Ertürk Akşun Yazio: Dünyayı Küçük Karabalıklar Kurtarabilecek mi?

“Bilge” kim midir?

“Bilge” şimdiki zamanda yaşayabilen insandır. Aklı geçmişte daha az kalan, daha az umabilen, daha çok sevebilen kişidir.

“Geçmiş yaşamlara takılıp kalmak, belirsizliklerle dolu ve belki de hiç gelmeyecek olan geleceğe umutsuzca bağlanmak, şu anı yaşanamaz hale getirir” der stoacılar ve Budistler.

Hatırlarsanız Bulutsuzluk Özlemi’nin bir parçasında sözler şöyledir:

“Çelişkiler keskinleşsin diye, böyle mi geçsin ömrüm? Acil demokrasi!”

Peki haklı değil mi Bulutsuzluk Özlemi? Çelişkilerin keskinleşmeni beklemek yerine, harekete geçmek gerekmiyor mu artık?

“Umut fakirin ekmeği” deyişi önemli... Zira kapitalist sistem durumu iyice formüle edip, insanlara sadece umut satan

bir yapı haline geldi ve bunu bize her fırsatta “yeni dünya düzeni” diye yutturmaya çalışıyor. “Kapitalizm, insanları sadece umutla yaşatabilen bir sistemdir” diyebiliriz. Halbuki hepimizin diline pelesenk olmuş, üstelik ne kadar masum ve güzel bir kelimedir değil mi?

Umut...

Piyangolarla ve popstar yarışmalarıyla sistemin bize söylediği basit gerçeklik şudur:

“Sizin bir şey yapmanıza gerek yok, sadece bekleyin ve umut edin. Biz size bir gün geleceğiz, sizi meşhur ya da zengin edeceğiz.”

Bugün için ya da şimdiki zaman için mücadele etmek mi?

Ne kadar banal bir iş ama değil mi?

Sistem hayal kurmak ve umut etmek üzerine kurulu... Ancak buna karşılık ortadan kaldırdığı iki kavram var:

Emek vermek ve değişim için mücadele etmek...

Nöropsikofarmakolog Prof. Dr. Tayfun Uzbay Amerika’ya yaptığı bir seyahatte, Amerikalı meslektaşlarıyla birlikte San Diego’daki ünlü Geisel Kütüphanesi’ni gezdiğini anlatmıştı bir gün.

Kütüphanenin girişinde kocaman harflerle aynen şöyle yazmaktadır:

Read-Write-Think-Dream

Tayfun Hoca “Burada bir yanlışlık yok mu?” diyor meslektaşlarına. “Önce ‘düşle’, yani ‘dream’ yazması gerekmiyor mu? Her şey önce hayal etmekle başlamıyor mu?” Aldığı yanıt, tam da bu yazının konusuna katkı sağlıyor aslında:

“Altyapısı olmayan boş hayallerle bir yere varılmaz. Araştırmacı akademisyenler olarak hayalleri yeni buluşlar yapmak ya da yerleşik ama günümüz koşullarında sorunlarımıza çözüm getirmeyen teorileri sorgulamak için kurarız. Bunun için önce o konuya dair doğru kaynaklardan çokça okuma yapmamız gerekir. Okudukça konu hakkında bilgi sahibi oluruz. Ancak bu da yetmez. Okuduklarımızı iyi anlamamız ve bunların anafikrini yazabilecek duruma gelmemiz lazım. Tabii ki okuduklarımızdan anladıklarımızı yazarken aktif biçimde düşünmeye de başlarız. Yeterli birikime erişmiş, okuduklarımızı iyi anlamış ve üzerinde düşünmeye başlamışsak, artık düşlemeye de hazırız demektir. Böyle bir süreçte kurduğumuz hayaller büyük bir olasılıkla yeni buluşlara yol açabilir veya var olan köhne ezberleri bozabilir.”

“Umut” aslında dini söylemlerin de yapısında vardır ve önemli ayaklarından da biridir. “Bu dünyada yaptığın hiçbir şey önemli değildir. Umut et, bekle, sabret, çünkü seni bekleyen ebedi bir cennet var” şeklindeki temel inancı yadsıyamayız.

O yüzden din, şimdiki zamanın ve mücadelenin en önemli karşı düşüncesidir. Tam da bu yüzden Hıristiyanlığın gelişmesiyle stoacılık düşüncesi ortadan kalkmıştır. Dinler felsefeyi çukura itmiştir, kurtuluşa giden yolu inanca bağlamış, cennet ancak inançla mümkün olabilen bir deneyim haline gelmiştir. Felsefedeki gibi sorgulamayı, doğayla, kişinin kendiyle mücadele etmesini doğru bulmuyordu Hıristiyanlık; veya diğer bütün dinler.

“Mutluluk, umutsuzluktur” diyor Eski Yunan filozofları... Belki de çubuğu biraz fazlasıyla tersine çevirerek.

Fransız akademisyen ve siyasetçi Luc Ferry bir söyleşisinde konuya bakın nasıl değiniyor:

“Hasta olduğunuzda iyileşmeyi umut edersiniz. Umut etmek, bir şeyin tadını çıkarmadan, bilmeden ve yapmadan arzu etmektir. Sağlıklı olmayı umut ediyorsanız, bu sağlıklı olmadığınız anlamını taşır. Sağlığınızın geleceğine gerçekten inansaydınız ve ne zaman geleceğini bilseydiniz umut etmenize gerek kalmazdı. Umut ediyorsanız geleceği bilmiyorsunuz demektir. Eğer sağlığımı geri alacağımı bilseydim, bu benim elimde olsaydı umut etmezdim.”

Son olarak bu konuyla ilgili Nietzsche de şöyle der:

“Umut kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır.”

Peki neden böyle bir girizgâha ihtiyaç duydum? Çünkü edebi bir alanda umudun izini sürmeden evvel sorunun genel hatlarıyla bir tarifini yapmak istedim. Sizce bize hangi edebi alan hayaller ve umut enjekte ediyor dersiniz?

Tabii ki bunların içerisinde masallar önemli bir yere sahip...

Olmayacak olanı olduran, ezilenleri ezenler karşısında galip getiren, yoksul çobanları prenseslerle evlendiren masallar.

Modern masal dendiğinde akla ilk gelen isim elbette Samed Behrengi... En azından benim aklıma önce o geliyor.

Masalı modern çağda bir edebi alan olarak önümüze koyuyor Behrengi. Sonrasında Latin Amerika edebiyatına baktığımızda masalsı anlatımın edebiyata da girdiğini görüyoruz ki bu yazım türünün ismi de “büyülü gerçekçilik”tir. Ne güzel bir tanım ama değil mi?

Büyülü gerçekçilik...

Kapalı toplumlarda, faşist yönetimlerin baskısı altında inim inim inleyen halklarda yeni bir gerçekçilik olarak karşımıza çıkması sizce bir tesadüf mü peki?

Osmanlı mezalimine maruz kalan Türkmenler kendilerini halk deyişiyle, türkülerle ve masallarla ifade etmiyor muydu? Çağan Irmak’ın Ulak

filmini hatırlayın, izlemediyseniz de izleyin lütfen. Orada da tam olarak anlatılan bu aslında.

Faşist İran’da kapalı toplumda yaşayan Behrengi’nin masallara sığınmasının tek nedeni kendini ifade etme arzusuydu, 1960’ların İran’ında Samed Behrengi’nin masallara sığınmasının sebebi tam da bu.

Ne var ki Behrengi umut dağıtmıyordu masallarında. Ünlü Küçük

Karabalık masalını hatırlar mısınız? Masalda ırmağın sonunda başka bir hayat var mı yok mu diye merak ederek yaşadığı küçük ve huzurlu yurdunu terk eden bir küçük karabalığın zorlu mücadelesi ve yolculuğu anlatılır.

Yol boyunca bir sürü iş gelir balığın başına Bir yerde, arkadaş olduğu diğer küçük balıkların da hayatı tehlikeye girer. Bir pelikanın geniş ve çukur gagasına hapsolmuşlardır. Mideye inmeleri an meselesidir. Küçük karabalıkları kurtarmanın yolu, pelikanı bıçakla yaralamaktır Küçük Karabalık için. Kendi hayatını feda ederek, diğer balıkları kurtarabileceğini biliyordur çünkü... Umut etmiyordur, yapacağı şeyin bir bedeli olduğunu, bu bedelin de kendinin ölümü olacağını bilerek hareket ediyordur.

Evet, size Samed Behrengi’den bahsedeceğim ve her zaman olduğu gibi bir de çizgi romandan...

Samed Behrengi’den söz ederken dikkatimi çeken üç konu üzerinde özellikle yoğunlaşacağım. Birincisi Türk tarihi ve İran tarihinin aynı dalın iki parçası olmasından. Burası çok önemli... Türk tarihine bakarken, İran üzerinden bakmak bize yeni kapılar açacak, ufkumuzu genişletecektir. İnsan kendi hatalarını görmez ama başkalarınınkini rahatça görebilir ya, işte biz de burada İran tarihine bakarken kendimizi görüyor olacağız aslında.

İkincisi, dil meselesinin hassasiyeti ve önemi... İnsan kendi anadilini konuşamazsa hayatı ne hale gelir, neler yaşar, ne hisseder ve bütün bunların sonuçları ne olur? İran ve Samed Behrengi üzerinden konuya bakmak, bize yine yeni kapılar açacak.

Üçüncüsü ise Samed Behrengi’nin eserlerinde bahsettiği konulara biraz daha derinden bakacağız. Yazının başında yaptığım girizgâh, tam da bunun içindi zaten. Samed Behrengi aslında bize güzel ve tatlı çocuk masalları mı sunuyor yoksa çok sert gerçekliklerden, çelik gibi bir iradenin gerekliliğinden ve mücadeleden mi bahsediyor? Eserlerini irdelerken hepsini birlikte göreceğiz.

Öncelikle “Samed Behrengi kimdir?” diyerek başlayalım konuya...

Behrengi’nin hayatını, geçtiğimiz aylarda piyasaya çıkan bir kitaptan alıntılar yaparak aktarmak isterim. Tabii ki sözünü ettiğim kitabı okumanızı da öneririm ayrıca. Şule Akşun’un kaleme aldığı Dünyayı Küçük Karabalıklar Kurtaracak kitabı...

Samed Behrengi, Haziran 1939’da Tebriz’in yoksul mahallelerinden biri olan Çerendab’da yoksul bir işçi ailesinin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Yirmi sekiz yıl süren kısacık hayatına, onlarca masalı, derlemeyi, çeviriyi, makaleyi sokmuş, yazdığı her masalda, söylediği her sözde yoksulluğun bir kader olamayacağını, başka bir hayatın da mümkün olduğunu avazı çıktığı kadar haykırmış, bir öğretmen, aydın ve edebiyatçıdır.

Dünyayı değiştirecek küçük karabalıkları yetiştirmek uğruna hayatını bile feda etmekten çekinmemiştir.

Bir köy öğretmenidir, bizim ülkemizde de o yıllarda Köy Enstitüleri’nden 18 yaşında mezun olup köylerine giden eğitim neferlerine benziyor, hatta benziyor ne kelime neredeyse bire bir aynı...

Mahmut Makal’ı hatırlatmadan geçmek olmaz. Türk edebiyatındaki köy romanının dünya çapında ilgi görmesi, ülkemizde de bir döneme damga vurması şans eseri değildir elbette. Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar romanı

mesela... Çok kıymetli bir yapıttır. Onlar da köy yaşamını, köy gerçekliğini, özellikle fakir Anadolu köylerinin salt gerçekliğini romanlarına taşımış ve

yeni bir akım başlatmışlardır.

Samed Behrengi çok genç yaşta ölüyor ne yazık ki... Tıpkı Sabahattin Ali gibi, kimliği belirsiz birtakım kişiler tarafından suikasta uğruyor, öldürülüyor.

Behrengi 18 yaşında köy öğretmenliği yaparken diğer taraftan da İran’ın ve Azerbaycan’ın köylerini dolaşarak masallar derliyordu. Ayrıca anadili olan Türkçeden, İran ve Azerbaycan için çeviriler yapıyordu.

Şule Akşun, kitabında aynen şöyle aktarıyor Behrengi’nin sözlerini:

“Nâzım Hikmet’in ‘Bahri Hazer’ şiirini hem Türkçeden okudum hem de Farsçadan. Türkçenin verdiği tat bambaşkaydı. Bu muhteşem şiiri Azeri Türkçesine çevirdim. Önüme gelene okudum uzunca bir süre. Beni görünce ‘Geliyor Bahri Hazer’ der gülüşürdü arkadaşlar. Ama severlerdi de. Tekrar tekrar okuturlardı. Ezberimde hâlâ, şiirin ritmi...”

Aziz Nesin’den de çeviriler yapıyor Behrengi.

Ama dil önemli bir mesele... Azeri Türkleri baskıcı İran yönetimi tarafından dilleri yasaklanıp zorla Farsça öğrenmek ve konuşmak zorunda bırakılıyor. O yüzden öğretmenlik yaparken çocukların daha rahat Farsça öğrenebilmesi için “Azerbaycan Çocukları İçin Fars Dili Alfabesi” hazırlıyor. “Azeri çocuklarının Farsçayı en doğru ve hızlı bir şekilde öğrenebilmeleri için bir alfabe kitabı hazırladım” diyor Behrengi.

Bütün işlerini sürdürürken eğitimine de devam ediyordu. Öğretmenlik yaparken İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde de okuyordu. Ne yazık ki henüz 28 yaşındayken öldürüldü. Ölüm sebebi tam olarak bilinmese de herkes bu cinayetin İran gizli istihbarat servisi Savak tarafından işlendiğini biliyor.

Gelelim sözünü ettiğim üç bölüme:

1. İran tarihini okumak biraz da Türk tarihini okumaktır.

Neden İran tarihi Türk tarihiyle benzerlik gösterir? Çünkü aynı coğrafyada aynı kaderi yaşamış halklardır onlar. Uzun zaman İran’ı yöneten aileler hep Türk boyları olmuştur. Konuyla ilgili geniş bilgilere yer vermek ne yazık ki bu makalenin hacmini fazlasıyla aşacaktır. Birkaç bilgi verip konuya ilgi duyanlara da bir iki kitap önererek devam edeceğim.

23 Ağustos 1514 tarihindeki Çaldıran Meydan Muharebesi, İran şahı Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim arasında geçmiştir. Ama gelin görün ki, Şah İsmail yüzde yüz Türk kanına sahip olmasına rağmen, Ali Kemal Meram’ın Padişah Anaları kitabına bakacak olursak Yavuz Sultan Selim dört kuşaktır Hıristiyan kadınlarla evlenen padişahların soyundandır. Çocuklarının kanı elbette Türk kanından çok, Hıristiyan kanı taşımaktadır.

Yavuz Sultan Selim savaşmak için Edirne’den kalkıp Çaldıran’a ulaşmadan önce, askerlerini Anadolu’ya göndermiş ve 50 binin üzerinde Türkmen’i kılıçtan geçirtmiştir. Olaydan elli yıl sonra başka bir paşa çıkıp Anadolu’da tam 60 bin Türkmen’i kılıçtan geçirdi. Ölüleri açtırdığı kuyulara toplu halde doldurduğu için paşanın adı Kuyucu Murat Paşa olarak anılmıştır.

Görüyorsunuz ki tarihlerimiz fazlasıyla birbirine girmiş. Yavuz Edirne’den hareket etmiş, Şah İsmail ise Tebriz’den yani yüzde yüz Türk yurdu olan bir yerden gelmiştir savaşmak için.

Şule Akşun’un kitabından Behrengi’yi dinlemeye devam edelim yeri gelmişken:

“Öyle bir kenttir ki burası, tarih boyunca önemsenmiş, sevilmiş, beğenilmiştir. Birçok devlete başkentlik yapmıştır, İlhanlılar mesela. Moğolca konuşurlar ama Türkçe de konuşulmuştur onların devrinde. Uygur Türkleri, devletin idaresinde çalışmıştır. Türkçe yok sayılmamıştır. Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler... Hepsi de Türk devletidir, Türkçe konuşmuşlardır. Ardından Kaçar Hanedanı...”

Bu arada sevgili İlber Ortaylı Hoca’mızın da her fırsatta “Avrupa’ya değil İran’a gidin, Tebriz’i görün, İran edebiyatını, müziğini, sinemasını takip edin” demesinin altında hem gelişkin bir kültür hem de tarihlerimizin çok benzemesi yatıyor.

1920’lere geldiğimizde yine paralel akar Türk tarihi ve İran tarihi... Aynı yıllarda iktidarı alan Mustafa Kemal ile Şah Rıza’nın hayatına, İngilizler, Sovyetler, sonrasında kurulan ülkelerin tarihine baktığımızda çok yakın benzerlikler bulabiliriz.

Konuyu fazla uzatmadan, meraklılarına iki kitap önereceğim sadece. Yalçın Küçük’ün Gizli Tarih ve Sırlar kitapları... O yıllardaki siyasi olaylar, yeni bir bakış açısıyla karşımıza sürülmektedir. Mustafa Kemal, Şah Rıza, Çerkez Ethem, Küçük Han, İngilizler ve Lenin bağlantılarını okuyabilirsiniz.

Benim çok önemsediğim bir kitaptır Gizli Tarih... Sanırım üç kez okudum. Türkiye’nin kuruluş tarihine başka bir gözle bakmak isteyenler için önemli bir kaynaktır. İzin verirseniz iki alıntı aktarmak isterim:

“Tarih olan, gizli tarihtir. Gizli Tarih’i yazıyorum. Zor olduğunu biliyorum. Artık resmi tarih sadece bir hutbedir. Gerçek tarih aslında gizli tarihtir...” diyor Yalçın Küçük. “Resmî tarih sadece bir kahramanlaştırmadan ibaret, kahraman heykelleri icat etme tarihi...” diye devam ediyor.

“(…) Bir, bizimkine yakın bir zamanda, İran, Moskova’ya elçi gönderdi, Ekim sonu-1920 tarihindedir. İki, bizimkine yakın bir tarihte, Şubat sonu-1921, Sovyet-İran Dostluk Antlaşması imzalandı. Üç, Nisan ayında, Sovyet Elçisi Theodore Rothstein, Tahran’a geldi. Dört, 1921 Mayıs başında, Ankara’da Tokat Mebusu ve arkadaşları mahkûm edildiler, bu Yeşil Ordu’nun lağvı (Yeşil Ordu Çerkez Ethem’in, Müslüman komünistler diyebileceğimiz ordusu) ve Halk İştirakiyun Fırkası’nın yasaklanması anlamına geliyordu. Yine aynı ayda, Sovyetler, önce Küçük Han’a (İran Azerbeycanı’nda kurulmuş olan Müslüman sosyalist diyebileceğimiz bir devlet) bütün yardımı kestiler ve 30 Mayıs 1921 tarihinde de, Kızıl Ordu’yu çektiler. Bundan sonra Albay Rıza gitti Küçük Han’ın kafasını kesti; Gilan’ı zapt etmesi kolay olmuştur. Türkiye’de de Çerkez Ethem aynı tarihlerde kaçmak zorunda bırakılmıştır.”

‘İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde de durum aynı...

Türkiye gizli bir Alman hayranlığıyla Almanya’ya bakır satarken, içerde de pek çok Alman taraftarı vardı. Müslüman Nazi Birliği gibi mesela... Mesela Cumhuriyet gibi önemli bir gazetenin sahibi olan Yunus Nadi’ye Yunus Nazi dendiğini biliyor muydunuz?

Bakın İran’da İkinci Dünya Savaşı’na nasıl bakılıyor:

“İranlı milliyetçiler kendilerini 2500 yıl öncesinden gelen Aryan ırkın mirasçısı olarak görüyorlarmış. Bu iddiayı, Ahameniş (Pers) İmparatoru Daryus’un kendini ‘Aryanların Aryan oğlu’ olarak tanımlamasına dayandırıyorlarmış. Ülkenin, Persia olan ismi de ‘Aryan ülkesi’ anlamına gelen İran olarak değiştirilmiş. Önce Alman milliyetçileri daha sonra da Naziler, Alman ırkının Asya’daki Aryan ırktan geldiğini, köklerinin kollara ayrılıp Hindistan, İran ve Avrupa’ya dağıldığını iddia etmişler.

Yani demek istiyorlarmış ki İran ile Almanya kardeştir. Aynı soyun çocuklarıdır. Hal böyle olunca İran, Almanya’nın faşist politikasını destekleyecekti elbet.”

1960’lı yıllara geldiğimizde de farklı değil...

Musaddık’ın hazırladığı İran petrollerinin millileştirilmesini öngören yasa tasarısı 1951’de meclisten geçti ve şah, meclisin bu kararıyla daha da güçlenen Musaddık’ı başbakanlığa getirmek zorunda kaldı.

Millileştirme kararı İran’da giderek derinleşen bir siyasi ve ekonomik bunalıma yol açtı. Musaddık ve önderlik ettiği Ulusal Cephe Partisi, halk arasında güçlenmeye devam ettiyse de, yönetimde güçlü bir konumu olan elitlerin ve Batılı güçlerin Musaddık yönetimine tepkileri yoğunlaştı. İngilizler çok geçmeden İran petrol pazarından çekildiler. Musaddık’ın İran petrolü için yeni pazarlar bulmakta karşılaştığı güçlükler ekonomik sorunları derinleştirdi.

Musaddık’la ciddi bir iktidar mücadelesi içine giren şah, Ağustos 1953’te başbakanı görevden alma girişiminde bulundu. Ama Musaddık yanlılarının başlattığı kitlesel sokak gösterileri karşısında İran’dan kaçmak zorunda kaldı.

Musaddık’ın muhalifleri olaydan birkaç gün sonra ABD’nin de desteğinin alındığı iddia edilen bir darbe düzenleyerek Musaddık’ı yönetimden uzaklaştırdılar ve şahın ülkeye dönmesini sağladılar. Darbe ile olan ABD ilgisi 2000 yılında ABD eski dışişleri bakanlarından Madeleine Albright tarafından kabul edilmiştir. Operasyonun adı Ajax Operasyonu’dur...

Musaddık ile ilgili çok güzel bir oyun sahnelenmiştir Türkiye’de.

Ferhan Şensoy Şahları da Vururlar adlı oyununun başarısı Türkiye tarihine benzemesi ve konuyu çok iyi anlayabilmesindendir. Biz de üniversitedeyken tiyatro grubumuzla bu oyunu oynamaya çalışmıştık ama beceremeyip yarım bırakmıştık.

Peki Musaddık kimler tarafından yenilgiye uğratıldı?

ABD ve kökten dinciler tarafından... Her zaman oyuncak oldular yine olacaklar. Türkiye’deki “Komünizmle Mücadele Derneği” kimleri doğurmuştur peki? Mesela Fethullah Gülen “Komünizmle Mücadele Derneği”nin elemanlarından birisidir.

1980’e gelindiğinde yine meşhur ABD’nin Yeşil Kuşak projesi kapsamında (Sovyetler Birliği’nin çevresini İslami yönetimlerle kuşatma projesi) İran ve Türkiye tarihi kesişir yine. İran’da molla Ayetullah Humeyni göreve gelmiş, Türkiye’de ise gelmiş geçmiş en dinci dönemi yaratacak olan Kenan Evren darbe yaparak başa geçmiştir. Bu konu uzun... Yazacak çok şey var ama burada bırakmak zorundayım. Meraklıları için birkaç kitap önerdim zaten.

2. Anadilinde konuşamamak, okuyamamak ve anadilinde düşünememek

bir insana verilmiş en büyük cezadır.

1990’ların ortası... O zamanlar Akış Yayıncılık’ın sahibiyim ve aynı zamanda Yeni İnsan ve Hep İleri dergilerinin hem sahibi hem yazıişleri müdürüyüm. Yayımladığım kitaplarda geçen her “Kürt” kelimesi için önce Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne çağrılıyorum, arkasından 1 yıl ceza yiyorum. Kürt illerinde öğretmenliğe giden öğretmenler anlatıyorlar, dinliyorum. Oralarda Kürtçe eğitim yasak. Çocuklar kendi anadillerinde okuyamıyorlar. Bir kelime bile Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarına zorla okuma yazma öğretiliyor. O zaman televizyon, internet de yaygın olmadığı için köylerde sadece askere giden erkekler çat pat Türkçe konuşabiliyor, kadınlar ve çocuklar tek kelime Türkçe bilmiyorlar.

Öncesinde durum daha da vahimdi. Diyarbakır Cezaevi’nde olanlarla ilgili duyduğum bir anıyı anlatayım. Hiç Türkçe bilmeyen bir ana cezaevinde oğlunu ziyarete gidiyor. Diyarbakır Cezaevi’nde işkence hâd safhada... Görüşe çıkacak çocuklar yara bere içinde, bitik, güçsüz... Ana giriyor o gün içeriye ama görüşte Kürtçe konuşmak da yasak. Kadıncağız tek kelime Türkçe bilmiyor. Oğlunun hali perişan, işkenceden bitap düşmüş. Ana gözyaşı dökerek ve tek kelime konuşmadan oğlunu izleyip duruyor verilen süre kadar. Kadın uzun süre mahpus yatan oğlunu tek kelime etmeden gözyaşları içinde izleyip durmuş her geldiğinde.

Aynı şeyleri Behrengi de yaşıyor kendi ülkesinde. İran Azerbaycanı’nda anadili Türkçeyi konuşmak yasak... Farsça okuyup yazmak ve konuşmaksa zorunlu...

Gelin Dünyayı Küçük Karabalıklar Kurtaracak kitabına dönelim biraz:

“Tebriz, İran, Tebriz, benim vatanım...

Okullarında, resmi dairelerinde yasaklı anadilimizin, Türkçenin, İran’daki başkenti.

Tek millet tek bayrak derdine düşen Şah Rıza, İran’da farklı milletten insanları asimile ederek, Fars kimliğini yüceltir. Diller yasaklanır. Türkçe de nasibini alır bu kıyımdan.

Türk dilini yok sayarlar. Azerbaycan Türkçesi Farsçanın bir lehçesidir onlara göre. Azerbaycanlılar başka ulusların istilası nedeniyle gerçek dillerini unutmuştur, yani Farsçayı, Türkçe konuşmaya başlamışlardır.

Büyük bir baskı ve zorbalıkla Türkçeyi yasaklarlar.

‘Farsça çok zordu. Konuşamadığım bir dilde okumayı öğrenmek zorundaydım. Çalışıyordum, dinliyordum da öğretmenimi. Ama öğrenemiyordum’ diyor Behrengi.

‘1957’de okulu bitirdim. 18 yaşındaydım. İşte şimdi öğretmenlik yapabilirdim memleketimin unutulmuş çocuklarına. Güçlüydüm. Yılgınlık nedir bilmiyordum. Ve başka bir yaşamın mümkün olduğuna inanıyordum. Bu yolda gönüllü bir işçiydim sadece. Ama bir hayli zordu işim. Çetindi yolum’ diyor Behrengi ve devam ediyor:

‘Basit bir örnek vereyim ki neden Azerbaycan okullarında, ilköğretim programında ayrılan sürede alfabe kitabının tamamlanamayacağını daha iyi anlayın.

Kitapta bir resim var. Bir yerden su akıyor. Altına da yazmışlar “Ab”. Fars bir çocuk bunu görür görmez “Ab”ın ne olduğunu anlar. Hemen “Ab” der. Öğretmenin yardımıyla şekildeki ile yazıdakinin aynı, yani “Ab” olduğunu kavrar. Bu kadar basit... Ama Türk çocuğu bu resmi gördüğünde ne diyecek? Su. Öğretmen ona su dememesi “Ab” demesi gerektiğini anlatacak. O çocuk, o ana kadar, su demiş ve su duymuş, abın su olduğunu anlaması için bir saat geçer...

Diyelim ki o bir saat içinde, “ab”ın su olduğunu anladı, ama eve gidince, onun için su yine su olacak, “ab” değil. Ertesi gün “ab”ı unutmuş olacak ve işte zavallı öğretmen...Dün bıraktığı yerden devam edemeyecek derse. Aynı dersi bir daha yapacak, belki bir daha, bir daha. Fars çocuk, elifbayı tamamlayacak, okumayı sökecek. Türk çocuk hâlâ boğuşuyor alfabeyle.

Koskoca bir halkın anadilini yasaklayıp, ona taban tabana zıt kendi dillerini zorla öğretmeye kalkıyorlardı. Bu mümkün değildi. Azerbaycan’da eğitim iki dilde olmalıydı, Türkçe ve Farsça.’

Chomsky’nin temsilcisi olduğu kuram ‘Psiko-Linguistik Yaklaşım Kuramı’ bize çocukların doğuştan dil yeteneğine sahip olduğunu ve içine doğduğu kültürün biçimlenmesine yatkın olduğunu gösteriyor. Şöyle söyler Chomsky: ‘Anadili, sizin yaratıcılığınızla ve doğal çevrenizle oluşur.’ Anadili önemli, düşünen insanda, insanın varoluşunun bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.

Chomsky’nin hipotezine göre beynimizde doğuştan gelen yapılar bulunur. Buna ‘dil edinme aracı’ der Chomsky. Bu bizi, duyduğumuz dili gramer yardımıyla düzenlemeye yönlendirir.”

Malumunuz bu konu da hayli uzun ve derin. Ne yazık ki burada bırakmak gerekiyor şimdilik.

3. Masallar her zaman masal değildir. Samed Behrengi bize ne anlatmak istiyor?

Yukarıda da bahsetmiş olduğumuz gibi şah döneminde solculara ve aydınlara, ayrıca Azeri Türklerine büyük baskılar uygulanmıştır. Bir seyis olarak dünyaya gelen Şah Rıza sonrasında albaylığa yükselmiş arkasından İran Şahı olmuştur. Aslen Türk kökenli olan şah kendisine yeni bir soy aramıştır. Çocukluğunda başından geçen bir olay yüzünden kargalardan da çok korkmaktadır. Bunları şunun için anlatıyorum: Behrengi’nin masalları hep bu detaylara göndermeler içerir.

Dünyayı Küçük Karabalıklar Kurtaracak kitabından aktarayım:

“Derler ki Şah Rıza, kendine bir soy uydurmuştur. İran ırkının en temiz ve soylu unsurunu temsil ettiğini iddia eder. Öyle ki Horasanlı olduğunu bildiğimiz babası Abbas Ali Han’ın ne iş yaptığı bilinmediği halde, mert ve namuslu bir subay olduğu rivayeti yayılır. Amcası ise orduda generaldir ve Rıza’yı o yetiştirmiştir. Türk bir anadan doğup, Türkçe konuşarak büyüdüğü halde kendini Fars soyuna bağlar, bu da yetmezmiş gibi tüm İran’a Fars kimliğini ve kültürünü dayatır.”

Aynı kitaptan başka bir alıntı:

“Sonradan yazdığım masallardan birinde; Ulduz ve Kargalar’da, bu sevilmeyen, istenmeyen, hırsız diye anılan kuşlar, onuruna düşkün, çalışkan, yardımsever, fedakâr canlılara dönüştüler.

Şah bile korkmuşsa ondan, masalımda yer alması gerekirdi.

Masalda, Ulduz’un üvey annesi, hırsızlık yaptığı için anne kargayı dut ağacına bağlar ayaklarından ve sopayla döver. Karga şöyle seslenir kadına:

‘Cahil kadın! Sen kargaların keyifleri için mi hırsızlık yaptıklarını sanıyorsun? Biz bunu karnımızı doyurmak için yapıyoruz. Anladın mı? Senin karnın doyuyor diye dünyadaki tüm canlıların doyduğunu mu sanıyorsun?’

‘Üzülme’ dedi nine karga. ‘Kargalar bir iki tane değil ki yavrum. Birimiz ölsek, binimiz doğarız.

Zaten biz kargalar sadece kendi çıkarını düşünüp kaçanları, geride bıraktıklarını, evini, dostlarını umursamayanları hiç sevmeyiz.

Kargalar her zaman iyi ve çalışkan olanlara yardım etmeye hazırdır yavrum.

İyi yürekli kargalarım. Biraz önce Ulduz arkadaşınız bana ölen yavru karganın birkaç tüyünü verdi. Bunları canımız gibi saklayacağız, bundan emin olabilirler. Çünkü onlar, iyi yürekli ve özverili bir oğuldan geriye kalan tek şey. Ayrıca bu tüyler bize yiğit olmayı, iyi yürekli olmayı da öğretecekler.’ ”

Bu sahte soy üretme mevzuuna yine Küçük Karabalık masalında bir gönderme yapar Behrengi:

“Küçük Karabalık, gölcükte kurbağa yavrularıyla karşılaşır. İribaşlar görünce bizim balığı alaya alırlar.

‘Şuna bak ne de kılıksız bir yaratık’ derler. Bizim cesur balık şaşırır bu alaya.

‘Ne var alay edecek? Adım Küçük Karabalık, dünyayı gezmeye çıktım. Siz de adınızı söyleyin tanışalım.’

İribaşlardan biri: ‘Biz birbirimize iribaş deriz.’

Öbürü:

‘Soylu sopluyuz biz...’

Başkası:

‘Bizden güzelini analar doğurmamış.’

Bir başkası:

‘Senin gibi çirkin ve kılıksız değiliz yani.’

Küçük Karabalık:

‘Kendinizi bu kadar beğenmenize şaşırdım doğrusu. Neyse hoş görüyorum. Görgüsüzlüğünüzden olmalı.’

İribaşlar hep bir ağızdan:

‘Biz görgüsüz müyüz yani?’ deyince, Küçük Karabalık:

‘Görgüsüz olmasaydınız, herkesin kendine özgü, beğenilen bir yanı olduğunu bilirdiniz. Hem sonra siz neye güveniyorsunuz? Adınız bile uyduruk’ der.”

Behrengi masallar yoluyla iktidarın baskısını kırmaya çalışırken masalları hayal ürünü olmaktan çıkarıp birer ahlak hatta yeni ahlak arayan yeni insan tipolojisi içinde örnekler sunmuştur.

“Ahlak nedir?” diye sorar sanki Behrengi. Hırsızlık nedir? Haram nedir? Bunların hepsini masallarda bir bir yıkar ve yeni ahlakı muştular bize.

Ulduz ve Kargalar masalında şöyle söyler örneğin:

“ ‘Niçin hırsızlık yapıyorsun anne karga? Günah değil mi?

Anne karga, şöyle cevap verir Ulduz’a:

Çocuk olma canım benim, günah nedir? Hırsızlık yapmayayım günah diye, peki o zaman ben ve çocuklarım açlıktan ölürsek ne olacak? Asıl günah bu değil mi canım? Günah nedir?’ ”

Başka bir yönden ölüm ve hayat hakkında bize başka ipuçları verir Behrengi... Günümüzün narsis insanına bir şamar gibidir söyledikleri aslında. Sadece kendi yaşamını kutsal sayan narsis insan için başkalarının hayatının hiç önemi yoktur. Ama Behrengi bunun da cevabını verir:

“Yavru kargayı kurtarmak için Ulduz ve Yaşar plan yaparlar ve şöyle diyalog geçer aralarında: Yaşar ‘Var mısın şu köpeği öldürelim?’

Ulduz şaşkın: ‘Köpeği mi öldürelim?’

‘Evet, öldürelim. Böylece kurtulmuş oluruz ondan.’

‘Korkuyorum.’

‘Korkma, ben öldürürüm.’

‘Peki ama günah değil mi?’

‘Ben günahın ne olduğunu bilmiyorum’ dedi Yaşar. ‘Hem başka yolumuz yok.’

‘Ama köpek amcamın.’

‘Amcanınsa ne yapalım yani? Hem söyle bakalım, amcan bu köpeği sizin eve niçin getirdi? Seni de, yavru kargayı da korkutmak için getirmedi mi?’ diye sorar ve aralarında bir süre daha konuşma geçer.

‘Dinle bak, ne de olsa acıyorum şu köpeğe’ der Ulduz.

Yaşar cevap verir: ‘Acımak mı? Hem haksızlığa karşı çıkmaya kalkıyorsun hem de bu işi yaparken haksızlık edenlere acıyorsun. Böyle şey olmaz! Hem sanki ben öldürmeye pek mi meraklıyım? Ama başkalarına zarar veren bu köpeği ortadan kaldırmalıyız. Başka çaremiz yok. O zaman acımak da yok. Tamam mı?’ ”

Çok net değil mi ama? “Başkalarına zarar veriyorsa asıl ahlaksızlık onu yaşatmaktır” demek istemiyor mu? Bir masal kitabında bütün ahlaki yargıları yerle bir edip çok net yeni bir ahlak yaratmaya çalışıyor.

Ülkemizde çok bilinen Keloğlan masalı, aslında İran’da da çok meşhurdur. Ve bir Keloğlan masalından hem ekonomi, politika öğreniyoruz hem de ahlak hakkında bizi ters köşe yapıyor.

Bir gün Keloğlan yiyecek bulmak için dışarıya çıkacaktır, anası da açtır kendi de.

“Haram mala el uzatmayacağına ant iç” demiş ana.

“Olur” demiş Keloğlan. “Harama el uzatmayacağım.”

Birkaç mahalle ötede kumaş üreticisi Hacı Ali’nin konağının önünden geçiyormuş. Adamın birkaç fabrikası, yüzlerce işçisi, uşağı, hizmetçisi varmış:

Keloğlan yürürken kendini sınamış.

“Düşün bakalım kel başım, şu Hacı Ali’nin malı helal mi, haram mı? Sor kendine, bunca parayı nereden buldu diye.”

“Fabrikalarından.”

“Çalışarak mı?”

“Yo, o parmağını bile kıpırdatmaz, yalnızca kazancı toplar, yan gelip yatar, keyfine bakar.”

“Peki, kim çalışıp kazancı sağlar? Ha? Kelciğim saksını çalıştır? Doğru yanıtı bul, işçiler çalışmazsa fabrikanın durumu nice olur?”

“Ne olacak! Elbette kapanır.”

“Sor bakalım kendine, kapanınca da kazanç sağlanır mı?”

“Gereği düşünüldü. Soru ve yanıtlardan elde ettiğimiz sonuca bakılırsa, işçiler çalışır, kazanç Hacı’nın cebine akar, Hacı onlara azıcık ücret verir. Öyleyse Hacı’nın malı mülkü kendinin değildir, bana da helaldir!”

Yazıyı yine bir Küçük Karabalık alıntısıyla sonlandıralım o halde. Küçük Karabalık herkesin “Aman ne sevimli”diyeceği bir masal değil, oldukça sert ve bir o kadar da kendi içinde tutarlı ve net bir masaldır da.

Küçük Karabalık’ta şöyle söyler Behrengi:

“Yaşam sadece bir avuç suyun ardı sıra dolaşarak zaman doldurmak mı gerçekten? Öğrenmek istiyorum. Yoksa başka türü de var mı şu dünyada?”

Behrengi hayal kurmuyor, soruları var ve sorularının cevabını bulmak için de bir yola çıkıyor. Boş bir hayale takılıp kalmıyor. Sonra yolda birçok olay geliyor başına yeniyi ararken. Pelikan onunla birlikte birçok küçük balığı kesesinde tutsak etmiştir. Küçük Karabalık’ı öldürürlerse bütün balıkların serbest kalacağını söyler.

Küçük Karabalık diğer balıklara seslenir: “Korkaklar! Bu zalim kuşun sizi bağışlayacağını mı sanıyorsunuz? Ne yalvarıp duruyorsunuz?”

Masalımızda Küçük Karabalık hançerini çıkarır ve pelikanın kesesini keser. Diğer balıklar pelikana kanıp yem olmuşlardır ama bizim balık kendini kurtarır.

Sonra karabatak çıkar karşısına. Karabatak yutmuştur Küçük Karabalık’ı. Orada başka küçük bir balıkla karşılaşır. Sonrasında şöyle söyler: “Ben karabatağı öldürüp tüm balıkları onun zulmünden kurtarmayı tasarlıyorum.”

Sonunda Küçük Karabalık ölür ama arkasında bir söz bırakır:

“Artık ölüm korkutmuyor beni, ama hayattayken de onu arayacak değilim. Ölümle karşı karşıya gelince –ki bu sık sık oluyor– kaçınılmaz bir gerçekle yüz yüze geleceğim. Ama önemli olan bu değil. Önemli olan, benim yaşamımın ya da ölümümün başkaları üzerinde bıraktığı etkidir.”

Gelelim çizgi romana... Aslında bu yazıyı yazma fikrini bana Şule Akşun’un Dünyayı Küçük Karabalıklar Kurtaracak kitabıyla birlikte yine geçtiğimiz günlerde Baobab Yayınları’ndan çıkan İran Usulü Metamorfoz çizgi romanı verdi. İranlı bir çizerin hikâyesini anlatan kitabı çizgi roman severlere muhakkak tavsiye ederim.

Yazıda yer alan Samed Behrengi masalları İldeniz Kurtalan çevirilerinden alınmıştır.

Instagram

Twitter

Facebook

Popüler İçerikler

Icardi'nin A Milli Takım Forması Giymesi İçin CİMER'e Başvuruda Bulunuldu!
Demet Akalın 'Laiklik' Açıklamasıyla Gündem Olan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'e Ateş Püskürdü!
ATM’lerde 200 TL Krizi: Fatih Altaylı’dan 5 Bin Liralık Banknot Önerisi
YORUMLAR

okumadım ancak ırkçılık yapılmasından çok rahatsız oldum. balıkların derisinin rengi yüzünden ayrışıtırılması çok tehlikeli ve üzücü.

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ