boşluğu kapamaya çalıştım. Eskiden Faulkner’dan etkilenirdim, şimdi Hemingway oldu.
Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, Şer Saati, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni gibi az çok aynı vakitte yazılan ve çok ortak yönü olan kitapları yazdım. Bu hikayeler, Yaprak Fırtınası ve Yüzyıllık Yalnızlık’takinden farklı bir köyde geçiyor. Bu köyde büyü yok. Bu gazetecilik yolculuğudur. Fakat Şer Saati’ni bitirdiğimde, bütün fikir ve görüşlerimin yanlış olduğunu anladım. Çocukluğum hakkında yazdıklarımın aslında düşündüğümden daha da siyasi olduğunu gördüm. Şer Saati’nden sonra beş yıl boyunca bir şey yazmadım. Her zaman yapmak istediğim şeyi bilirdim fakat bir şey eksikti ve doğru tonu yakalayana kadar – Yüzyıllık Yalnızlık’ta kullandığım ton – ne olduğunu anlamadım. Büyükannemin hikayelerinde kullandığı tondu. Doğaüstü ve fantastik şeyler anlatırdı fakat tamamen doğal şekilde anlatırdı. Hangi tonu kullanmam gerektiğini anladığımda ise, onsekiz ay boyunca oturdum ve her gün çalıştım.
“Fantastik” kelimesini nasıl bu kadar doğal açıkladı?
En önemlisi, onun suratındaki ifadeydi. Hikâyeleri anlatırken ifadesini hiç değiştirmedi ve herkes çok şaşırmıştı. Yüzyıllık Yalnızlık’ı daha önceki yazma çabalarımda, hikâyeye inanmadan yazmaya çalıştım. Yapmam gereken şeyin kendime inanmak olduğunu ve büyükannemin onlara dediği surat ifadesiyle: asık bir suratla yazmam gerektiğini keşfettim.
Bu tekniğin ya da tonun gazeteci bir niteliği var gibi. Kendi gerçekliğini ortaya koyan görünürde fantastik olayları anlatıyorsunuz. Bu size gazetecilikten gelen bir şey mi?
Bu ayrıca edebiyata da uygulayabileceğiniz bir gazetecilik numarası. Örneğin, eğer fillerin gökte uçtuğunu söylerseniz, insanlar size inanmayacaklar. Fakat dörtyüz yirmibeş filin gökte uçtuğunu söylersiniz, insanlar size muhtemelen inanırlar. Yüzyıllık Yalnızlık da bununla dolu bir şey. Bu tam da büyükannemin kullanmış olduğu bir teknik. Özellikle sarı kelebeklerle sarılan karakterin hikayesini hatırlıyorum. Ben çok küçükken, evimize gelen elektrikçi vardı. Çok ilgimi çekti çünkü kendisini elektrik direklerinden koruyan bir kemeri takıyordu. Büyükannem ne zaman bu adamın eve geldiğini söylese, evden ağzına kadar kelebeklerle dolu ayrıldığını da eklerdi. Fakat bunu yazarken, eğer kelebeklerin sarı olduğunu söylemeseydim, insanlar buna inanmayacaklardı. Güzel Remedios’un cennete gittiği bölümü yazarken, bu kısmı güvenilir kılmam bayağı uzun bir süremi aldı. Günün birinde bahçeye çıktım ve yıkama yapmak için eve gelen kadını gördüm ve kuruması için çarşafları asıyordu ki çok fazla rüzgar vardı. Kadın çarşafları uçurup götürmemesi için rüzgar ile tartışıyordu. Anladım ki eğer çarşafları Güzel Remedios için kullansaydım, Remedios göğe yükselirdi. Ben de işte böyle yaptım, güvenilir olsun diye. Her yazarın sorunu güvenilirliktir. Herkes, güvenilir olduğu sürece, bir şeyler yazabilir.
Yüzyıllık Yalnızlık’taki uykusuzluk vebasının aslı nedir?
Oedipus’tan itibaren edebi dönemdeki veba vakalarıyla ilgilendim. Özellikle Orta Çağ vebası üzerine bayağı araştırma yaptım. En sevidiğim kitaplardan birisi de Daniel Defoe’nun “Veba Yılı Günlüğü”dür. Bunun bir diğer nedeni de Defoe’nun her dediği salt fantazi gibi duran bir gazeteci olması. Uzun yıllar boyunca Defoe’nun Londra’ki vebayı bizzat gözlemleyerek yazdığını zannediyordum. Ancak sonradan bunun yalnızca bir roman olduğunu ve Defoe’nun Londra’daki veba zamanında 7 yaşından bile küçük olduğunu öğrendim.
Veba benim kitaplarımda -birçok farklı şekilde- sürekli tekrar eden bir konu oldu. Şer Saati’nde broşürler vebalıydı.
Yıllarca Kolombiya’daki politik şiddetin vebayla aynı metafiziğe sahip olduğunu düşündüm. Yüzyıllık Yalnızlık öncesinde vebayı “Cumartesiden Bir Gün Sonra’’ adlı öykümdeki bütün kuşları öldürmek için kullandım. Yüzyıllık Yalnızlık’ta uykusuzluğu aynı veba gibi edebi bir numara olarak kullandım. Bir bakıma uyuyan vebanın aksi oldu bu. En nihayetinde edebiyatı marangozluk gibi bir şey.
Bu benzetmeyi biraz daha açar mısınız?
Her ikisi de çok sıkı bir çalışmayı gerektiriyor. Bir şey yazmak en az bir masa yapmak kadar zahmetli bir uğraş. Her ikisinde de gerçek materyel ile çalışman gerekiyor, tıpkı ahşap gibi. Ayrıca her ikisinin de birçok taktiği ve tekniği var. Temel olarak azıcık sihir ve sıkı çalışma gerekiyor. Ve Proust gibi, ben de, yazmak için yüzde 10 ilham yüzde 90 terleme gerektiğini düşünenlerdenim. Şimdiye kadar hiç marangozluk yapmadım, ama en çok saygı duyduğum işlerden birisi o. Özellikle de sizin için bunu yapacak kimseyi bulamadığınız zamanlarda.
Peki Yüzyıllık Yalnızlık’taki muz bölümü nereden geliyor? Bunun United Fruit Company ile alakası nedir tam olarak?
Bu muz bölümü kaynağını gerçek hayattan alıyor. Elbette, tarihte kanıtı olmayan şeyler için de edebi teknikler kullandım. Diyelim, meydandan gerçekleşen katliam tamamen doğru olmakla beraber, olayı görgü tanıklarının ifadeleri ve belgelerden faydalanarak yazdım. Ama kaç kişinin öldüğü tam olarak hiçbir zaman bilinemedi. Ben 3bin dedim, ama bu elbette biraz abartıydı.
Küçükken içi muz ağaçlarıyla dolu bir ormandan geçen uzun ama çok uzun bir tren hatırlıyorum. Belki de 3bin ölü vardı içinde, belki hepsini denize dökmüşlerdi. Beni asıl şaşırtan şey şimdilerde kongrede ve gazetelerde 3bin ölüden bahsetmeleri. Sanırım tarihimizin yarısı bu şekilde yazılıyor işte. Başkan Babamızın Sonbaharı’nda diktatör diyor ki: Şimdi doğru olup olması pek önemli değil, çünkü yakın bir gelecekte zaten doğru olacak. Eninde sonunda insanlar hükümetlerden ziyade yazarlara inanacak.
Bu yazara epey bir güç veriyor değil mi?
Evet ve bunu ben de hissediyorum. Bu yanında büyük bir sorumluluğu da getiriyor. Benim gerçekten yapmak istediğim şey bir çeşit doğru ve gerçek gazetecilik ama bunun kulağa en az Yüzyıllık Yalnızlık kadar fantastik gelmesi gerekiyor. Ne kadar yaşayıp eskileri yad edersem, o kadar edebiyat ve gazeteciliğin birbiriyle o kadar ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Peki Başkan Babamızın Sonbaharı bir ülkenin dış borçlarına karşılık olarak denizinden vazgeçmesine ne demeli?
Evet, aslında bu gerçekten oldu. Aslında birçok kez yaşandı ve yaşanmaya devam edecek. Başkan Babamızın Sonbaharı tamamen tarihi bir kitap. Gerçek olaylar dışındaki ihtimalleri bulmak gazeteci ve yazarın ve hatta peygamberlerin işi. Buradaki sorun birçok insanın beni, gayet gerçekçi birisi olmama ve doğru sosyalist realizm olduğuna inandığım halde, fantastik kurgu yazarı olarak düşünmesinden kaynaklanıyor.
Bu ütopik mi?
Ütopik kelimesinin gerçek mi yoksa ideal mi anlamına geldiğini bilmiyorum. Ama sanırım gerçek olacak.
Başkan Babamızın Sonbaharı’ndaki karakterler, örneğin diktatörler gerçek insanlardan esinlenerek mi yaratıldı? Franco, Perón ve Trujillo ile benzerlik gösteriyorlar.
Her romanda, karakter bir kolajdır: bildiğin, duyduğun ya da hakkında bir şeyler okuduğun farklı karakterlerin kolajı. Ben son yüzyılın ve bu yüzyılın başlarındaki Latin Amerikalı dikatörler hakkında ne bulursam okurum. Ayrıca diktatörlük altında yaşayan bir sürü insanla da konuştum. Bunu en az on yıl boyunca yaptım. Bir karakterin nasıl olması gerektiği hakkında sağlıklı bir fikre sahip olduğum zaman, okuduğum ve duyduğum her şeyi unutmak için çabaladım; ki gerçek hayatta yaşanmış bir olayı kullanmadan yeni bir şey ortaya çıkarayım. Bir noktada farkettim ki ben diktatörlük altında bir süre de olsa hiç yaşamamışım. Düşündüm ki, kitabı İspanya’da yazarsam yerleşik bir diktatörlükte yaşamak nasıldır anlayabilirim. Fakat anladım ki Franco diktatörlüğündeki İspanya’nın durumu Karayipler diktatörlüğündekinden çok daha farklı. Bu nedenle kitap bir seneliğine aksadı. Ne olduğundan emin olmadığım eksik bir şey vardı. Bir gece yapılacak en iyi şeyin Karayipler’e geri dönmek olduğuna karar verdim. Hep birlikte Barranquilla, Kolombiya ‘ya geri döndük. Gazetecilere onların şaka sandığı bir açıklama yapmıştım. Onlara geri dönüyorum çünkü guava (Güney Amerika’da yetişen meyveli bir bitki) nın kokusunu özledim dedim. Doğruyu söylemeliyim ki, bu kitabımı bitirmem için ihtiyacım olan tek şeydi. Karayipler boyunca seyahat etmiştim. Bir adadan ötekine giderken romanımda eksik olan unsurları keşfettim.
Siz sıklıkla güçle birlikte gelen yalnzılık temasını kullanıyorsunuz...
Ne kadar güçlü olursan, sana kimin yalan söylediğini kimin söylemediğini bilmen de bir o kadar zorlaşır. Mutlak güce hakim olduğunda, gerçekle bağlantın kopar ve bu da başına gelebilecek en kötü yalnızlık biçimidir. Çok güçlü bir kişi, bir diktator, nihai amacı onu gerçeklikten koparmak olan insanlar ve menfaatlerle çevrilidir. Her şey onu izole etmek için birbiriyle yarış eder.
Peki yazarın yalnızlığı? O farklı bir şey midir?
Gücün getirdiği yalnızlıkla çok alakalı. Yazarın gerçekliği tasvir etme çabası sıklıkla onu gerçekliğin çarpık bir tablosuna götürür. Gerçekliği tersine çevirmeye çalışırken onun
la bağlantısını hepten koparabilir. Nasıl derler, fil dişi kulede yaşayarak. Gazetecilik buna karşı iyi bir koruyucuydu. İşte bu yüzden de gazetecilikle bağlarımı koparmadım. Çünkü gerçek dünya ile bağlantımı sağlıyordu; özellikle siyaset haberciliği ve politika. Beni Yüzyıllık Yalnızlık’tan sonra tehdit eden yalnızlık türü yazar yalnızlığı değil şöhretin getirdiği yalnızlıktı; ki bu gücün getirdiği yalnızlığa daha çok benzer. Arkadaşlarım beni o tür bir yalnızlıktan korudu; daima yanımda olan dostlarım.
Nasıl?
Zira hayatım boyunca hep aynı insanlarla arkadaşlık kurdum. Yani demek istediğim eski arkadaşlarımla bağlarımı koparmadım ve onlar ayaklarımın yere basmasını sağladılar. Onların da ayakları yere basıyordu çünkü şöhretli kimseler değillerdi.
Yazıya nasıl giriş yapıyorsunuz? Başkan Babamızın Sonbaharı’nda tekrarlanan imgelerden biri de saraydaki ineklerdi. Bu önceden karar verilen imgelerden biri midir?
Size bendeki bir fotoğrafçılık kitabını göstereceğim. Çeşitli münasebetlerde, kitaplarımın tümünün başlangıç noktasında daima bir imge olduğunu anlatmıştım. Başkan Babamızın Sonbaharı’ndaki ilk imgem çok lüks bir saraydaki çok yaşlı bir adamdı ve inekler gelip onun perdelerini yiyordu. Fakat fotoğrafı bir bütün olarak görene kadar o imge kesinleşmedi. Roma’da bir kitapçıya uğradım ve biriktirmekten hoşlandığım fotoğrafçılık kitaplarına bakmaya başladım. Bu fotoğrafı gördüm ve tam anlamıyla mükemmeldi. Böylelikle o imgeyi nasıl devam ettireceğimi anladım. Koca bir entellektüel olmadığımdan öncüllerimi hayattaki her şeyden edinirim, büyük baş yapıtlardan değil.
Romanlarınızda beklenmedik dönemeçler yer almaz mı hiç?
Başlangıçta başıma çok geliyordu bu. Yazdığım ilk öykülerde gidişat hakkında genel bir fikre sahiptim fakat kitabın gidişatında tesadüflerin içinde kayboluyordum. İşin başlarında aldığım ilk öğüt şuydu: Gençken olduğu gibi çalışmak iyidir, çünkü ilham taşkın bir sel gibi akar. Fakat bana anlatılan o ki, tekniği öğrenmez isem, daha sonraları ilham kaybolduğunda zorlanabilirim. Zira bunu telafi edebilecek şey tekniktir. Bunu o zamana kadar öğrenemezsem, önden yapının bir taslağını çizmekte muktedir olamazdım. Yapı tamamen teknik bir problemdir ve bunu erkenden öğrenmezsen daha sonra asla öğrenemezsin.
Öyleyse disiplin sizin için oldukça önemli diyebilir miyiz?
Fevkalade bir disiplin olmaksızın okunmaya değer bir kitap yazılacağını zannetmiyorum.
Suni uyarıcılarla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Hemingway yazmanın onun için boks gibi olduğunu söyler, bu beni ziyadesiyle etkileyen bir cümledir. O sağlığına dikkat eden ve iyi bir durumda olmaya çalışan bir insandı. Faulkner’ınsa alkolikliği vardı ancak verdiği her röportajda sarhoşken tek bir cümle yazmanın imkansızlığından bahsederdi. Hemingway de bu konuyla ilgili aynı şeyi söyledi. Kötü okuyucular bana yazılarımın bir kısmını yazarken uyuşturucu kullanıp kullanmadığımı sordular, ki bu, onların edebiyat ve uyuşturucular hakkında hiçbir şey bilmediğini gösteriyor. İyi bir yazar olmak için yazdığınız tüm süre boyunca sağlığınızın düzgün ve kafanızın berrak olması gerekiyor. Yazmanın bir fedakarlık olduğuyla ilgili romantik bakış açısına, ekonominiz ve ruh haliniz kötüleştikçe yazılarınız güzelleşir inanışlarına fazlasıyla karşıyım. Bana göre yazabilmek için gerçekten çok iyi bir ruh halinde ve fiziksel durumda olmanız gerekiyor. Edebi yaratıcılık iyi bir sağlık durumu gerektirir, Kayıp Nesil bu dediğimi çok iyi anlayacaktır, çünkü onlar hayata aşık insanlar.
Blaise Cendrars yazmanın diğer işlerle karşılaştırıldığında bir ayrıcalık olduğunu ve yazarların ızdıraplarını abarttıklarını söyledi. Siz bu konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bence yazmak gerçekten çok zor bir şey, ancak ben üzerinde dikkatle durulan her iş için aynı şeyi düşünüyorum. Ayrıcalık olan, yaptığınız işi kendinizi tatmin etmek için yapıyor olmanız. Kendimden ve etraftakilerden beklediğim çok fazla şey var, çünkü hatalara katlanamıyorum, bu yüzden herhangi bir şeyi mükemmel derecede yapmak bir ayrıcalıktır. Doğru olan, yazarların çoğunun megolomanyak, kendini dünyanın merkezi ve toplumun vicdanı sanan insanlar olduğudur. Yapılan herhangi bir şey çok güzel olduğunda hayranlık duyuyorum. Mesela her yolculuğumda, bindiğim uçaklardaki pilotların benim yazarlığımdan daha iyi pilotlar olmaları beni çok mutlu ediyor.
Son dönemde en rahat çalıştığınız zamanlar hangileri? Bir çalışma programınız var mı?
Profesyonel bir yazar haline geldiğimde en büyük problemim programımdı. Gazeteci olmak gece çalışmayı gerektirir. 40 yaşında tam zamanlı yazmaya başladığımda, programım sabah 9’dan öğleden sonra oğullarım okuldan geldiği saate, yani 2’ye kadardı. Sıkı çalışmaya çok alışık olduğumdan, sadece sabahları çalıştığım için kendimi suçlu hissettim ve öğleden sonraları da çalışmaya çalıştım, ama fark ettim ki öğleden sonra yaptığım her ne varsa onları bir sonraki sabah sil baştan yapıyordum. Ben de yalnızca 9’dan 2.30’a kadar çalışıp, başka hiçbir şey yapmamaya karar verdim. Öğleden sonraları genelde yalnızca randevularım, röportajlarım ve son dakika çıkan herhangi bir şey oluyor. Yaşadığım bir diğer sorun ise yalnızca tanıdık ve daha önce yazdığım yerlerde çalışabiliyor olmam. Otellerde, ödünç odalarda ya da ödünç daktilolarda yazamıyorum. Bu çok büyük bir sorun oluşturuyor çünkü yolculuk yaparken çalışamıyorum. Tabii ki insan daha az çalışmak için kendine sürekli bahaneler uydurur, bu yüzden de kendi kendimize yarattığımız koşullar her seferinde daha da zorlaşır. Şartlar her ne olursa olsun ilhamın geleceğini beklemenin, romantiklerin fazlasıyla sömürdüğü bir cümle olduğunu düşünüyorum. Marksist yoldaşlarım bunu kabul etmekte çok zorlandılar, ama siz ne söylerseniz söyleyin, ben rahatça yazabilmek ve kelimelerin akıp gidebilmesi için özel bir ruh hali olduğuna inanıyorum. Bahanelerinizin hepsi, mesela yalnızca evde yazabiliyor olmak gibi, bu düşünceyle birlikte yok oluyor. O an ve o ruh hali doğru temayı bulduğunuzda ve ona nasıl davranmanız gerektiğini bildiğinizde geliyor ve bu çok sevdiğiniz bir şey haline dönüşüyor, zaten dünyada sevmediğin bir şeyi yapmaktan daha kötü bir iş olamaz.
En zorlandığım şeylerden biri ilk paragraf. Yalnızca ilk paragraf için aylarımı harcadığımı bilirim, ama bir kere tutturdum mu gerisi akar gider. Kitapla ilgili çoğu problemi ilk paragrafta çözersiniz, tema, stil, ton o paragrafta belirlenir. En azından benim için, ilk paragraf kitabın geri kalanının nasıl olacağının bir örneğidir. Bu yüzden kısa hikayelerden oluşan bir kitap yazmanın bir roman yazmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum, her kısa hikaye yazmaya başladığınızda her şeye en baştan başlamış oluyorsunuz.
İlham kaynağı olarak rüyalar önemli mi?
En başta onlara çok fazla önem verdim, ancak daha sonra fark ettim ki hayatın kendisi en yüce ilham kaynağı ve rüyalar bunun yalnızca küçücük bir parçası. Benim yazılarımla ilgili doğru olan şeylerden biri, rüyaların ve yorumlarının farklı konseptlerine fazlasıyla ilgili olduğumdur. Rüyaları hayatın genelinin bir parçası olarak görüyorum, ancak gerçeklik çok daha zengin. Belki de benim çok zayıf rüyalarım var.
İlhamla sezgiyi ayırt edebiliyor musunuz?
İlham, gerçekten çok sevdiğiniz ve işinizi kolaylaştıran doğru temayı bulmak demektir. Sezgi ise neyin gerçek olduğunu herhangi bilimsel bir bilgiye dayanmadan, ya da özel çeşit bir eğitimden geçmeden deşifre edebilmenize yardımcı olan, yazmak için gerekli esaslardan biridir. Yerçekimi yasası başka hiçbir şeye ihtiyaç olmadan çok rahat anlaşılabilir. Bu bir nevi çabalamadan bir deneyim yaşamaktır. Bir yazar için sezgi esastır. Sezgi, entelektüelliğin, dünyada en iğrendiğim şeylerden biri, tam zıttında durur, sanki gerçek dünya bir sabitlik teorisine dönüşmüş gibi. Sezginiz ya vardır, ya da yoktur, avantajı budur. Olmayacak bir şey için çabalamaya devam etmezsiniz.
Sevmediğiniz teorisyenler bunlar mı?
Kesinlikle, genellikle onları anlamadığım için oluyor bu. Bu, çoğu şeyi anekdotlarla anlatmamın sebebi, çünkü soyutlama yapabilecek kapasitem yok. Bu yüzden birçok eleştirmen benim kültürsüz bir insan olduğumu düşünüyor. Yeteri kadar alıntı yapmıyorum.
Eleştirmenlerin sizi belirli bir tipe ya da kategoriye düzenli bir şekilde soktuğunu düşünüyor musunuz?
Bana göre kritikler entelektüelitenin ne olduğunun en büyük örneği. Her şeyden önce, onların bir yazarın nasıl olması gerektiğiyle ilgili bir teorileri var. Yazarı kendi kurguladıkları modelin içine sokmaya çalışıyorlar, eğer oraya uymuyorsa, bu sefer de zorla sokuyorlar. Bunu yalnızca siz bana sorduğunuz için cevaplıyorum, yoksa hiçbir eleştirmenin benimle ilgili ne düşündüğüyle ilgilenmiyorum, zaten yıllardır hiçbirini okumadım.
Yazar ve okuyucu arasında arabulucu gibi bir iddiadalar. Ben her zaman okuyucuya doğrudan ulaşmaya çalışan, fazlasıyla açık ve titiz bir yazar oldum.
Çevirmenlere nasıl bakıyorsunuz?
Dipnot kullanan çevirmenler dışındaki tüm çevirmenlere büyük bir hayranlığım var. Onlar okuyucuya sürekli yazarın muhtemelen öyle demek istemediği bir şeyi açıklamaya çalışıyorlar ve okuyucu da buna katlanmak zorunda kalıyor. Çeviri çok zor ve çok az para ödenen bir iş. İyi bir çeviri, bir başka dildeki yeniden yaratımdır. İşte bu yüzden, Gregory Rabassa’ya muazzam bir hayranlığım var. Kitaplarım 21 farklı dile çevrildi ve Rabassa bana hiçbir zaman kitabımdaki herhangi bir şeyi açıklamam için soru sorup dipnot koymadı. Yaptığım işlerin İngilizce’de yeniden yaratıldığını düşünüyorum. Kitabın, abartmadan söylüyorum, takip edilmesi gerçekten zor kısımları var. Çevirmenin kitabı okuyup kendi birikimlerinden tekrar yazdığı izlenimi oluşuyor. İşte bu yüzden, çevirmenlere muazzam bir hayranlığım var. Onlar entelektüelden çok sezgisel insanlar. Yayıncıların onlara zavallı ücretler ödenmesi bir yana, yaptıkları işi bir yaratım olarak görmüyorlar. İspanyolca’ya çevirmek istediğim birkaç kitap var, ancak bu benim kendi kitaplarımı yaratım sürecim kadar vaktimi alır ve çeviriden yemek yemeye yetecek kadar para bile kazanamam.
Çeviri yapacak olsanız kimleri çevirmek isterdiniz?
Malraux’nun tüm yapıtları. Conrad ve Saint-Exupery de çevirmek isterdim. Bazen bir kitabı okurken içimden bu kitabı çevirmek isterdim diye geçiriyorum. Tabii buna klasik yapıtlar dâhil değil, onları orijinal dillerinde anlamaya çalışmak yerine ortalama seviyede bir çeviriyle okumayı tercih ederim. Başka bir dilde okurken kendimi rahat hissedemiyorum çünkü içimde gerçekten hissedebildiğim tek dil İspanyolca. Ama İtalyanca ve Fransızca konuşabiliyorum, İngilizce’yi yirmi yıldır kendimi Time dergisiyle zehirleyecek kadar iyi biliyorum.
Meksika size ev gibi geliyor mu artık? Kendinizi daha büyük bir yazar topluluğu içinde hissediyor musunuz?
Genel olarak, yazar veya sanatçılarla arkadaş değilim çünkü onlar yazar veya sanatçılar. Benim bir sürü farklı meslekten arkadaşlarım var, içlerinde yazarlar ve sanatçılar da var. Kendimi Latin Amerika içinde herhangi bir ülkenin yerlisi gibi hissedebiliyorum, ama başka hiçbir yerle ilgili böyle bir duygum yok. Latin Amerikalılar, İspanya’nın onlara düzgün davranılan tek ülke olduğunu düşünürler, ama ben kendimi oralı hissetmiyorum. Latin Amerika’da sınırlar yokmuş gibi düşünüyorum. Ülkeler arası değişkenlik gösteren şeylerin farkındayım ama kalbimde ve zihnimde hepimiz aynıyız. Hangisi olduğu fark etmiyor, Karayipler Adaları’nda kendimi evimde hissediyorum. Barranquilla’da uçaktan indiğimde mavi elbiseli siyahi bir kadının pasaportumu damgalamasından, Jamaica’da uçaktan indiğimde mavi elbiseli siyah bir kadının İngilizce konuşarak pasaportumu damgalamasından her zaman etkilenmişimdir. Dilin çok ciddi bir farklılık yarattığına inanmıyorum, ama dünyanın başka her neresinde olursam olayım kendimi yabancı hissediyorum, güvenlik hissimi elimden alan bir durum bu. Kişisel bir his bu, ama yolculuk yaparken sürekli benimle. Bende azınlık vicdanı var.
Latin Amerikalı yazarların bir süre Avrupa’da yaşamasının önemli olduğunu düşünüyor musunuz?
Dışarıdan gerçek bir bakış açısı edinmek için belki. Yazmayı düşündüğüm kısa hikaye kitabı Avrupa’ya giden Latin Amerikalılar hakkında. 20 yıldır bu kitapla ilgili düşünüyorum. Bu kısa hikayelerden bir sonuç çıkaracak olursak, Latin Amerikalılar Avrupa’ya çok az varıyorlar, özellikle de Meksikalılar kesinlikle kalmak için gitmiyorlar. Avrupa’da tanıştığım tüm Meksikalılar bir sonraki Çarşamba günü ülkelerine geri dönen insanlardı.
Küba Devriminin Latin Amerika edebiyatına etkilerinden bahsedebilir misiniz?
Bence şimdiye kadarki tüm etkiler olumsuz. Kendini siyasete adamış tüm yazarlar, gerçekten yazmak istediklerini değil, yazmak zorunda hissettiklerini yazıyorlar. Bu da ortaya deneyim veya sezgilerle alakası olmayan hesaplanmış bir edebiyat çıkarıyor. Bunun en temel sebebi Küba ve Latin Amerika üzerinde yapılmak istenen kültürel etkiye karşı çok fazla savaşılmış olması. Küba’nın kendisinde maalesef bu süreç daha yeni bir çeşit edebiyatın veya sanatın yaratılma noktasına gelmedi. Ancak bunun gerçekleşmesi tabii ki zaman istiyor. Küba’nın Latin Amerika için kültürel önemi, yıllardır Latin Amerika’da yaşayan bir edebiyat çeşidini aktarmış bir köprü haline gelmiş olması. Bir başka deyişle, Amerika’daki Latin Amerika edebiyatının patlama sebebi Küba Devrimidir. O jenerasyonun tüm Latin Amerikalı yazarları 20 yıldır zaten yazıyorlardı, ancak ne Avrupalı ne de Amerikalı yayıncıların onlara karşı bir ilgisi yoktu. Ne zaman ki Küba Devrimi başladı, Küba ve Latin Amerika’ya olan ilgi birden arttı. Devrim bir makale tüketimi haline geldi. Latin Amerika moda oldu. Çevrilebilecek ve dünya edebiyatı içinde sayılabilecek Latin Amerika romanlarının da var olduğu keşfedildi. Kültürel kolonileşmenin en üzücü yanlarından biri Latin Amerikalıların kendi kitaplarına dışarıdan biri iyi demedikçe kitaplarının iyi olmadıklarına inanışlarıydı.
Özellikle hayranlık duyduğunuz daha az bilinen bir Latin Amerika yazarı var mı?
Şu anda olduğunu zannetmiyorum. Latin Amerika yazı dünyası patlamasının en iyi yanlarından biri, tüm yayıncıların yeni Cortazar’ı kaçırmamak için sürekli tetikte olmaları. Ne yazık ki genç yazarların çoğunun endişesi yazmaktan çok ünlü olmak. Toulouse Üniversitesi’nde Latin Amerika edebiyatıyla ilgili yazan bir Fransız profesör var, çoğu genç yazar ona benimle ilgili daha fazla yazmamasını, benim buna daha fazla ihtiyacım olmadığını ama başka insanların ihtiyacı olduğunu yazmış. Unuttukları nokta ise şu, ben onların yaşındayken eleştirmenler benim hakkımda değil Miguel Angel Asturias hakkında yazıyordu. Varmak istediğim nokta, bu genç yazarların zamanlarını eleştirmenlere yazarak değil kendi yazıları üzerine çalışarak geçirmeleri gerektiği. Yazmak, hakkında bir şeyler yazılmasından çok daha önemli. Benim için çok önemli olan noktalardan bir diğeri de 40 yaşına kadarki yazarlık kariyerim boyunca 5 kitabım çıkmış olmasına rağmen telif haklarından tek bir kuruş bile almamış olmam.
Başarı ve ünün bir yazara çok erken yaşta gelmesinin kötü olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu bütün yaşlar için kötü bir durum. Kitaplarım ben öldükten sonra tanınsaydı eğer bu beni daha mutlu ederdi, en azından kapitalist ülkelerde ölümümden sonra tanınsaydım bir ticaret aracı haline gelmemiş olurlardı.
En sevdikleriniz dışında, bugün ne okudunuz?
Ben hep en garip şeyleri okudum. Geçen gün Muhammed Ali’nın hatıralarını okuyordum. Bram Stoker’ın Dracula’sı gerçekten çok iyi bir kitap, eğer yıllar önce olsaydı o kitabı muhtemelen zaman kaybı olarak görüp okumazdım. Güvendiğim biri tavsiye etmedikçe genellikle kitaplarımı kendim seçmiyorum. Artık roman okumuyorum. Birçok anı ve dosya okuyorum, sahte de olsalar ve en sevdiğim kitapları tekrar tekrar okuyorum. Bir kitabı tekrar okumanın avantajı insanın istediği herhangi bir sayfayı açıp çok sevdiği bir kısmı okuyabiliyor olması. Sadece edebiyat okumakla ilgili kutsal fikrimi kaybettim. Her şeyi okurum. Güncel kitapları da takip etmeye çalışıyorum. Her hafta tüm dünyadan gerçekten önemli dergilerin neredeyse tamamını okuyorum. Teletip makinesi okuma alışkanlığı çıktığından beri haberleri takip etmeye çalışıyorum. Ne zaman tüm dünyadan haberler içeren bütün ciddi ve önemli gazeteleri okusam karım yanıma gelip, bana hiç duymadığım haberlerden bahseder. Ona bunları nerede okuduğunu sorduğumdaysa, güzellik salonundaki bir dergiden olduğunu söyler ve ben yalnızca o dergileri okuyarak öğrenilebilecek bir sürü şey öğrenirim. Tüm bunlar beni yeteri kadar meşgul ediyor.
Neden ünlü olmak yazarlar için bu kadar tahrip edici?
Öncelikle, ünlü olmak insanın özel hayatını ele geçirdiği için. Seni arkadaşlarınla geçirebileceğin ve çalışabileceğin vakitten çalan bir şey bu. İnsanı gerçek dünyadan soyutlayan bir şey. Yazmaya devam etmek isteyen ünlü bir yazarın kendisini daima üne karşı koruması gerekiyor. Bunu söylemeyi çok sevmiyorum çünkü kulağa hiçbir zaman içten gelmiyor, ancak ben gerçekten kitaplarımın ölümümden sonra yayınlanmış olmasını isterdim, o zaman bütün bu ünlülük işinden kurtulmuş ve harika bir yazar olma sürecinden geçmemiş olurdum. Benim durumum için ünlü olmanın tek avantajı bunun siyaseten bir işe yarıyor olması. Bu avantaj dışında, içinde bulunduğum durum gerçekten çok rahatsızlık verici. Sorun 24 saatin tamamında ünlü olmak aslında ve “Tamam, yarından sonra daha fazla ünlü olmayacağım” diyememek, ya da bir butona basıp “Burada ve şimdi ünlü olmayacağım” diyememek.
Yüzyıllık Yalnızlık kitabınızın olağanüstü başarısını tahmin etmiş miydiniz?
Bu kitabın arkadaşlarımı diğer kitaplarıma nazaran daha memnun edeceğini biliyordum. İspanyol yayıncım kitaptan sekiz yüz bin adet basacağını söylediğinde şok oldum, çünkü diğer kitaplarımın hiçbiri yedi yüz bin adetten daha fazla satmamıştı. Ona yavaş başlamasını söyledim, ama o bu kitabın gerçekten iyi bir kitap olduğuna ikna olmuştu ve hepsinin Mayıs ve Aralık arasında satılacağından emindi. Kitapların hepsi 1 haftada Buenos Aires’te satıldı.
Sizce neden Yüzyıllık Yalnızlık bu başarıya ulaştı?
Açıkçası bununla ilgili çok açık bir cevabım yok, çünkü ben kendi yazdıklarıma çok kötü eleştiriler yaparım. Bu kitabın Latin Amerika’nın içinden yazılmış, oranın insanlarının özel yaşamı hakkında olduğu gerekçesi sık sık duyduğum açıklamalardan biri. Bu açıklama beni şaşırtıyor çünkü kitabın adını “Ev” koymayı düşünmüştüm. Bütün bir romanı tek bir evin içinde geçirmeyi, dışarıdan gelecek herhangi bir etkininse o evin içinde yarattığı etkiye göre olacağı şeklinde kurgulamıştım. Daha sonra, Ev başlığından vazgeçtim, zaten kitap bir kere Maconda kasabasına gitti mi daha da ileri gitmez. Duyduğum başka bir açıklamaysa her okuyucunun kitaptaki karakterleri istedikleri gibi kendilerinin yapabiliyor oluşuydu. Bu kitabın bir film haline gelmesini istemiyorum, çünkü izleyenler tek bir yüz görecek ve bu yüz onların hayal ettiği gibi olmayacak.
Kitabı film yapmak için ilgilenen oldu mu?
Evet, menajerim film tekliflerinin gelmesini önlemek için bir milyon dolarlık bir öneri sundu, ama hesaplamalara devam ettikçe bu para üç milyon dolara kadar yükseldi. Ama ben filminin yapılmasına hiç ilgi duymuyorum, bunun gerçekleşmesini engelleyebildiğim kadar engelleyeceğim. Okuyucu ve kitap arasındaki özel ilişkinin mevcut halinde kalmasını tercih ederim.
Sizce kitaplar filmlere başarılı bir şekilde dönüştürülebiliyor mu?
İyi bir romandan çıkan daha iyi bir film düşünemiyorum, ama aklıma bir sürü kötü romandan dönüştürülmüş güzel filmler geliyor.
Siz hiç film yapmayı düşündünüz mü?
Film yönetmeni olmak istediğim zamanlar oldu. Roma’da yönetmenlik okudum. Sinemanın sınırları olmayan ve her şeyin mümkün olabileceği bir sanat olduğunu düşünüyorum. Meksika’ya da film üzerinde çalışmak için geldim ama yönetmen olarak değil, senaryo yazarı olarak. Endüstriyel sanat sinema için çok büyük bir sınırlama. Sinemada gerçekten ne söylemek istediğini anlatmak çok zor. Hala düşünüyorum, ama sinema artık arkadaşlarımla yapmak istediğim, ama hiçbir kendimi ifade etme amacı gütmediğim bir lüks gibi geliyor bana. Kısacası sinemadan uzaklaştıkça uzaklaştım. Bir film şirketi mi bir günlük mü deseler, günlüğü seçerim.
Şu anda üzerinde çalıştığınız Küba’yla ilgili kitabınızı nasıl anlatırdınız?
Aslında bu kitap Küba evlerindeki hayatı anlatan, onların yoklukta nasıl hayatta kaldıklarından bahseden çok uzun bir gazete makalesi gibi oluyor. Son iki yılda Küba’ya yaptığım ziyaretlerin çoğunda beni en çok etkileyen şey kuşatmaların Küba’da herkesin herkesle iyi geçinmek zorunda kaldığı bir “zorunluluk kültürü” oluşturmuş olması. Bu konuda en çok ilgimi çeken, kuşatmanın nasıl insanların düşünce yapısını bu kadar değiştirdiği oldu. Dünyanın en tüketim karşıtı toplumuyla, en tüketim odaklı toplumu arasında bir çatışma var. Kitap şu an çok basit ve oldukça kısa bir gazetecilik işi olmaktan çok uzun ve karmaşık bir kitap olmaya doğru evriliyor, ama bu hiç önemli değil çünkü çoğu kitabım bu şekilde oldu. Ayrıca, bu kitap Karayip adalarındaki gerçek hayatın, en az Yüzyıllık Yalnızlık’taki hikayeler kadar fantastik olduğuna dair tarihi kanıtlar taşıyor.
Bir yazar olarak, uzun vadeli tutkularınız veya pişmanlıklarınız var mı?
Sanırım vereceğim cevap ünle ilgili sorduğun soruya vereceğimin aynısı. Geçen gün Nobel ödülüyle ilgilenip ilgilenmediğime dair bir soruyla karşılaştım, ancak bu benim için çok büyük bir felaket olur. Tabii ki bu ödülü hak etmiş olmayı isterim, ama bu ödülü almak korkunç olur. Yalnızca ünümle ilgili daha fazla sorun yaratır. Hayatta pişman olduğum tek şey bir kızımın olmayışı.
Bahsedebileceğiniz yapım aşamasında bir projeniz var mı?
Hayatımın en güzel kitabını yazacağıma dair inancım tam, ama bu kitap hangisi olacak ve onu ne zaman yazacağım bilmiyorum. Böyle bir şey hissettiğimde, ki bir süredir bunu hissediyorum, bununla ilgili çok sessiz kalıyorum, ki geçerken onu yakalayabilme şansım olsun.
Peter H. Stone - BİA Haber Merkezi