Ertürk Akşun Yazio: Siyonizm Bir Ütopya mı Yoksa Distopya mı?

Bilginin bu kadar kirlendiği bir dünyada her kavramı derinlemesine yeniden ve yeniden anlatmak aydınların birinci görevi gibi görünüyor.

Kavramlar düşüncenin yapıtaşlarıdır ve kavramlar olmadan sağlıklı bir düşünce mümkün değildir. Bir akılsızlaşma yaratılmak isteniyorsa önce kavramları kirletmeli ya da içleri boşaltılmalı ya da anlamı anlamsız olacak şekilde karıştırmalıdır.

Günümüzde birçok kavramın ya içi boşaltılmış ya bağlamından koparılmış ya da üzerine ışıltılı örtüler atıldığı için asıl anlamları gizlenmiş halde karşımıza çıkıyor.

Toplumun büyük kesimi açısından “Siyonizm” kavramı ya komplo içerir ya da bir ütopyanın dışa vurumudur. Asla birbiriyle örtüşmeyen hatta tamamen zıt çağrışımlar oluşturmaktadır yani.

Siyonizm ile ilgili bir yazı yazmaya nasıl karar verdiğimi açıklayayım.

Yakın zamanda Karakarga Yayınları’ndan “SİYONİZMİN DOĞUŞU: Theodore Herzl ve Siyonizmin Hikayesi” adlı bir çizgi roman basıldı. Hemen alıp okudum. Ancak okurken kafama takılan sorular oldu. Gençlik yıllarımdan bu yana Siyonizm hakkında duyduğum tartışmalar bir bir üşüştüler kafamın içine.

Bu yazıyı da hem kitabın içreğini birlikte takip etmek hem de kafamdaki sorulara yanıt ararken bazı anıları sizlerle paylaşmak için yazdım. Bir nevi bilinçakışı tekniği ile bir düzen ya da sıra izlemeden sadece kafamın içinde oluşan çağrışımları aktarmak ve tartışmaya açmak istiyorum.

Her toparlanmamış düşünce gibi içinde hata payı barındırdığını hatırlatırım...

Çizgi romana ne kadar düşkün olduğumu tanıyanlar bilirler.  Çizgi romanlarda, daha doğrusu edebi değeri olan çizgi romanlarda hikâye kadar çizgilerin de önemi büyük...

Çizgilerin iddialı veya güzel olmasından öte konuyu bütünleyebiliyor olması çok önemli. Mizahi bir hikaye anlatan bir çizgi romanın çizgileri elbette depresif olmamalı veya depresif bir hikayenin çizgileri fazla coşkulu ve renkli kaçmamalı...

Dünya çapında büyük ödüller almış olan Sıradan Zaferler çizgi romanının yazarı Manu Larcenet’in bu hikayesindeki çizgiler daha basit olmasına rağmen, çizerimizin bir diğer ünlü eserinde BRODEK RAPORU sanki bu çizere ait değilmişçesine, karanlıktır. Çünkü hikayesi ikinci dünya savaşında bir köyde geçmekte ve oldukça karanlık bir hikayedir. Bir başka örnek ise, yine dünya çapında ünlü olan GuyDeleuze’nin eserlerine bakabiliriz. Kudüs Günlükleri, Bruma Günlükleri ve diğer eserlerinde sanki bir çocuğun çizgileri diyebileceğimiz desenleri var. Ama konusuna o kadar uygun düşüyor ki, sevmekten kendinizi alamıyorsunuz. (Eşi sınır tanımayan doktorlardan ve onunla birlikte gittiği ülkelerde yaşadıklarını anlatan hikayeler.)

Gelelim Siyonizm konusuna...

“SİYONİZMİN DOĞUŞU: TheodoreHerzl ve Siyonizmin Hikayesi” adlı çizgi roman,1882 yılında Rusya’da pogromlarda yaşayan, sonrasında evleri yakılan ve kaçmak zorunda kalan anne babasız iki kardeşin hikayesi ile başlıyor. Küçük kardeşin hikayesi akarken diğer yandan Theodor Herzl ve Siyonizmin Hikayesine tanıklık ediyoruz.

İşte ilk sorum!

Gerçekten Yahudi halkı tarihi boyunca bu tür sürgünlerden kaç tane gördü? Her sürgünün ölümleri ve vahşeti de içinde taşıdığını unutmayalım.

Musa’nın Mısır’dan kaçış ve Babil İmparatoru Nebukadnezar’ın Yeruşamil’i

yıkması ve Yahudileri Babil’in değişik kentlerine sürgüne göndermesi ile başlayabiliriz. Büyük Pers İmparatorunun Babil kralını yenmesi, Yahudilerin kendi topraklarına yeniden geri dönmelerini sağlayacaktı. Ama kendi topraklarında artık imparatorluklara bağlı kalacaklardı. Tam beş yüz yıl Pers, Büyük İskender ve Roma İmparatorluklarında kalacaklar ve sonrasında Yeruşamil Romalılar tarafından yıkılınca MS 70 yılında Yahudiler topraklarından sökülüp Büyük Roma imparatorluğu içinde yüzlerce yerleşim yerine dağıtılacaklardı.

Ne zamana kadar?

Günümüzü kadar.

Zaten Musa’nın kehaneti de bu yönde değil miydi?

Ve bu kehanet binlerce yıl boyunca Yahudilerin yaşadığı bir gerçeklik oldu.

Roma İmparatorluğu dağıldıktan sonra Bizans’ta yaşayan Yahudiler yine dışlandılar.

Beşinci yüzyılın başında, İmparator I. Theodosius, Yahudilere karşı resmi baskıları tesis eden bir dizi buyruk vermiştir. Yahudilerin köle sahibi olması, yeni sinagoglar inşa etmesi, resmi görevlerde bulunması veya bir Yahudi ile Yahudi olmayan arasındaki davalara bakmasına izin verilmiyordu.”

Bizans İmparatorluğu'ndaki Yahudi cemaatinin büyüklüğü bazı imparatorların Anadolu Yahudilerini zorla Hıristiyanlığa geçirmeye yönelik ekseriyetle başarısızlıkla sonuçlanan teşebbüslerindendir. Bu sonraki yıllarda içinde yaşadıkları her toplumda ya sürgün ya da din değiştirme seçeneği olarak karşımıza çıkacaktır.

Çizgi romanda tam da böyle bir bölüm yer alıyor.

Pale yerleşiminde yaşayan Yahudiler de ya din değiştirmeye ya da kaçmaya zorlanıyorlar. Aslında tarihte çok yaygın bir olasılık olarak karşımıza çıkıyor bu durum. Yahudiler ya asimile olmayı kabul edecekler ya da sürgüne veyahut aşağılanmaya katlanmak zorunda kalacaklardı.

On yıllar öncesinin çok popüler konularından bir tanesiydi bu hatırlarsınız. Sabatay Sevi meselesi...

1600’lü yıllarda İzmir’den Selanik’e göç ettirilen Yahudiler, Osmanlı yönetimi tarafından din değiştirmeye zorlanmışlardı. Kendini son Mehdi ilan eden Sabatay Sevi de gizli Yahudiliği yani Sabataycılığı ortaya çıkardı. Dışarıdan bakınca Müslüman görünümlü ama içeride Yahudi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı...

Sabatay Sevi’nin Mehdi olduğuna inanlar grubuydu.

Bu iç işleyişin günümüze kadar geldiği düşünülüyor. İşleyiş ve yaşam biçimleri açısından her ne kadar esnemiş olsalar da gizli bir iç yaşamın hala devam ettiğini biliyoruz.

Bu konu Türkiye’de de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana en çok tartışılan konulardan bir tanesi. Aslında “tartışılan” demek çok da doğru değil, “hakkında spekülasyon yaratılan” demek daha doğru...

Cumhuriyetin kurucu dinamikleri arasında “Sebatayist” ailelerden gelenler vardır elbette. En bilinenlerden biri ise Talat Paşa’dır. Alyans Israelite Okulu’nda öğretmen olması sadece bir örnektir. Ama ülkemizdeki ilk aydın içerikli okullardan bir tanesi de bu okul değil midir?

Ancak Talat Paşa’nın adının Ermeni tehcirine karışması da başka bir spekülatif tartışmayı beraberinde getirmektedir.

“Ülkemizde ekonomi tarihi yazılacaksa bu aynı zamanda Hristiyan Yahudi savaşlarının tarihi de olamayacak mıdır?” diye soranları bir nevi haklı çıkarmaz mı? Konuyu daha derin araştırmak isteyenler Orhan Gökdemir’in “Türkiye’de Yahudi Hristiyan Savaşları” adlı kitabını okuyabilirler. Yine bu konuda Soner Yalçın’ın makaleleri ve “Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırrı” kitabı da önemli bir kaynaktır.

Elbette İslami camianın meşhur uydurmaları da mevcuttur konuyla ilgili. Bunlardan en önemli iki tanesi Mustafa Kemal’le Nazım Hikmet’in de sabatayist olduğu tezidir. Olsalar da bunun hiçbir önemi yoktur halbuki.  Talat Paşa’nın sabatayist bir aileden gelmesinin Türk aydınlanmasına sağladığı büyük katkıyı zedeleyebilir mi hiç?

Kitapla ilgili yani Siyonizm fikri ile ilgili olan kısmı ise tartışmanın, Türkiye’deki sebatayistlerin bir kısmının bu topraklardan ayrılıp Siyonizm düşüncesini desteklemesi, diğer kısmın ise Türkiye’de yaşamayı seçip Türk aydınlanmasına büyük katkılar vermesidir.

İsrail kurulduktan sonra bir kısım Yahudi ve sabatayist İsrail’e yerleşmiştir.

Yazının ana konusuna geri dönecek olursak şu soruyu karşımıza almalıyız artık.

Siyonizm bir ütopya mı yoksa distopya mı?

Çizgi romandaTheodor Herzl, Siyonizm’in bir ütopya olduğunu iddia ediyor ve şöyle diyor;

Modern eğitim gereçlerine sahip olan herkese eşit eğitim veren kurumlar olacak.”

“Burada, ellerimizle inşa ettiğimiz bu ülkede bizden sonra gelen herkese ‘Kim olursan ol, benim kardeşimsin’ dememeliyiz. Ona asıl şöyle demeliyiz; Kardeşim, hoş geldin.”

“Çöle su vereceğiz. İnsanlar kendini İtalya’da ya da Riviera’da sanacak. Ve yol boyunca ekinler rüzgarla dalgalanacak. Artık asla aşağılanmayacağız.”

Theodor Herzl öncelikle tüm dünyaya yayılmış olan yoksul Yahudileri götürmeyi düşünüyor bu ütopya ülkesine. Çünkü yoksul Yahudilerin sosyalizme ve komünizme savrulduğunu tespit ediyor.

Örneğin Rusya’da komünistler arasında en güçlü gruplardan bir tanesi BUNT partisidir. Yahudi işçilerinden ve aydınlarından oluşmuş bir gruptur.

Lord Rothschild’ten yardım isterken Herzl’in aklında en çok bu endişe vardır aslında. Yoksul Yahudilerin sosyalizme kayması dünyanın en büyük para babası olan Lord Rothschild’ıda çok korkutuyordur.

Herzl uzun uğraşlar sonunda Lord Rothschild ile görüşmeyi başarır ve aralarında şöyle bir konuşma geçer.

“Bay Herzl, sizi dikkatle dinledim, Projeniz belli bir etki yaratıyor. Ama gelin görün ki Filistin’in fazla Yahudi durduğunu düşünüyorum. Uganda’yı düşündünüz mü?”

“Sultan Abhülhamid bana Mezopotamya’yı önerdi ama ben reddettim.”

Herzl Filistin olmazsa Kıbrıs da olabilir diye düşünüyor ayrıca…

Herzl, önce Altaussee’de karısının yanındayken, sonra Edlach’ta, bir dağ sayfiyesindeyken bile durmaz. Altıncı Kongre’de Afrika Filistin’inin oylanmasından sonra her yandan saldırıya uğrayan Herzl, Rus İçişleri Bakanı’na yazar. Filistin’e dair bir yasa çıkarmak üzere Sultan’a baskı yapması için onu ikna etmeye çalışır. Herzl, Çarlık Rusya’sıyla müzakerelerinde Siyonizm’i artık Yahudileri devrimci sosyalist eğilimlerden uzak tutmanın tek yolu olarak sunar. Buna paralel olarak yorulmak bilmeden umut ettiği toprağı verimlileştirmek amacıyla Nil’in fazla sularını çevirmek için yeni bir ekspertiz yapılmasını talep ederek İngiliz Sina planını yeniden ortaya atar. Bitkin düşer, gece gündüz tüm diplomatik yolları yeniden dener ve şimdi de papanın desteğini almaya çalışır.

Yaygın inanışlardan bir tanesi de bütün bilim adamlarının, sanatçıların Yahudiler arasından çıktığıdır.

Peki ama neden?

Aslında sorunun cevabı basit...

Bir alevi olarak burada araya girmek zorundayım. Yahudiler kadar olmasa da bizlerde toplumda azınlık olarak yaşadık. Çocukken bize söylenen ilk şey “okuyun, büyük adam olun, cahil olmayın, toplumun iyi yerlerine gelin.”

O yüzden Alevilerde okuma yazma oranı, sanatçı yetiştirme oranı Sünni Müslümanlara göre oldukça yüksektir.

Kapalı toplumlar, ya da toplumların en alt kısmında yaşayanlar için yaratıcı olmaktan başka çıkar yol yoktur. Ayrıca yönetici olanların veya çoğunluk olanların böyle bir şeye ihtiyaçları yoktur, onlar zaten yönetenlerdir. İşte tam burada eşitsizlik yasası devreye girer, geride olan ileriye geçmek için hızını artırır.

1350’li yıllarda Orta çağda büyük veba salgını yaşanırken Yahudiler suçlanmış ve birçok cinayete uğramışlardır.

Endülüs’ten ve Doğu Avrupa’dan da 1500’lü yıllarda birçok Yahudi ülkemize göç etmiştir. Doğu Avrupa’dan gelenlere Aşkanazi denmektedir.

“Aşkenazi' terimi, Batı Almanya ve Kuzey Fransa'da Orta Çağ'da Ren Nehri boyunca yerleşim yerleri kuran Yahudi yerleşimcilerini ifade eder. Kudüs, Kutsal Topraklar ve Akdeniz'den gelen geleneklerini bu yeni ortamlarına da uyarladılar. Kısaca Aşkenaziler Yeni Çağ’la beraber Kutsal Roma İmparatorluğu'na kadar gelen bin yıllık etnik Yahudilerin Orta ve Doğu Avrupa koludur. Aşkenazi Yahudilerinin diaspora dili Yidiştir. Yüzyıllar sonra İbranice, İsrail'de resmî bir dil olarak yeniden canlanana kadar sadece kutsal bir dil olarak kullanıldı.

Bir de İspanya’dan gelen Seferat Yahudileri vardır. Ülkemiz topraklarının daha özgür olması gibi bir nedenden dolayı buraya göç ettikleri söylenir ama seferat Yahudileri ülkemizde bankerlik yapmışlar hatta bazıları romanlara da konu olmuşlardır. Ester ismi çoğunuza tanıdık gelecektir. Ester devlete öyle büyük parlar vermiş ve devleti öyle borçlandırıp zora sokmuştur ki, yanlış hatırlamıyorsam cesedi parçalara ayrılıp kapılara asılmıştır.  

Aooron Nomaz’ın bir romanında kaleme aldığı Yahudi Casus Josef Nasi’de ilginç bir karakterdir. Dona Garsia’da... Merak edenler bu iki romanı okuyabilirler.

Hikmet Kıvılcımlı ise bu tezi tersine çevirir ve eserlerinde Seferat Yahudilerin Türkiye’ye göç etmelerinin asıl sebebinin İstanbul’un işgalinden sonra Ticaret yollarının İstanbul’a kaymasıdır. Para tekelini ellerinde  bulunduran Yahudilerin bu yüzden Türkiye’ye geldiklerini savunur. 

Konu çok ilginç değil mi?

Gelin Hikmet Kıvılcımlının neler söylediğine bakalım.

Kanuni devrinde Osmanlı topraklarına gelen Yahudi bankerler ve tecimenler hazır bir yuva bulmuş oldular. Bir Rus Yahudi’si olan Hürrem Sultan (Madam Roksana) ve yine bugünkü Beyoğlu’na ismini veren Frenk Beyoğlu (Yusuf Nasi) başta olmak üzere Osmanlı hayatına nüfus ettiler.

16. yüzyılda engizisyon baskısından kaçıp gelen 500 kadar İspanyol, Portekiz ve İtalyan Maran’ı ile bir Portekiz Maran’ı olan Yunus Nasi de İstanbul’a gelir lakin Portekiz, İspanya, Fransa, Venedik gibi Osmanlı dışında kalan tekmil Batı Orta Akdeniz ülkelerinden Osmanlıya kaçış, sadece serbestlik için olamazdı. Maran kapitalistleri büyük Doğu-Batı ticaretinin düğüm noktasına gelip birleşiyorlardı.

Fatih’in İstanbul’u alması ve yavaş yavaş Doğu Akdeniz ticaretine hâkim olması, henüz gelişmeyen ama ileride gelişecek olan Atlantik ticareti ve yenidünyaların keşfi ve tabi ki yeni sömürgecilik için henüz vakit vardı ve bu nedenle ticaret için sermaye birikimini devriye sokacak olan bankerler yani Yahudiler de doğal olarak yeni ticaret merkezi olarak İstanbul’a geleceklerdi.

Yusuf Nasi İstanbul’a gelir gelmez halası ve kaynanası olan Dona GrasyaMendesi adına bir “dolap” yani banka kuracaktı.

Yine başka bir iddia daha ortaya atar Hikmet Kıvılcımlı;

3. Murat’ın Rum eşi Safiye Sultan rüşvetlerini yine başka bir banker olan Yahudi Kera üzerinden tahsil ederdi. Bu işbirliği o kadar ileri gitti ki, sinirlenen sipahiler Yahudi Kera’yı parçalara ayırıp bu parçaları da devlet erkanının kapılarına çivilediler.

Kanuni, II. Selim ve III. Murat zamanında yaşayan Ester, özellikle III. Murat döneminde İtalya Krallıkları ve Venedik ile ilişkilerde önemli rol oynadı.

Araştırmacı Moshe Sevilla-Sharon'un anlattığına göre:

'Yüksek tutkuları olan Ester Kira, Saray'daki nüfuzunu kullanarak, bir taraftan dış siyasette rol oynarken diğer taraftan da imtiyazlar ve soyluluk unvanları verilmesine, hatta Sipahi Beyliklerinin dağıtımına karıştı... Büyük bir servet biriktirmeyi başaran Ester bunları sağlarken dosttan çok düşman edindi.'

Yahudilerin durumunu peygamberleri daha baştan söylemiştir aslında bir kehanet olarak.

Kutsal kitaplarında yazılanlara bakalım;

“Mülk edinmek için gideceğiniz ülkeden sökülüp atılacaksınız. Rab sizi dünyanın bir ucundan öbür ucuna, bütün halklar arasına dağıtacak.”

Yasa’nın Tekrarı 28:63-64



Bu uluslar arasında ne esenliğiniz ne de dinlenecek bir yeriniz olacak. Orada RAB size titreyen yürekler, umutsuzluk ve bakmaktan yorulmuş gözler verecek.

Yasa’nın Tekrarı 28:65

***

Kitabın ilerleyen bölümlerinde Siyonizm ile ilgili Herzl ütopyasını şu sözlerle açıklamaktadır.

“Bizim için toprak olan her yere gideceğiz. Lesseps gibi, Musa gibi yapacağız, çölleri aşacak, geceyi aydınlatacağız.”

“Canlanan hayatımızın simgesi olan beyaz bir bayrağın üzerine altın renginde yedi yıldız basacağız. Sonra bu bayrağın gölgesinde köprüler, demiryolları inşa edeceğiz.”

İleriki bölümlerde bu ütopyasını daha çeşitlendirecek ve bir sanrı gibi sürekli sayıklayacaktır Herzl.

Daha çok yoksul Yahudilerin toprağı olarak inşa edileceğini söylüyor ve işte burada benim kafama bir soru geliyor.

Neden zengin Yahudiler İsrail devletine gitmediler. Evet para yardımı yaptılar, destek verdiler ama neden kendileri bu ütopyalarına sahip çıkmadılar.

Lord Rothschild’ın Osmanlı’dan toprak satın alması ile başlayan süre.  Abdülhamit sattığı toprakların bu halini görse acaba ne düşünür.

Şu günlerde meşhur neoliberalizm ve neo-conlarhararetli şekilde tartışılırken bunun çok önemli bir soru olduğunu düşünüyorum. Bildiğiniz gibi neo-conlar 1950’lerde Newyork Yahudi aydınlarının bir oluşumu olarak karşımıza çıkıyor.

Birçok siyasi İslamcı hala dünyayı elli Yahudi ailesinin yönettiğini düşünüyor. Peki bu aileler neden İsrail’e gitmediler. Yoksa her zaman aşağılan Yahudiler hep yoksul Yahudiler miydi?

İsrail, dünyanın Toprak satın alınarak kurulan ilk devleti. Bir ütopyanın ete kemiğe bürünmüş hali.

Peki gelin son olarak ütopya ne demek ona kısaca bakalım ve karar verelim Siyonizm bir ütopya mı yoksa birçok ölüme ve gözyaşına sebep olmuş bir distopya mı?

Louis Marin ütopyayı şöyle tarif ediyor “Tamamen farklı bir yere yapılan yolculuk düşüncesidir. Alansız bir alan, zamansız bir an, kurgunun içindeki gerçektir ütopya.”

Bu saf alanda, gerçek dünyanın çatışmaları, düşmanlıkları alt edilebilir. Bu boş alanda artık kendi başına buyruk gerçekliğin hüsranlarına yer yoktur.

“Ütopya tarafsız isimdir, tarafsızın ismidir” diye ekler Marin.

Kapsadığı alanda, olabileceklere ilişkin sınırlamalar, yasaklamalar yoktur. Ütopyanın hedeflediği yer,hayal kırıklıkları ve yanılgıların ötesinde bir yer olarak düşünülür. Ütopyanın arzusu da böyle bir çevreyle birlik, bütünlük içinde olmaktır.

Bu açıdan ütopya “her yerin ötekisi”dir aynı zamanda.

Resmi olarak 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti Herzl’in ütopyası olarak kuruldu ama o tarihten sonra bölgede kan ve göz yaşı eksik olmadı. Peki hata neredeydi?

Son olarak 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’in büyük katliamından sağ kalanların sığındıkları İsrail devleti gerçekten bir ütopya devleti mi oldu, yoksa intikamını alan bir katile mi dönüştü?

Yoksul Filistin halkının kanını içen bir canavarın yaşadığı distopik bir ülke mi oldu?

Instagram

Twitter

Facebook

Popüler İçerikler

TSK'dan Atatürkçü Teğmenlerin Kılıçlı Yemini İçin Açıklama: "Mesele Kılıç Değil, Emre Uyulmaması"
Kılıçlı Yemin Olayında Yeni Gelişme: Teğmenlerden Sonra Komutanlar da Disipline Sevk Edildi
Bahis Reklam ve Teşvik! Acun Ilıcalı, TV8 ve Exxen Yetkilileri Hakkında Soruşturma Başlatıldı
YORUMLAR
13.09.2021

Ütopya veya distopya fark etmez. Tek gerçek dinlerin çok ciddi akıl hastalığı olup insanları şuursuzlaştırdığı.

14.09.2021

Oldukça başarılı, keyifle okudum.

13.09.2021

Bravo azizim harika yazı. Ancak girizgah reklam kokuyor.

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ