Ertürk Akşun Yazio: Şiirimiz Pek Devrimcidir Abiler

Ece Ayhan “Şiirimiz her işi yapar abiler” derken, aynı zamanda “Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler” de der o muhteşem “Mor Külhani” adlı şiirinde...

Yazının başlığını büyük ustaya saygımdan koydum. Zira kendisi topraklarımızın yetiştirdiği büyük şairlerdendir, saygıyı her zaman hak eder.

Bugün biraz şairlerden konuşacağız izninizle.

Şiirin devrimciliğinden ve dünyanın büyük şairlerinden bahsedeceğiz.

Sokakların ve devrimin dilidir şiir.

Şiir devrimcidir, şiir sokak ister, şiir halkın içinden çıkmış ve yine o halkı harekete geçiren yüksek sesli bir söylem biçimidir.

Şair toplumsaldır, toplumun devrimci olan, kalabalık sesidir.

Ne zaman ki şair yalnızlık çukuruna düşer, işte o zaman anlaşılması gereken şairin yalnızlığı değil, toplumsal yalnızlıktır.

Şairin yalnızlığı ortak dilin ve heyecanların yok olduğunu ve toplumun yalnızlığa doğru sürüklendiğini gösterir. Şairin yalnızlığı toplumsal çöküşün katalizörü gibidir.

Şiir ancak yüksek sesli bir enstrümandır. Roman gibi değil. Roman tek kişiliktir. Toplumların yalnızlaştığı dönemlerin edebiyatıdır. Roman kaçıştır, roman sığınmaktır kelimelere. Suskundur roman. Şiir ise alabildiğine çığırtkandır.

Şiir devrimci olduğundan kalabalıklarla söylenmek ister.  Bu yüzden sokak ister ve yine bu yüzden isyancıdır nefesi şiirin.

Hatırlarsanız “Gezi Direnişi” zamanında en fazla kullanılan hashtagler, #şiirsokakta ve #şiirduvardadır olmuştur ve bu bir tesadüf değildir. Gezi’de isyan şiir ile dile gelmiştir.

Bugün ben de size bir sokak şairinden ve devrimin en büyük şairinden bahsedeceğim. Onun aşklarından, hayatından ve intiharından söz edeceğim.

Mayakovski’den…

Durup dururken nereden mi aklıma geldi Mayakovski?

Anlatayım.

Yazar Aydın Şimşek, yakınlarda bir Mayakovski biyografisi yazdı. Benim de anılar sepetimden Mayakovski ve şiir üzerine bir dolu malzeme fışkırıverdi.

“Dünyanın en büyük şairleri kimlerdir?” diye sorulsa elbette pek çok isim sıralanacaktır.  Louis Aragon, Pablo Neruda, Nâzım Hikmet, Mayakovski muhakkak olacaktır bu cevaplarda. Bir ya da ikisi herkesin listesinde mutlaka bulunacaktır. 

“Şairleri şair yapan nedir peki?” diye düşünsek, buna da herkesin vereceği pek çok cevabı vardır kuşkusuz. Ama ortak noktada şairleri şair yapanın biraz da kadınlar olduğunu görürüz.

1989-90 yıllarıydı. 12 Eylül tüm yıkıcılığıyla gençlerin üzerinden bir buldozer gibi geçmeye devam ediyordu. Düşünmek, toplanmak, yayınlamak yasaktı. Ancak birkaç gözü pek sanatçı çıkıyor, albümler yapıyordu yavaş yavaş. Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü ve tabiî ki Ahmet Kaya…

Öğrenci derneklerine izin zar zor veriliyordu ki, o da son birkaç yıldır oluyordu ve insanlar o dernekler açık olsa bile gitmeye, üye olmaya korkuyorlardı. Çoğu bir gece ansızın gözaltına alınıveriyordu.

78 Kuşağından devrimciler yavaş yavaş cezalarını çekmiş ve tahliyeler başlamıştı.

İşte tam bu yıllarda Edirne’de bizlerde, hem devrimci hem de edebiyatsever birkaç genç üniversite öğrencisi, derneğin dışında başka nasıl faaliyetler yürütüp insanları yan yana getirebiliriz diye düşünürken, kültür derneği fikri ortaya çıkıvermişti.

Kültür Derneği kuruyorduk ve ben Türkiye’de o zamana kadar örneği olup olmadığını bilmeden tiyatro gösterisi içinde şiir okuyan bir grup kurma fikrine sabitlenmiştim. Sonrasında kurduk da. Ben de sahnede şiir okumaya başlamıştım böylece.

Ve bütün züppelerin, vurdumduymazların yüzlerine karşı sahnede “Pantolonlu Bulut” şiirini okurken görmeliydiniz beni. 20 yaşımdaki ben Mayakovski’nin22 yaşında yazdığı şiiri aynı devrimci heyecanla okuyordum.

Pantolonlu Bulut

“Pelteleşmiş beynimizde

kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatan

semiz bir uşak gibi

hayal kuran düşüncenizi

kanlı bir yürek parçasıyla

tedirgin edeceğim

dalga geçeceğim,

geberesiye küstah ve zehir dilli.

Ve dünyayı bozguna uğratarak

sesimin gücüyle yürüyorum

yakışıklı, yirmi iki yaşında.”

Ve sonrasında “Züppenin Gömleği” şiirini okuyordum, zengin, güzel, cici kızların yüzüne…

“Siz kadınlar etimi seven,

Sen de kız, süzen beni kardeş gözüyle

Gülüşlerinize boğun beni, yani ozanı

Çünkü takacağım onları

Çiçekler gibi züppe gömleğime.”

İşte böyle... Mayakovski adını her duyduğumda içimdeki ateş 20 yaşımda yanan ateşle aynı şiddette hala... Mayakovski demek 20 yaşındaki Ertürk demek benim için.

Mayakovski Neden Önemlidir?

“Yerleşik olana başkaldıran şairin dili, onun çok genç yaşta büyük kitleler tarafından tanınmasına ve merak edilmesine yol açmıştı. Hatta Rus şiirinin geleneksel ve güçlü şairi olan Puşkin’in etkisini kırmıştı. Öyle ki, Mayakovski’nin şiiriyle tanışan devrimin çocukları, Puşkin’i tutucu ve burjuva olarak tanımlarken, Mayakovski’yi devrimin ateşli ruhu olarak görmüşlerdir. Artık Mayakovski bir bakıma devrimin ortaya çıkarttığı bir şair olarak görülmektedir. Böylelikle Genç Sovyetlerin ‘yeni kültür inşasının’ da sembollerinden birisi sayılmaktadır.” diye yazıyor Aydın Şimşek, Mayakovski-Hiçbir Şey Silemez Aşkı adlı kitabında.

Mayakovski bizde daha çok Nâzım Hikmet’in kendine şiar edindiği şair olarak ün salmıştır.

Bir yerde şöyle yazmaktadır; Batum’da bir gazetede gördüğü ve Nâzım’ın şiirsel söyleminin biçim olarak önünü açan ve içeriğinin daha güçlü duyumsanmasına olanak veren şiir Mayakovski’nin “Pantolonlu Bulut” şiiri olduğu söylenmektedir.

Nazım Hikmet bu görüşü pek kabul etmez ama yine de memnundur büyük bir şairle karşılaştırılıyor olmaktan. Şimdi yeri değil belki ama şu kadarını söylemek isterim;

Nâzım Hikmet sanatıyla ve şiirlerinden ziyade sanki yaşamıyla ve sosyalist duruşuyla daha çok örnek almıştır Mayakovski’yi kendine.

Örneğin Mayakovskive arkadaşlarının 1912 yılında “Fütürist Bildiri” olarak yayınladıkları “ Kamu Zevkine Şamar” beyannamesinde  “Puşkinler, Tolstoylar kapı dışarı” diye yazıyordu. Nâzım Hikmet de Mayakovski’den 17 yıl sonra “Resimli Ay” dergisinde “Putları Yıkıyoruz” kampanyası başlatmış ve Abdülhak Hamit, Mehmet Emin, Hamdullah Suphi ile Yakup Kadri’yi alaşağı etmiştir. 

Neyse... Bu meseleyi burada kesiyorum artık. Çok meraklısına Osman Balcıgil’in “Putlar Yıkılırken” romanını tavsiye ederim.

Mayakovski 1893’de Gürcistan’ın Bağdadi şehrinde bir orman bekçisinin oğlu olarak dünyaya gelir. İkide kız kardeşi vardır. Lise öğrenimi için Moskova’ya taşınırlar. Babası öldüğü için çalışmaya başlar Mayakovski... Sonrasında Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu’na girer.

1908’de 15 yaşında Bolşevik Partisi’ne üye olur ve sonrasında on bir ay hapis yatar. 1912’de Fütüristlerle tanışıp az önce bahsettiğim bildiriyi yayınlarlar ve Fütürist David Burliuk ve Kamenski ile birlikte 11 ay Rusya’da tur atarlar, gösteri yaparlar, sokaklarda şiir okurlar. Amaçları sanatı salonlardan sokaklara taşımaktır. David Burliuk ile tanışması, Mayakovski’nin hayatını değiştirir.

“Sretenski Bulvarı’nda Burliuk’la buluşuyoruz. Bir iki dize okuyorum ona ve ekliyorum: ‘Bir arkadaş verdi de...’ David duruyor. Yüzüme bakıyor. Gür sesle bağırarak: ‘Sizsiniz bunu yazan! Dâhi bir ozansınız siz!’ Hak etmediğim bu sözleri sarf etmesi çok heyecanlandırıyor beni. Dizeler arasına gömülüyorum. Beklenmedik bir biçimde ozan olup çıkmıştım o zaman.”

Şöyle anıları da var;

Burliuk sanat çevrelerinde tanındığı için birçok salon toplantılarına, açılışlara ve kokteyllere katılıyor. Çoğuna Mayakovski’yi de götürüyor. Önüne gelen her ünlü sanatçıya  “İşte büyük şair Mayakovski, tanımıyor musunuz yoksa?” diyerek takdim ediyor Mayakovski’yi...

“Büyük şair olmaktan başka bir yol bırakmamıştı Burliuk bana” diye anlatır bunları Mayakovski.

1913 yılında Mayakovski ilerde büyük aşk yaşayacağı Lili Brik’in ailesiyle tanışır. Bu tanışma da en az Burliuk’la tanışması kadar hayatının yönünü değiştirir.

Rus isimlerini bir tarafa bırakıp bilinen isimleriyle anacak olursak, Lili ve Elsa kardeşler demeliyim...

Lili, Elsa’dan beş yaş büyüktür. Mayakovski bu aile ile görüşmeye başladığında Lili meşhur yazar ve eleştirmen Osi Brik ile yeni evlidir. Mayakovski ile Elsa arasındaki mektuplaşmaya bakacak olursak Elsa fena halde âşık olmuştur Mayakovski’ye. Daha sonra ailenin büyük kızı Lili de hayatlarına girer ve sık sık Osi Brik’lerin evinde toplanmaya başlarlar.

O zamanki Rus asilzade ve entelektüel aileleri gözünüzde canlandırmanızı öneririm. Kızlar çoğunlukla iyi okumuş, neredeyse hepsi en az bir enstrüman çalıyor, dans ediyor,  hatta bir Avrupalıdan daha Avrupalı...

Dediğim gibi sıkça toplanırlar, müzik, dans, edebiyat ve siyaset üzerine tartışırlar kadınlı erkekli.

1920 yılında İstanbul da bu kadınlarla tanışacaktır. Pek çok Türk erkeği onlara vurulacaktır. Bu hikâyeyi Agafya adlı romanımda uzun uzadıya anlatmıştım. Meraklıları için iyi bir kaynak olacaktır hem dönemin tarihi, mekânları, olayları için hem de o dönemin yaşayışları ve Beyaz Ruslar’ın anıları için...

O zamanlar Mayakovski “Pantolonlu Bulut” şiirini yeni yazmış, yayınlamadan önce bu değerli topluluğun beğenisine sunmuştur.

O

günü gelin Lili Brik’in anılarından dinleyelim.

“Şiiri getiren kocam Osip, şiiri yüksek sesle okudu ama şiiri de anlayamadı. Ama bu şiir okuduğu herhangi bir şiirden farklı ve iyiydi. Bundan sonra tek bir satır yazmasa bile, Mayakovski yine de büyük bir ozandır dedi.”

Sonrasında Mayakovski şiirin bir kopyasını daha çıkarır ve Lili Brik’e dönerek “Şiiri, adınıza sunabilir miyim?” der.

Özenilmiş, tertemiz bir yazıyla “Lili Yuryevna Brik”  adına imzalar.

Kitapta “Senin için Lilya” diye yazacaktır bu ithaf...

Eleştirmen Osi Brik şiirden pek bir şey anlamasa da Lili anlayacaktır ve basımına önayak olacaktır.

Lili Brik sonrasında birçok alanda öncülük edecek, sinemada, tiyatroda bir takım önemli çalışmalar yapacak ve Sovyet Sanatı üzerinde uzun süre etkisini koruyacaktır. Bu bilgiyi özellikle veriyorum çünkü dönemin magazininde iki kız kardeş hem güzellikleriyle hem de entelektüel birikimleriyle bütün erkekleri peşlerinden koşturmaktadırlar.

Lili Brik ve Mayakovskide birbirlerine aynı itkiyle âşık olmuşlardır. Yıl 1917’dir ve Mayakovski artık Rusya’nın en tanınan şairidir. Bu aşk en çok küçük kardeş Elsa’yı etkiler. Kırılmıştır Elsa... Hep mektuplaştığı, ilgiyle yolunu gözlediği adam ablasına âşık olmuştur. Belki de ömrünün sonuna kadar ablasına karşı içinde hep bir kırıklık beslemiştir bu küçük kız kardeş. Ama Elsa’nın da sırası gelecektir, biraz daha vakit vardır.

Elsa Triolet, Mayakovski için şu cümleleri kuracaktı Mayakovski hakkında yazdığı kitaplarında, 

“O sadece bir ozan değildi, o savaşçı bir ozandı. O sadece bir insan değildi, o insanlığın bütün acısını içinde taşıyan bir insandı. O sevgiyi de, başarıyı da, yaşamı da olanaksızca zorluyordu. Bu yüzden her zaman yaşamına ne zaman son verecek endişesini içimde taşıdım.”

Olağanüstü bir öngörüydü bu.

O her şeyi olanaksızca zorluyordu sahiden ve bir gün yaşamına son verdi.   Elsa Triolet, Mayakovski’nin intiharından dolayı hep ablasını ve eniştesini suçladı.

Sesinizi iştir gibiyim şu an...

“Hani Mayakovski anlatacaktın, neden Elsa’yı anlatmaya başladın?” diyorsunuz ama ben zaten bu iki kız kardeşi, hatta bu iki müthiş kız kardeş üzerinden dünya şiirini ve kadınları tartışmak istiyorum. Biraz daha sabır lütfen!

Ve 1917yılında Rusya’da bir devrim olur... Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuştur ama iç savaş tüm yakıcılığıyla devam etmektedir. Çar yanlısı eski Rus asilleri önceleri iç savaşa katılmış ama yavaş yavaş bir kısmı da ülkeyi terk etmeye başlamıştır.

Bu sıralarda Mayakovski bir tarafta sevgilisi Lili, diğer tarafta ikinci sevgilisi “devrim” arasında koşturup durmakta, şiirler yazmakta, meydanlarda şiirler okumaktadır.

Bir konuşmasında yüksek sesle şöyle bağırmaktadır yeni devrim yapmış halka;

“Güzellik nedir biliyor musunuz? Onun boş bir bahçeye bakan ak bir sütuna yaslanmış gül yanaklı bir kız olduğunu inanıyorsunuz ama aslında güzellik bilimin ellerindeki mikroskoptur…”

1918’de Elsa ani bir kararla Fransız bir subay olan Andre Triolet ile evlenmeye karar verir. Rusya’dan ayrılmadan önce ablası Lili uğrar yanına ve o Fransızla evlenmemesi için baskı yapar. Çünkü Elsa’ya Mayakovski ve Brik’lerin arkadaşları olan Roman Yakopson da âşıktır. Roman ile evlenmesini ister ondan ama nedendir bilinmez Elsa yine de Fransız subayı ile evlenip annesi ile birlikte Paris’e yerleşir.

Roman Yakopson 1982 yılında öldüğünde dünyanın gelmiş geçmiş en önemli dil bilimcisi olarak kabul görüyordu.

Ne kadınlar ama değil mi?

Hayır daha bitmedi.

Mayakovski ile Lili arasındaki ilişki 1917 yılından 1923 yılına dek sürdü. Mayakovski’nin intihar ettiği 1930 yılına dek dostlukları, arkadaşlıkları, yoldaşlıkları hep devam etti.

Mayakovski ve Lili arasındaki aşk gizlilikle tam bir yıl sürdü. Sonrasında bu ilişkinden Osi Brik’in de haberi olacaktı. Dönemin entelektüel ve avangart sanat çevresi, evlilik kurumuna karşıda savaş açmış durumdaydı zaten. Hatta anılarında şöyle söz etmiştir Lili Brik;

“Biz Çernişevski’nin yazdığı romandaki (Ne Yapmalı) karakterler gibi yeni ahlak anlayışını ve yaşam biçimini seçiyoruz. Çernişevksi bize yol gösterdi”

Tarif ettikleri kadın ile erkeğin eşit olduğu, kadının ekonomik özgürlüğüne kavuştuğu, herkesin kendi odasının olduğu bir evlilik modelidir bu.

“Ne Yapmalı” adlı bu roman,  ilk ütopik romanlardan sayılmaktadır ve gerçek anlamda ilk feminist romanlardan da biridir. Okumayanlar için hala zevkle okunabilecek bir klasiktir.

1918 yılından sonra Osi Brik de başka bir kadınla aşk yaşamaya başlamış, böylece bohem yaşamları hep bir arada devam etmiştir.

Buna benzer bir bohem yaşamı 1930’lu yıllarda Virginia Woolf ve çevresinde de göreceğiz…

Bu yıllarda Mayakovski’nin ünü ülke sınırlarını aşmaya başlamıştır artık.

1923 yılının ilk ayında “Lef” (Sol Sanat Cephe) adını taşıyan dergisinin ilk sayısı basıldı. Dergi kısa zamanda büyük ses getirdi. En önemli özelliği, sanatın tüm disiplinlerine açıkça yer ayırması ve sanatın sorunlarını aynı açıklıkla tartışmaya açmasıydı. Derginin çevresinde toplanan ve politik tutumlarıyla Ekim Devrimi’ni sahiplenen Meyerhold, Pasternak, Şostakoviç, Ayzenştayn, Babel, Mikhail Zoşçenko, Nikolay Aseyev, Semyon Kirsanov gibi devrimci sanatçılar, proletaryanın sanat estetiğini oluşturmaya çalıştı. Dergi içinde yer alan yazar-şairler sanatın ve şiirin hayatın içinde olması gerektiğini sıklıkla vurgulayarak, sanatçıların sadece kendi dünyalarında değil aynı zamanda meydanlarda olması için de emek verdi.

-Aydın Şimşek,

Mayakovski- Hiçbir Şey Silemez Aşkı

Mayakovski bize nasıl şair olunacağını ya da nasıl edebiyatçı olunacağını öğretmiyordu, bilakis yaşadığı hayatla bize doğrudan gösteriyordu. Yetenek, tutku, cesaret ve deha aynı potada eritilmişse ancak bir Mayakovski olabiliyordunuz. Başka türlüsü zor.

“Bir kez daha vurgulamak isterim ki, bir insanı şairliğe götürecek, onun şiir yazmasını sağlayacak kurallar koymak değildir amacım. Böylesi kurallar yoktur. Şair kuralları yaratan kişidir” der gençlere Mayakovski.

1925 yılından sonra Mayakovski’nin hayatı genellikle seyahatlerde geçer. Paris, İspanya, Amerika ve uzun süre New York, derken yine Paris ve son olarak Meksiko City…

Paris’te yeni bir sevgilisi olur, Tatiana Yakovleva…

Ona da şiirler düzer büyük usta.

Sonraki aşk durağı ise Veronika Polonskaya’dır. Tabii ki nerede olursa olsun dostları Lili Brik ve Osi Brik’le mektuplaşmayı hiç bırakmaz.

Mayakovski’nin intiharından, Lili Brik’i sorumlu tutanlar çoktur.

Çoğu kişi mesela bunlardan birisi de kız kardeşi Elsa, Lili Brik’in Mayakovsky'yi Veronika Polonskaya'dan ayrılmasının hemen ardından 1930'da Moskova'daki apartman dairesinde intihara sürükleyen nedenlerden biri olduğunu düşünüyorlar. 

O sırada Berlin’de bulunan Lili ise bunu reddeder ve daha önce onu iki kez intihar etmekten kurtardığını yazar anılarında.

İntiharının ardından bile sansasyonlar bitmez.

Dediğim gibi kimi Lili Brik’i suçladı kimi Veronika Polonskaya’yı… Ama Elsa’nın Mayakovski betimlemesinde saklıydı intiharının perde arkası...

Çünkü o hayatı hep büyük yaşamak istiyordu.

İntihar mektubunda yazdığı vasiyeti bile şiir gibiydi Mayakovski’nin...

Bütün şiirlerini Lili’ye bırakmış olması da çok anlamlı ve şiirseldi. Bu şiiri yazının finaline saklıyorum izninizle.

Lili Brik, Joseph Stalin'e yazdığı 1935 tarihli mektubunda, Mayakovski’nin şiirsel mirasının ihmal edildiğinden şikâyet etti.

Lili büyük şairin ihmal edildiğini düşünüyordu.

Bunun üzerine Stalin, Nikolai Yezhov'a şu meşhur yorumunda bulundu:

'Yoldaş Yezhov, lütfen Brik'in mektubunun sorumluluğunu üstlenin. Mayakovsky hala Sovyet çağımızın en iyi ve en yetenekli şairidir. Kültürel mirasına kayıtsızlık suçtur. Brik'in şikâyetleri bence haklıdır.” 

Kadınlar ve Şairler

Şairleri ve entelektüelleri büyüten kadınlar...

Konu ne kadar ilgi çekici de olsa ben birkaç örnek verip geçeceğim maalesef...

Haklısınız... Lili Brik’i birçok insan Viladimir Mayakovski’nin büyük aşkı diye hatırlayabilir ama Lili Birik, yaptıklarıyla da çok büyük bir insandır.

Pablo Neruda ondan 'Rus avangardının esin perisi' diye söz ederdi mesela.

Bazıları Lili’nin hırsı ve çekiciliğinin yanı sıra kadınlığını da bir güç olarak ileri sürdüğünün delilleri olduğunu söylese de yakınları her zaman onun parlak zekâsına ve katiyen bencil olmayışına dikkati çeker.

Birçok yetenekli kişiye yardım etmeyi amaçlamıştı Lili Brik... Rusya’da veya uluslararası kültürde çok sanatçının tanınmasına katkıda bulundu. Örnek mi?

Mesela; Sergei Eisenstein, Lev Kuleshov, Boris Pasternak, Vsevolod Meyerhold, Kazimiir Malevich, Pablo Picasso...

Portreleri Alexander Rodchenko,  Alexander Tyshler, David Shterenberg, David Burliuk, Fernand Leger, Nadezhda Hodasevich, Gary Blumenfeld tarafından ve daha sonra da  Henri Matisse ve Marc Chagall tarafından yapıldı.

1938 yılında yazar  Vasily Abgarovich Katanyan ile evlendi ve kırk yıl birlikte yaşadılar.

Gelelim Elsa Triolet’e…

Ablası gibi Moskova Mimari Akademisi’ni bitirmişti Elsa da. Çok güzeldi ve çok iyi piyano çalıyordu. Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerini yüksek derecede biliyordu.

Paris’te önceleri Mayakovski’nin eserlerini Fransızca’ya çevirdi. Evliliği zaten saçmaydı, kısa sürede boşandılar ama ilk kocasının soyadını ölene kadar taşıdı. Yazarlığında da hep bu soyadını kullandı.

1920 yılında Tahiti’ye yaptığı seyahati mektuplarıyla, arkadaşı Victor Shklovsky’ye anlattı. O da mektupları  Maksim Gorki’ye gösterdi. 

Gorki mektupların sahibinin yazarlığı düşünmesi gerektiğini söyledi.1925 yılında Rusça yayımlanan 'Tahiti'de' adlı kitabı, işte bu mektuplar temel alınarak yazıldı.

1928 yılında Fransız yazar Louis Aragon ile tanıştı. Evlendiler ve 42 yıl mutlu bir evlilik sürdüler. Aragon'u Fransız Komünist Partisi’ne girmesi konusunda etkiledi Elsa.

Birlikte Fransız anti-faşist hareketinde görev aldılar. Elsa Triolet 1944 yılında Fransız edebiyatının en önemli ödülü kabul edilen Goncourt ödülünü kazandı. Bu ödüle layık görülen ilk kadın oldu.

Tamamburaya kadar güzel belki ama bilmeyenler için şunu söyleyeceğim;

Aragon neredeyse tüm şiirlerini Elsa için yazdı. Dünyanın en büyük on şairinden biri sayabileceğimiz Aragon’un meşhur Elsa’sı, Mayakovski’nin küçük Elsa’sıydı aslında.

Belki şiiri bilmeyenler Zülfü Livaneli’nin meşhur ettiği “Mutlu Aşk Yoktur” şarkısını anımsayacaklardır. İşte oradaki aşk Aragon ile Elsa arasındaki aşktır.

“Mutlu aşk yoktur

ama böyledir işte bizim aşkımız.”

Bazı kadınlar vardır, insanı şair yapar...

Latife ettim, tamam...

Sosyal bilimlerin içinde tarih olgusunu çıkarttığımız anda o bilim olmaktan çıkar. Yani bir olayın nerede ve ne zaman olduğu çok önemlidir. İttihat Terakki’yi bugünden ele alırsak milliyetçilik görürüz ama kendi çağında ve ortaya çıktığı toplumu sosyolojik yapısına baktığımızda büyük devrimci bir parti olgusunu saptarız. Buna daha ilginç bir örnek verelim. Sanayi Devrimi neden İngiltere’de olmuştur da başka bir ülkede olmamıştır? Sorusu gayet yerinde ve verimli bir sorudur. Buhar makinasını 1600’lü yıllarda Çinliler bulsaydı sanayi devrimi gerçekleşebilir miydi? Barutu bulan Çinliler neden o barutu sadece havai fişek yapımında kullandı.  Evet, gördüğünüz gibi bir keşfin ortaya çıkması onu kullanılır hale getiremez, kullanılır ve devrim yaratabilmesi için, koşulların, hem tarihsel, hem sosyolojik ve hem de hammaddenin bir arada olması gerekir.

Kadın özgürlüğü konusu da bu şekildedir.

Neolotik devrimin oluşmasından itibaren yani surların içinde şehir devletlerinin ortaya çıkışı, artık üretimin oluşmaya başlaması ve o artık üretimin tapınaklarda birikmeye başlamasıyla birlikte, yani mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte, kadın da dört duvar arasına kapatılmış ve erkeğin mülkiyetine geçmiştir.

Yani bahsettiğimiz tarih 10.000 yıldan fazladır devam etmektedir. Aydınlanma ile insanın yani bireyin yeniden ortaya çıkmasıyla birlikte kadında insan olarak yeniden var olmaya başlamıştır. Ama kadın gerçek özgürlüğü ekonomik olarak bağımsızlığını kazandığı zaman ortaya çıkacaktır ve bunun için maalesef 1900’lü yıllara kadar beklemek zorundadır. 

Bugünden bakanlar tarafından neden kadınların bilim insanı olmadığı, sanatla ilgilenmediği hep tartışılırdı. Bunun sebebinin kadınla erkeğin biyolojik yapısının farklılığından ileri geldiğini bile iddia eden geri zekâlılar çıktı. Hâlbuki kadınlar birey olmadığı sürece, ne bilim insanı olabilirdi ne de sanatçı…

Kadın, birey olmaya ve kendini tanımaya gerçek anlamda ancak 1950’lerden sonra başlayabilmişti. Ülkemizde Atatürk’ün ileri görüşlülüğü sayesinde en erken seçme ve seçilme hakkını kazanmıştı.

O meşhur liberal özgürlükçü ABD’de bile bir kadının bankada hesap açabilme hakkı ancak 1969 yılında tanındı.

Şu sözü ısrarla sürekli tekrarlıyorum. Öğrenmek ve öğretmek tekrar üzerine kuruludur çünkü. “Aşk eşitler arasında var olan bir duygudur. ”Bunun tersi ise ya sahip köle ilişkisidir ya da platonik tek taraflı bir ilişkidir ki ikisine de teorik olarak aşk diyemeyiz.

Kadın ve erkeğin eşit olması da dediğim gibi ancak 1900’lerin başlarında başlamış, gerçek anlamda da 1950’leri beklemek zorunda kalmıştır.

İşte tam bu yüzden Antik Yunan’da aşk erkek ile erkek arasındadır, Antik Roma’da da durum bu şekildedir. Osmanlı’da divan şiiri bir erkeğin başka bir erkeğe yazdığı dizelerden oluşmaktadır çoğunlukla.

Yani yukarıda şair yaratan kadınlar diyerek şaka yapmıştım ya, işte sebebi budur. Elbette o dönemlerde de böyle cesur, bağımsız ve güçlü kadınlar ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda da o dönemin bütün önde gelen erkekleri bu kadınların çevresinde olmuştur.  O yüzden “Başka kadın mı yoktu?” sorusu bu anlamda saçmadır.

Aşk eşitler arasında yaşanır…

Cesur, güçlü, öncü kadınlar o yüzden hep erkekleri çevrelerinde bulmuşlardır.

Müsaadenizle birkaçını anmak isterim burada:

Tomris Uyar...

Büyük edebiyatçı olmasının yanı sıra ilk evliliğini Ülkü Tamer ile yapmış ve şiirlerinde büyük yer tutmuştur. Sonrasında Cemal Süreya ile birliktelikleri olmuş, Cemal Süreya’nın hayatına önemli etkileri bulunmuştur.

Turgut Uyar ile yaptığı son evlilikle birlikte Turgut Uyar üzerinde de değerli izler bırakmıştır.

Suat Derviş...

Nâzım Hikmet’in çocukluk aşkı...

Suat Derviş’in ilk yazısını Nâzım Hikmet gizlice gazeteye verip yayınlatmıştır.

İlk kocası Seyfi Cenap Berksoy’du. Türk güreşçi ve Güreş Federasyonu Başkanı... İkinci kocası Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu...Türk gazeteci ve yazardır.

Suat Derviş, 1929’da Resimli Ay Dergisi’nde Nâzım Hikmet ile birlikte “Putları Yıkıyoruz” kampanyasında yer almıştır. Gazetecilikteki lakabı Deli Nazif’tir.

Son kocası ve büyük aşkı TKP’nin lideri Reşat Fuat Baraner’dir. Baraner ve Derviş’i bir araya getiren, partinin talebi doğrultusunda çıkarttıkları 'Yeni Edebiyat Dergisi' olmuştu. Çift, Türkiye'de toplumsal gerçekçi akımın ilk yayın organlarından sayılan dergiyi 15 Ekim 1940-15 Kasım 1941 arasında yirmi altı sayı çıkardılar.

Suat Derviş, dergide kısa öyküler, fıkra ve eleştiriler yazdı. Orhan Kemal, Hasan İzzettin Dinamo gibi genç yazar ve şairlerin tanınmasına yardımcı oldu. Hem bu isimlere büyük emek vermiş hem de Türkçedeki en güzel romanlardan biri sayılabilecek Fosforlu Cevriye’yi yazmıştır. Birçok yabancı dile çevrilen bu eser günümüzde büyük edebiyat ödüllerine layık görülebilecek bir eser... Suat Derviş,  'kıpkızıl komünist' olarak damgalanmayı göze almış bir kadındı.

Sevgi Soysal...

İlk evliliğini Özdemir Nutku ile yaptı. Bu evlilikten bir çocukları oldu. Nutku Türk yazın hayatında tiyatro alanında ve başka birçok alanda büyük eserler bıraktı. Tiyatronun az bulunan teorisyenlerinden ve yazarlarından biriydi. Sevgi Soysal, ikinci evliliği Başar Sabuncu ile yaptı. Türk oyun ve senaryo yazarı, tiyatro ve sinema yönetmeni, çevirmen,  sahne tasarımcısı, oyuncu... Son kocası büyük hoca, anayasa hukukunun en değerli ismi Mümtaz Soysal’dır.

Bana göre Türk Edebiyatı’nın en büyük üç kadın yazarı arasında sayılmalıdır Sevgi Soysal...

Diğer ikisi Adalet Agaoğlu ve Suat Derviş...

Elbette eser vermeden de erkek sanatçıların yetişmesinde büyük katkıları olan başka kadınlar da var...

Mesela Nahit Hanım. Nahit Gelenbevi Fıratlı Damar...

Cemal Süreya’nın “Cumhuriyet gibi bir kadın” dediği insan...

Türk edebiyatında pek çok şairle (Can Yücel, Sabahattin Ali, Edip Cansever, Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dranas, Orhan Veli, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Cemal Süreya) kurduğu yakın dostluklarla ve aşk ilişkileriyle de tanınıyor.

Edebiyat tarihine 'Orhan Veli'nin sevgilisi Nahit Hanım' olarak geçmiştir. İlk kocası Arif Damar’dan alır soyadını.

Yaşarken tanıdığım en büyük şairlerden bir tanesidir Arif Damar. Kadıköy’de yaşadığı için çok kitap satmışlığım ve çok sohbet etmişliğim vardır kendisiyle.

SAHNE ARTIK KADINLARIN!

Yıllar boyu kültür ve sanat tarihinde kıymetli erkek sanatçılar yetiştirmiş olan kadınlar, artık kendilerini var etmenin,  kültür tarihinin sahnesinde artık bizzat kendilerinin de bulunması gerektiğinin çok farkındalar.

Sıra kadınlarda artık.

Belki de büyük kadınların yetişmesine emek verecek, katkı sağlayacak entelektüel erkeklere gelmiştir sıra...

Ve son olarak o büyük şairlerin ölümleriyle yazıyı da öldürüyorum izninizle. Mayakovski’nin vasiyetiyle veda edelim o halde; 

“Hepinize!...

İşte ölüyorum.

Kimseyi suçlamayın bundan ötürü.

Hele dedikodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.

Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım!

Bağışlayın beni.

İş değil bu biliyorum (kimseye öğütlemem) ama benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı.

Lili sev beni.

Hükümet yoldaş! Ailem: Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve Veronika Vitoldovna Polonkaya’dan ibarettir.

Yaşamlarını sağlarsan ne mutlu bana.

Bitmemiş şiirlere Brik’lere verin, ne lazımsa onlar yapar.

‘Bir varmış bir yokmuş’ Derler hani:

Aşkın küçük sandalı Hayat ırmağının akıntısına Kafa tutabilir mi!

Dayanamayıp parçalandı işte sonunda...

Acıları Mutsuzlukları

Karşılıklı haksızlıkları

Hatırlamaya bile değmez

Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle

Ve sizler

mutlu olun Yeter.’’

Mayakovski’den beş yıl önce intihar eden Rus şair Sergey Yesenin’in yazdığı gibi;

“Yeni bir şey değil ölüp gitmek bu hayattan

Ama yaşamak da pek yeni değil kuşkusuz.”

Rivayet odur ki bizim büyük şairimiz Cemal Süreya da ölmeden bir gün önce, sanki ölümünü bilir gibi yazmıştır bu son şiirini.

“Ölüyorum tanrım

Bu da oldu işte

Her ölüm erken ölümdür biliyorum tanrım

Ama ayrıca aldığın şu hayat fena değildir

Üstü kalsın.”

Ölüm, gerçek şairleri öldürebilir mi sahiden?

Instagram

Twitter

Facebook

Popüler İçerikler

Kavak Yelleri Senaristinin Diziyi Neden Bıraktığı Yıllar Sonra Ortaya Çıktı!
Gerek Var mıydı? Uraz Kaygılaroğlu'nun Sevgilisinin İlk Sergisi İçin Verdiği Pozlar Büyük Tepki Çekti!
Müge Anlı'da Şok İddia: "Uğur Dündar'a Babalık Davası Açan Dilara'nın Babası Başka Bir Ünlü Sanatçı!"