Ertürk Akşun Yazio: Çanlar Bu Kez Kimin İçin Çalıyor?

“Ben başkaları için acı çektim, bütün iyi insanlar gibi.”

– Ernest Hemingway

Yirmi üç yaşındaydım. Heyecanlı, delidolu, hevesli ve fişek gibi... Dünya değişmek için beni bekliyordu adeta, ben de kendimi bu değişime hazırlıyordum. Yutarcasına kitap okuyor, okuyarak öğrendiğim ya da duyduğum her şeyi birileriyle tartışıp hayata geçirmek istiyordum. Bu duygularla İstanbul’a, savaşın anavatanına gelmiştim taşradan.

Ünlü bir film repliğindeki gibi bu şehre yenilmek için değil, şehri yenmeye gelmiştim. Bana göre bir film repliğinin kalabalık kitlelerin hafızasına bu denli kuvvetli şekilde kazınması, gerçeği fazlasıyla yansıttığını gösteriyor.

Gerçek her zaman güçlüdür.

İstanbul’a dışarıdan gelenler sanırım çoğunlukla bu duyguyu yaşıyor içlerinde. Şehre girer girmez kocaman bir savaş alanı görüyor dışarıdan gelen... Kendisi bir sinekten farksız kalıyor gördükleri karşısında. Acziyetinin verdiği korkuyla “Sana yenilmeyeceğim İstanbul!” diye bağırıyor bas bas.

Aslında korkunun çığlığıdır bu.

12 Eylül darbesiyle içeri tıkılmış bütün devrimcilerin bir bir tahliye edildiği, sol

hareketin yeniden canlanmaya başladığı dönemde geldim İstanbul’a. Diğer tarafta reel sosyalizmin temsilcisi olan Sovyetler Birliği, sosyalizmden vazgeçmiş, dünya tek kutuplu bir hal almaya başlamıştı. 1990’lı yıllardı.

“Postmodernistler” ve “Sivil Toplumcular” dediğimiz “Açık Toplumcular” göbek atıyorlardı.

Tanıdınız değil mi açık toplumcuları?

Sonraların yetmez ama evetçileri...

Ünlü think-tankçiler o dönem Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası, Fukuyama’nın Tarihin Sonu mu, Huntington’ın Medeniyetler Çatışması

kitaplarını piyasaya çıkarıp tek kutuplu dünyanın ve küreselleşmenin zaferinden dem vuruyorlardı. İşte biz böyle bir ortamda yeniden yeniyi aramak ve yeni insanı bulmak için yola çıkıyorduk. Biz genç solcular hiç istemediğimiz bir döneme doğmuştuk.

Peki bütün bunları neden anlatıyorum?

Çünkü birazdan anlatacaklarımın doğru anlaşılması açısından çok önemli detaylar bunlar...

O günlerdeki ruh halim okuma listemi de etkiliyor, okuduğum kitabın içinden aldığım bilgiyi ve heyecanı da değiştiriyordu.

Çağan Irmak’ın Ulak filminde şöyle bir diyalog vardır, hatırlayacaksınız:

“Masal sadece anlatana ait değildir, dinleyene de aittir. Bir masalın anlattıkları masalı dinleyenler tarafından hayata geçiriliyorsa işlerlik kazanıyor.”

Toplum –yani okur– okuduğu kitabı değiştirip, hayata adapte ediyorsa, değişime katkı sağlıyorsa bu kıymetli bir kişisel devrim sayılır. Yani her zaman hep söylediğim gibi kitaba sadece yazarı değil okuyucusu da değer katar. Dolayısıyla okur büyüdükçe, değiştikçe hep okuduğu o aynı kitap da değişir. Bu büyük değişimin nasıl olabildiğini göstermek için yazıyorum bunları. O zamanlardaki ben ile şimdiki benin farkını, o zamanki algım ile şimdiki algımı, bu değişimi fotoğraflayabilmek için anlatıyorum.

İşte tam da o yıllarda okumuştum Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanı ile Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don eserini...

İspanya İç savaşı’nı anlatır Çanlar Kimin Çalıyor. Amerika’da İspanyolca öğretmeniyken cumhuriyet için savaşmaya karar veren adam, İspanya’ya

gelir ve bu uğurda mücadele vermenin ne kadar devrimci bir seçim olduğunu anlatır.

İlk okuduğumda Ve Durgun Akardı Don kitabını Bolşevik tarihini anlamak için okumuştum. Lenin’in bir devrim yaratırken eski sınıfla verdiği mücadeleyi, bir Kazak köylüsünün gözünden okuyup anlamak istedim. Yine bir iç savaş ortamından söz eden bu romanla Sovyetler Birliği tarihini öğreneceğimi düşünüyordum o zamanlar.

Yıllar sonra bir gün epeydir aklımda dolaştırdığım bir konunun romanını yazmayı karar verdim. İki yıl önceydi, 1978 kuşağının romanını yazma düşüncesindeydim. O yüzden iç savaş üzerine yazılmış romanları irdelemeye başladım. Yazmak istediğim “1978 Kuşağı” iç savaşın çocuklarını anlatan bir roman olacağı için, hem teorik açıdan yeni bilgilere sahip olmam hem de dönemin duygu dünyasını anlamam gerekiyordu. Bu yüzden başladım iç savaş romanlarını yeniden okumaya...

Gençlik yıllarımda okuduğum kitaplara yeniden geri döndüm. Dolayısıyla Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don serisinin dört kitabını bir kez daha okudum. Arkasından Çanlar Kimin İçin Çalıyor geldi.

İyi romanları ilk kez okurken daha çok duygusuna ve akışına kendimi bırakıp bir rüya âlemindeymişim gibi okurum. Benim için asıl okuma hep ikinci okumalardır. O yüzden sevdiğim romanları mutlaka bir kez daha okurum. Elbette araya birkaç yıl, hatta birkaç on yıl ekleyerek.

Bir iç savaş romanı olarak Ve Durgun Akardı Don’un yerine sanırım hiçbir edebiyat eseri konamaz. Hâlâ bu fikirdeyim. Yirmili yaşlarda yazdığı bu büyük epik eser sonrasında Şolohov’a 1965 yılında Nobel Edebiyat Ödülü verildi. Soğuk savaş yıllarında Nobel Edebiyat Ödülü Sovyetler karşıtı eserlere (Boris Pasternak’ın Doktor Jivago, Aleksandr Soljenitsin’in İvan Denisoviç’in Bir Günü, Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği kitapları gibi) verilirken neden Şolohov’a da verildiği ilginç bir durumdu. Konuyu araştırıp yazan arkadaşlardan okumak ne güzel olurdu aslında. Güzel bir tartışma konusu bence...

1917 Ekim Devrimi’nden sonra üç yıl boyunca Kızıl Ordu ile Beyaz Ordu arasında yaşanan uzun bir iç savaş döneminin anlatıldığı bu roman, yaşananların Kazaklar arasında, halkın en alt tabakasındaki yansımasını gözler önüne serer. Bu savaşı deneyimleyen insanların ruh halini popülariteye hiç kaçmadan, olduğu gibi aktaran uzun soluklu bir yapıttır.

Hikâyenin kahramanı ise bir Kazak köylü olan Vyeşenskaya’da yaşayan Gregor Melehov’dur.

Beyaz Rus Ordusu’nun 1920’de Kızıl Ordu’ya karşı kesin yenilgisinden sonra Beyaz Ordu’nun Türkiye’ye getirilmesini Agafya isimli romanımda

anlatmıştım zaten. Konuya fazlasıyla hâkimdim yani. Ekim Devrimi’ndeki iç savaşı anlatan şahane bir eserden sonra bu kez İspanya İç savaşı üzerine yazılmış başka bir önemli romana geldi sıra...

Çanlar Kimin İçin Çalıyor.

Yirmi beş yıl önce okuduğum kitabı şimdi yeniden okuyacaktım ama bunu yapmadan önce bir şeye bakmak istedim. Yirmi beş yıl önce okuduğum bu kitaptan bana neler kaldı?

Dolayısıyla kitabı yeniden okumaya başlamadan önce hafıza bankama gidip konuyu kurcalamaya başladım.

“Gerçek okuma, tekrar okumaktır.”

*

Yirmi beş yıl önce okuduğum romanla ilgili neler hatırlıyorum?

Bir mağara hatırlıyorum mesela... Faşistler tarafından tecavüze uğramış bir kız... Saçları kökünden kazındığı için yeni çıkan kısacık saçlarından dolayı kıza Kırpık saçlı Kız dediklerini hatırlıyorum. Bir iç savaş romanı olduğunu hatırlıyorum. Devrimci bir adam hatırlıyorum. Hayatını feda edecek kadar idealist bir devrimci...

Yirmi dört, yirmi beş yaşlarında okuduğum romanla ilgili hatırladıklarım bunlar... Siyasetin içinde, hayatı devrim olarak gören bir gençtim. Sanırım bu yüzden aklımda en çok o idealist devrimci kalmış... Sonunun hüzünlü olduğunu hatırlıyorum. Hatta sanırım sonunda ağladım.

Yüksek ihtimalle bu kitaptan bende kalan bu tortular sayesinde Ve Kızın Adı Gece adlı romanımın ana fikrini yakalamış olmalıyım. Ne de olsa insan, birikimlerinin ve aklında kalan tortuların toplamıdır.

Romanımın ana fikrini iki repliğin içinde birer cümle halinde kullandım:

“Hayat gerektiği zaman ona tekme atabilmeyi göze alabilenlerin hakkıdır.”

“Başkaları için ölümü göze alamıyorsan çok da yaşıyor sayılmazsın.”

Şimdi gelelim aynı romanı yirmi beş yılın ardından tekrar okuyunca neler olduğuna...

Agafya’yı yazarken o dönemle ilgili kaleme alınmış anı kitapları arıyordum. Döneme tanıklık edenlerin anılarından faydalanmanın, yazacağım romana gerçeklik kazandıracağını düşünüyordum. Bana göre tarih içinde yaşanılan zamanda değil de sonrasında yazıldığında anlam kazanıyor. Yaşarken olayların sıcaklığıyla çoğu zaman objektif olunamıyor.

Agafya romanımın hikâyesi 1920’li yıllarda geçiyor. İşgal altındaki İstanbul’da... Dönemle ilgili okumalar yaparken karşıma yine Hemingway çıkmıştı ama bu kez gazeteci kimliğiyle...

Birinci Dünya Savaşı sırasında gazeteci olarak İstanbul’a da gelen Hemingway, bu sırada pek az bilinen bir kitabını kaleme alıyor. İşgal

İstanbul’u ve İki Dünya Savaşı adıyla sonrasında yayımlanıyor. Kitap içerik olarak Hemingway’in bir muhabir olarak izlediği savaşlardan kesitler veriyor.

Hemingway neredeyse bütün savaşlarda bulunmuş. Birinci Dünya Savaşı sırasında İtalyan ordusu bünyesinde savaşan Amerikalı bir teğmenin hikâyesini anlattığı Silahlara Veda önemli eserlerinden bir tanesi kuşkusuz. Yazarın kendi hayatından aktardığı izlere romanlarında rastlamak kadar onun düşünce dünyasındaki gelişimi de izleyebiliyor olmak çok heyecan verici.

Silahlara Veda romanı 1929 yılında yazılıyor. O dönem yazarın kafası henüz fazlasıyla bireyci... Tıpkı romanın kahramanı Frederic Henry gibi...

Frederic Henry, sevgilisi Catherine Berkley ile tanışmadan önce hayatını gündelik yaşayan, cephede sadece kendisine verilen görevi eksiksiz şekilde yerine getirmeye çalışan, cephe dışındayken arkadaşı Rinaldi ile eğlence hayatının içine atılan bir tip.

Catherine’le tanıştıktan sonra hayatı tamamen değişir. Artık bir gelecek kaygısı vardır. Etrafındaki insanlara karşı daha duyarlı olmaya başlamıştır. Giderek savaş konusundaki fikirleri de değişir. Artık daha hümanisttir ve duygularıyla hareket ediyordur.

Buna karşılık Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında karşımıza çıkan kahramanı Robert Jordan ne istediğini bilen, ne için savaştığının farkında bir idealisttir. Belli ki yazar da kafasının içindeki düşünceleri konusunda netleşmiştir artık.

Amerika’da İspanyolca öğretmenliği yapan Robert Jordan, bile isteye İspanya İç savaşı’na katılmaya gelir. Bilinci yerindedir ve seçimleriyle karakterini belirlemektedir. Kişinin karakterini sadece davranışları yansıtır.

Kitabın iç savaşla yüzleştiği bölümüne geçmeden önce yine tartışmaya açtığı mülkiyet kavramı üzerinde duralım biraz.

“Benim için en önemli olan şey burada rahatımızın bozulmaması” diyor romanın kahramanlarından Pablo. “Burada, yanımdakilere ve kendime karşı sorumluluğum var.”

Anselmo: “Kendine. Evet” dedi. “Uzun zamandır kendine. Kendine ve atlarına. Atların olmadan önce bizimleydin. Şimdi kapitalistin biri olup çıktın.”

Hikâyenin başında bir çete lideri olan Pablo’nun sadece birkaç at sahibi olduktan sonra nasıl mülkiyet düşkünü birine dönüştüğü anlatılıyor. Mülkiyetin insanı kirleten bir şey olduğunun altı çiziliyor romanda. İlk çiti çeken kişiyle başlayan mülkiyetçilik, insanoğlunun hayatına bir mıh gibi kötülük olarak çakılıyor maalesef.

Bu kısacık diyaloğun finale kadar taşınması ve finali de etkilemesi elbette Hemingway’in yazarlık başarısıdır. Yaşamı, evrensel değerleri, iç savaşı, insanın savaştaki rolünü ve hayatın değerini tartışırken mülkiyet kavramını da sorgulamadan geçmemesi çok kıymetli...

Ama bu yazıda özellikle “iç savaş ve “hayatın değeri” konularını bu kitap üzerinden tartışmak asıl amacım. Konuyu beğenmeyenler için yazının devamını okumak gereksiz kaçabilir. Şimdiden uyarayım.

İlk bölümde iç savaş ve iç savaşın yansımaları üzerinde durulurken ikinci bölümde (uzunca bir bölüm) “Hayatın değeri nedir, hayatın değerini fazlaca mı abartıyoruz, çağımızın sorunu narsisizmin sebebi hayatı fazla ciddiye almamız mı?” gibi soruları sizinle birlikte tartışmak istiyorum.

İçsavaş konusunda dört kitaptan bahsedeceğim özellikle. Birisi bu yazının konusu olan Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Durgun Akardı Don, Pereira İddia Ediyor ve son olarak Lizbon’a Gece Treni. Bu dört kitaba konusu ve içinde geçtiği dönem bakımından içsavaş romanları yakıştırmasını yapabiliriz.

Ama öncelikle iç savaş hakkında konuşmamız gerekiyor.

Üç çeşit savaş biliyoruz aslında. Birincisi kelimenin tam anlamıyla ilk akla gelen sıcak savaş... Devletler arası yaşanan savaşlar... Bu tür savaşlarda ölenler ve öldürülenler birbirleri hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Öldürenler kimi öldürdüklerinin farkında bile değil... Canını aldığı insanlar kimdir, ne yerler, ne içerler, nerede nasıl yaşarlar, iyi komşular mıdır, değiller midir, neşeliler midir, hüzünlüler midir, çalışırlar mı, çalışmazlar mı?

Hiçbirini bilmezler.

Sadece öldürürler veya sadece ölürler. Öldürürken de ölürken de pek bir şey hissetmezler. Bildikleri tek bir şey vardır:

Birlikte ölüme gitmenin, yalnız ölmekten daha kolay olduğu... İşte bunu gayet iyi bilirler sürüler halinde ölüme giden askerler.

İkincisi soğuk savaş... Öldürmek yok, yaralamak yok ama beyinlerin çürütülmesi var. Karşı tarafı ideolojik olarak safsatalarla boğmak, kendi toplumunu cahilleştirmek var soğuk savaşın temelinde. Çünkü toplumsal cehalet için, öncelikle yönetenlerin cahilleşmesi gerekir. Ancak bir cahil, yönettiği toplumu istenen düzeyde cahilleştirebilir. Cahil olmadan cahilleştirmek zordur.

Üçüncüsü ise bizim asıl burada tartıştığımız iç savaş... Her sabah selamlaştığın, her akşam çorbasını götürdüğün, çocukluğundan beri tanıdığın insanı öldürmek demektir iç savaş... Hatta bazı durumlarda aynı evde yaşadığın insana düşman olmaktır ve onu gerekirse öldürmektir. En acımasız savaştır bu. Öldüreni de yaralar, öldürüleni de.

İç savaşları diğer savaşlardan ayırmak sanıldığı kadar kolay değil. İç savaş sınırı, demokrasinin en hayati kanalıdır. “Sine qua non” diyebiliriz yani.

Aynı zamanda demokrasiyi ortadan kaldıran mekanizmalara da sahiptir iç savaş. Demokrasiyi geçici, marjinal ve frajil yapan da işte budur. Demokrasi için gerekli olan iç savaş, aynı zamanda demokrasinin katilidir.

Öyleyse iç savaşta istikrarsız bir istikrar vardır ve buna sınırını da katabiliriz. Çünkü egemen otoritenin, iç savaş ihtimalini de, aslı her ne kadar uzak olursa olsun, iç savaş saydığını biliyoruz.

İç savaş daha muğlaktır. Taraflar da tarafların içi de karışıktır.

İç savaş aynı zamanda ideolojik bir savaştır da: Baskı, candan çok beyni hedef alıyor.

İç savaşlarda şiddet bir ideolojiyi yerleştirmek içindir.

İç savaşlarda ölüm korkusu zenginliği artırmakla aynı oranda artar.

Yalçın Küçük, yakın Türkiye tarihinde üç tane iç savaş tespit eder.

Bir tanesi 1806-1826 Vaka-i Hayriye ile sonlanır ve bununla birlikte Osmanlı, Aydınlanmacı bir döneme girer.

İkincisi 1906-1926 yılları arasında Kemalizm’in kurulmasıyla son buluyor. Bu çok önemli bir tespittir. Kemalizm, İstiklal Mahkemeleri’yle tüm muhaliflerini saf dışı bırakmasıyla birlikte iktidarı tam anlamıyla ele almış ve kendi kafasındaki cumhuriyeti kurmaya başlamıştır.

Yalçın Küçük’e göre üçüncü iç savaş 1966’da başlamış ama bitimine net bir çizgi çekilemiyor. Sonucunda gericilik yerleştirilmiş, ilk cumhuriyet yıkılmıştır diyor.

Araya ben bir ek yaparak üçüncü iç savaşın 1966’da değil 1975 gibi başlayıp 1985 gibi son bulduğunu söylemek istiyorum. Benim tezime göre bu üçüncü iç savaş sadece Türkiye’de değil, aynı yıllarda tüm dünyada bir iç-savaş olarak başlamıştır. Benim tezime göre 1950’lerden itibaren dünya devrimler çağına girmişti. Her yerde her gün bir devrim patlak vermekteydi. Küba, Mısır, Libya, Suriye, Irak, Şili ve birçok Afrika ülkesi vs.

Dünya sistemi bunu önlemek için bir iç savaş taktiğine geçmiştir. Felsefi olarak bunu postmodern felsefeyle desteklemiştir. Bu konu tez doğrultusunda 1975-1985 arasında sürdürülen dünya iç savaşı Yeni Ortaçağ’ı yaratmıştır. Tam otuz beş yıldır karanlık bir çağda yaşamaktayız.

Her iç savaş sonlandığında rejimlerde büyük değişimler olur.

Benim tezime göre ayrıca Türkiye’de 1990’larda başlayan bir iç savaş daha vardır.

İç savaşın en belirgin özelliklerinden biri de aydın kırımıdır. Aydınların öldürülmesiyle birlikte topluma işaret verilir. 1990 ile 1997 arasında öldürülen aydınları hatırlamak, iç savaş işaretlerini sorgulamamıza yardımcı olabilir:

Bahriye Üçok 1990

Muammer Aksoy 1990

Çetin Emeç 1990

Musa Anter 1992

Uğur Mumcu 1993

Halen en çok hatırladığımız isimler oldukları için andım isimlerini...

3 Kasım 1996’da meşhur Susurluk kazasıyla bu iç savaşın bittiğini söyleyebiliriz. Devletin çok fazla ileri gittiği, iç savaşta kullanılmaktan kirlenmiş uçlarını törpülemeye yani restorasyona gittiği süreç olarak değerlendirebiliriz bu dönemi. İşin bu kısmını değerlendirmek konuyu çok uzatacağı için burada bırakıyorum.

Hemingway’in romanına geri dönelim o halde...

Amerika’da öğretmenliği bırakarak İspanya İç savaşı’na gelen Robert Jordan, kendini bir dünya vatandaşı sayarak faşist Franco ile Cumhuriyetçiler arasındaki iç savaşa taraf olarak girer. Sonrasında İspanya’nın dağlık bir bölgesine demiryolu köprüsünü uçurmak için gönderilir. Dört gün içinde geçen bu hikâyede Jordan, bölgedeki köylülerin arasındayken hem kendini sorgular, hem savaşı, faşizmi ve aşkı sorgular.

Romanın kahramanlarından biri olan yaşlı köylü Anselmo üzerinden kendi fikirlerini şöyle ifade eder yazar Hemingway:

“Bir piskopos bile öldüremem ben. Ne türden olursa olsun, mal mülk sahibi birini de öldüremezdim. Bundan sonraki yaşamlarım boyunca onları, tıpkı bizim tarlalarda çalıştığımız gibi, tıpkı bizim dağlarda odun kestiğimiz gibi her gün çalıştırırdım. Böylece insanın ne yapmak için yaratılmış olduğunu anlarlardı. Bizim uyuduğumuz yerde uyumaları gerektiğini, bizler gibi yemeleri gerektiğini ama her şeyden önce de çalışmaları gerektiğini anlarlardı. Böylece öğrenirlerdi işte.”

Robert Jordan üzerinden de savaşı sorgulatır okura:

“Savaşın ağız kurutan, korkuyu silip atan, insanı arındıran esrikliğini öğrenmişsinizdir, dünyadaki tüm yoksullar için, tüm zorbalığa karşı, inandığınız her şey için, içinde yaşamak için eğitildiğiniz yeni bir dünya için savaşmışsınızdır.”

İç savaşların şöyle kötü bir huyu vardır: Uzadıkça düşmana benzemeye başlarsınız. O ilk zamanlardaki ulvi amaçlarınız, istemediğiniz araçlara teslim olur ve sona yaklaştıkça bir de bakmışsınız ki savaştığınız düşmana benziyorsunuzdur. Bu yüzden iç savaşların ideali kısa sürmesi ve sonuca ulaşmasıdır.

Robert Jordan dedesinin izinden gitmeye çalışıyordur. Ondan dinlediği Amerikan İç savaşı’yla ilgili anılar kitap boyunca aktarılıyor. Dedesinin haklı olarak Amerikan İç savaşı’na “isyan savaşı” adını verdiğini söylüyor. Birçok iç savaş aslında bir isyan savaşı olarak başlar.

Romanın ana karakterlerinden biri olan Kırpık Saçlı Kız, annesiyle babasının kurşuna dizildikleri anı şöyle anlatır:

“Dinle bak. Seni de beni de etkileyen bir şey anlatacağım. Matadero’daki kurşuna dizme işinden sonra bizi, olayı gören ama kurşuna dizilmeyen akrabaları alıp o sarp tepedeki Matadero’dan kasabanın meydanına getirdiler. Hemen herkes ağlıyordu; ama kiminin gördüklerinden dili tutulmuş, gözyaşı pınarları kuruyup kalmıştı. Ben de ağlayamıyordum. Olan bitenleri fark etmiyordum, çünkü gözlerimin önünde bir tek ananla babamın kurşuna dizildikleri an vardı, bir de annemin, ‘Yaşasın bu köyün Belediye Başkanı olan kocam’ diye bağırışı, kafamın içinde bitip tükenmeksizin yinelenen bir çığlık. Annem Cumhuriyetçi değildi, o yüzden ‘Viva la Republica’ demezdi, ancak orada, yüzükoyun, anamın ayakları dibinde yatan babama Viva diye bağırmıştı.”

İç savaş’ta ölenler ve öldürenler hep yakın, aynı kasabanın içinde birlikte yaşamış insanlar arasında...

Çorum olayları sırasında çatışmanın ortasında kaldığımda on bir yaşında bir çocuktum ben de. Yıllardır birlikte top oynadığım arkadaşım bir günde düşmanım oluvermişti. Babasının sahte ihbarı üzerine benim babam tam sekiz ay işkence gördüğü bir cezaevinde yattı. Yine mahalleden başka bir tanıdığımız bizim mahalleyi terk etmek zorunda kalmamızdan sonra evimizi ateşe verdi.

İç savaş budur işte. Ve Durgun Akardı Don’da da köyün içinden akrabalar kısa sürede Bolşevik ve çar yanlısı oluveriyorlar. İçki içtikleri kapı komşuları birbirini öldürmeye başlıyor. Ve Durgun Akardı Don eninde sonunda iki ideoloji arasında sıkışıp kalmış bilinçsiz köylülerin hikâyesidir.

İç savaşta taraflar belirsizleşir ve birbirine karışır. Taraf olanların tarafı da hızla değişebilir. Bugün devrimci saflarda yer alanlar yarın bir de bakarsınız ki devlete çalışan ihbarcılar olmuşlardır.

Tıpkı Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanındaki Pablo gibi...

Cumhuriyetçilerin safında yer alan Pablo, gerilla devrimine en büyük ihaneti yapar bir süre sonra.

İç savaşlarda zaman kavramı değişir, hızlanır, çok hızlı akmaya başlar. Robert Jordan köprüyü uçurmak için geldiği dağlarda Kırpık Saçlı Kız’la tanışır. “Tavşan” der ona. Ömrü boyunca yaşayabileceği her şeyi dört güne sığdırır. Dört gün içinde her duyguyu yaşarlar. İç savaşlarda her duygu gerçektir ve zaman fazlasıyla süratlidir.

Antonio Tabucchi’nin Pereira İddia Ediyor romanını da eskiden okumuş ve çok etkilenmiştim. Portekiz’deki Salazar faşizmi ve içsavaş günleri anlatılıyordu bu kitapta... Salazar döneminden söz eden bir kitap daha var ki

son zamanlarda okuduğum iyi romanlardan biri diyebilirim: Lizbon’a Gece Treni...

Bu ikisinden de ayrıca bahsetmek istedim. Çünkü hem aynı yılları anlatıyorlar hem de aynı coğrafyada geçiyor öyküleri... Avrupa’daki faşizmin ayak sesleri adeta...

Pereira İddia Ediyor yakın tarihte çizgi roman olarak basıldı. Romanın arka kapak yazısını olduğu gibi aktarmak isterim. Çok etkileyici:

“Yıl 1938. Lizbon. İspanya’da iç savaş, İtalya’da faşizm, Portekiz’de Salazar diktatörlüğü. Bir akşam gazetesinin kültür sayfasını hazırlayan Pereira’nın ‘ölümcül’ bir gazetecilik anlayışı vardır: Ölmüş yazarlarla ilgili anma yazılarına ve yaşayan yazarlar için önceden yazılmış ölüm yazılarına meraklıdır. Tıpkı kendi yaşamının da geçmiş ve anılar üstüne kurulu olması gibi. En yakın dostu, ölmüş karısının resmidir. Monteiro Rossi adında bir delikanlı ve sevgilisi Marta’yla tanışması, yaşlı gazetecinin yaşamını temelden değiştirecek, onu içsel bir olgunluğa, acılarla yüklü bir bilinçlenmeye yöneltecektir.”

Çizgi romanın arka kapağı ise aynen şöyle:

“İyimser bir varoluşçu çizgi roman, 1938 yılının Temmuz’unda, Salazar diktatörlüğünün hüküm sürdüğü Portekiz’in Lizbon şehri... Sıcaktan kavrulan bir şehirde, yaşlıca bir gazeteci olan Pereira, oldukça muhafazakâr bir gazete olan Lisboa’nın kültür-sanat sayfalarında 30 yıldır her gün yazmaktadır. Durgun yaşamına, bir gün hiç beklenmedik şekilde Francesco Monteiro Rossi adında bir adam girer. Pereira onu stajyer yazar olarak işe alır. Ancak genç yazar, Pereira’nın kendisinden yazmasını istediği isimler yerine, faşist rejimin düşmanı Lorca ve Mayakovski gibi yazarlardan bahseder. Pereira, bu tehlikeli iş arkadaşını kovmak yerine korur. Totaliter rejime ve sansüre karşı direnişin sembol eserlerinden biri olan Pereira İddia Ediyor, diktatörlük baskısıyla yaşayan bir adamın bilinçlenme yolculuğunu anlatıyor.”

Bu örneği vermemin bir diğer nedeni, aynı eseri sinema filmi veya çizgi roman olarak okumakla, roman olarak farkını ortaya koymak.

Bir edebiyat eseri her okuyucu için başka bir yaratım sürecidir. Romanda bahsedilen bir karakter ya da bir mekân her okurda başkadır. Okuyucunun kendi birikimi bu sahneleri yaratımını özelleştirir. Sinemada veya çizgi romanda bize sunulan her şey, yönetmenin kendi yorumu, birikimi ve özelleştirmesidir.

Pereira İddia Ediyor’un romanından daha çok etkilenmiştim tabii ki. Çünkü kendi hayal gücüm ve kendi anlamım devredeydi. Çizgi roman olarak okuduğumda ise çizerin gözünden olayları ve olayların altında yatan derinliği okumak elbette çok doyurucu gelmedi. Yine de mutlaka okunması gerekir tabii.

Lizbon’a Gece Treni de Salazar dönemi iç savaşında devrimcilerin safında savaşan bir doktorun hikâyesidir. Bir gün bölgenin en azılı işkenceci komiseri kapısının önünde devrimcilerle girdiği çatışmada vurulur. Doktor bir karar vermek zorunda kalır. Arkadaşlarının kanıyla da elleri kirlenmiş bu adamı içeri alıp tedavi mi etmeli midir yoksa onu dışarıda bırakıp ölüme mi terk etmelidir? Bu iki duygu arasında gidip gelen doktor sonunda işkenceciyi içeri alır ve tedavi eder. Sonrasında arkadaşları ve devrimciler tarafından dışlanır.

İç savaş ikilemlerle de doludur gördüğünüz gibi... Eminim pek çok aydın bu ikilemi yaşamıştır.

Bu arada İspanya İç savaşı’yla ilgili kısa bir bilgi verip diğer konumuza gönül rahatlığıyla geçebiliriz.

17 Temmuz 1936-1 Nisan 1939 tarihleri arasında, demokratik seçimle İkinci İspanyol Cumhuriyeti’ne sadık Cumhuriyetçiler ile General Francisco Franco liderliğinde isyancı bir grup olan Milliyetçiler arasında yaşanmıştır. Savaşı Milliyetçiler kazanmıştır ve Franco, 1939’dan öldüğü yıl olan 1975’e kadar İspanya’yı yönetmiştir.

İspanya İç savaşı’nda tam 600.000 insan hayatını kaybetmiştir. İspanya İç savaşı sanki tarih sahnesinde bir ön-oyundur. Bitiminde uzun yıllar dünya faşizmin ayakları altında ezilecek, milyonlarca insan hayatını kaybedecek, birçok aydın, ilerici bu faşizm sayesinde hayatından olacaktır.

Gelelim roman üzerinden ikinci tartışma konusuna.

Hayatın değerini fazla mı abartıyoruz? “Ben” dediğimiz bizi modern insan haline getirdi ama biz fazla mı abarttık bu “Ben değerliyim!” konusunu?

Çağımızın sorunu narsisizmin sebebi hayatı ve “ben” kavramını fazla ciddiye almamız mı yoksa?

Akıl hep meraklıdır, öğrenmek ister. Merak diri tutar zekâyı. Kalp ise bambaşka yollardan öğrenir hayatı. Bilmek istemez, sadece hissetmek ister. Bilim ve sanat arasındaki ayrım gibi... Biri akılla tarif edilir diğeri duygularla...

Bir roman üzerinden konuyu tartışmak yepyeni düşünce kapıları açar önümüze.

Bilimsel yollarla da tartışabilirdik iç savaş meselesini ve “ben” kavramını. Fakat romanla konunun içinde duygularımızla yol almak bize başka anlamlar ve katkılar sağlayacaktır.

Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında Hemingway şöyle söyler:

“Ben başkaları için acı çektim, bütün iyi insanlar gibi.”

İyi insan olmak aslında kendini düşünmekle değil, başkalarını da düşünmekle ilgili... Başkaları için riski göze almakla ilgili değil mi?

“Bir yıldır inandığım şey için dövüştüm. Burada kazanırsak her yerde kazanırız. Dünya güzel ve uğruna dövüşülmeye değer...” der yazar kitabın finaline doğru. Evet, eğer İspanya’da gerçekten Cumhuriyetçiler kazansaydı Hitler faşizmi milyonlarca insanın başına musallat olmayacaktı.

Öyle bir çağa ulaştık ki artık başkaları için hiçbir şeyini feda etmeyen, bencil bir insanlıkla karşı karşıyayız. Gelin şimdi bu konuyu enine boyuna tartışalım.

Başkaları için ölümü göze alan insanların hikâyesi bitti, kendinden başkasını sevemeyen narsislerin hikâyesi başlıyor şimdi...

Buyursunlar!

***

Sistem, özellikle son otuz yıldır ideolojik aygıtlarını ve manipülasyon yöntemlerini son derece etkili şekilde ve hunharca kullanmaya başladı.

İnsanın en temel özgürlük tanımı; seçimlerini özgürce yapabilmesi üzerinden tarif edilebilir. Peki, biz seçimlerimizi gerçekten özgürce mi yapıyoruz?

Değilse bizim

yerimize seçimlerimizi kimler yapıyor?

Sorular basit ama cevapları hayli çetrefilli...

Eskiden düşmanın tanımı daha barizken şimdi düşmanın kim olduğu büyük bir bilinmez. Bu da özgürlük mücadelemizi hem zorlaştırıyor hem de tanımlanamaz hale getiriyor.

Konuyu uzun süredir düşündüğüm için yazdığım kitaplarda da aynı soruları sorup cevaplar bulmaya çalıştım. On Sekiz Saat adlı romanımda şöyle bir sahne vardır:

“Özgürlük senin seçtiğindir” dedi Melisa, gözlerini kardeşinin yüzüne ciddiyetle kilitleyerek. “Ama sen seçebildiğini sanıyorsun. Bu sadece bir iddia... Seçtiğini sandığın şeylerle kandırılıyorsun. Aç artık şu güzel gözlerini kardeşim. Bak bakalım seçimlerini sen mi yapıyorsun yoksa birileri seçmen gerekenlerin ne olduğunu belirleyip önüne mi seriyor? Sadece sana sunulanlar arasından seçim yapıyorsun. Hani hep diyorsun ya yakışıklı adam, yakışıklı adam. Düşün bakalım bu gerçekten senin yakışıklı adamın mı? Onu bile başkaları sunuyor sana. Seçmek özgürlük demektir. Seçmek sadece iyiyi değil, kötüyü de bilmesi demektir insanın.”

“Sistem sistem deyip duruyorsun da, sistem dediğin şey ne ola ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Kısaca cevaplamaya çalışayım.

Yıllarca çok kişiye “devlet” ile “hükümet”in aynı şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Devlet bir sürekliliktir, sistemdir, yapıdır. Hükümet ise bir uygulayıcıdır. Hükümetler değişir ama devlet ancak devrimsel hareketlerle değişir. Devleti anayasa gibi düşünün, hükümet ise sıradan kararnamelerdir.

1990’larda ulus devletlerin tamamen ortadan kalkmaya başlamasıyla birlikte küresel dünya kavramı ortaya atıldı. Küresel dünya, devletlerin yönetiminden çıkıp büyük şirketlerin yönetimi altına girmesi olarak açıklanabilir. Buna da bir isim düşünülmüş tabii:

Tekelokrasi...

Şöyle ki: Mobil şirketi bir Fransız şirketidir ama aslında o bir küresel dünya şirketidir. Ulus artık ortadan kalkmış, kendini belirli topraklarla sınırlı hissetmemektedir. Ordular (Fransız ordusu Ortadoğu’da Mobil’in haklarını korumak için savaşa dahil olur, silahını kullanır, askerinin ölmesini göze alır) artık büyük firmaların çıkarlarını koruyan bir özel tim gibidir.

Peki sistem dediğimiz şey devlet değil de büyük şirketler topluluğu ise işleyişi nasıldır?

Anayasası var mıdır?

Kurulları ve kurumsal yapısı var mıdır?

Sistemi büyük bir bilgisayar gibi düşünün, amorf bir yapı, sürekli kendini korumaya çalışan, kendi çıkarları için her şeyi yapabilen, hatta içinde çürümüş olanı ayıklayan, atan, satan, yeniden sürekli dizayn eden bir bilgisayar sistemi gibi. Bir nevi yapay zekâ...

Hem kendini korumaya çalışan hem de en yakınındaki diğer büyük şirketi batırmaya çalışan bir yapı...

Dışarıdan büyük bir tehdit aldığında yakınındaki düşmanıyla hemen işbirliği yapabilen bir yapıdan söz ettiğimizi de unutmayın. Görünmez bir el gibidir adeta... Merkezi yok, kuralları yok, ama kendi çıkarı için her şeyi yapabilen bir yapı.

Kimilerinin vahşi kapitalizm kimilerinin de emperyalist küresel yapı (tekelokrasi) diye tarif ettiği bir yapıdan bahsediyorum. Bu yapının kuralları ve kurulları yok ama kararları var. Çoğunlukla bilgisayar sistemi gibi sürekli yenileniyor, içinde de savaşıyor ve değişiyor.

Tek ilerleme noktası kendi yaşamını devam ettirmek ve kendi çıkarlarını korumak... Kendini korumak için içindeki en büyük yapıyı bile yiyebiliyor.

Sistemi kısaca tarif ettikten sonra konuya geri dönebilirim sanırım.

Sistemin bize sürekli pompaladığı iki olgu vardır: Mutluluk ve hayatın biricikliği...

“Mutluluk hazdır, haz için seks yapmak gerekir, sevişin ve tüketin” diyor sistem.

İkincisi ise hayat çok değerlidir ve siz biriciksinizdir.

Hangi alana bakarsak bakalım seks hayatımızın her yerinde... Mimariden dekorasyona, tekstilden otomotive, elektronik araç gereçlerden kozmetiğe kadar her yerde seksin pompalandığı tasarımlarla karşı karşıyayız.

Her ürün ya kıvraklığıyla, ya yumuşaklığıyla, ya ovalliğiyle, ya zarafetiyle, ya hızıyla, ya tutkusuyla, ya kullanım keyfiyle sadece seksi çağrıştırıyor ve yine ancak bu şekilde değerlendiriliyor. Ürünlerin reklamları da yine haz üzerine kurulu...

Seks bütün hayvanlar âlemi için nesli devam ettirmek üzere gerçekleştirilen bir eylem... Yani tüm canlılar için gerekli bir süreç... Ama hayvanlar âleminde bile, seks yapabilmek için karşı cinslerin birbirini beğenmesi gerekiyor. Çoğunlukla erkek cinsin kendisini dişi cinse beğendirmesi söz konusu tabii. Erkek kuş, dişiye kendini beğendirmek için parlak renkli tüylerini gösterişle sergiler, davetkâr danslar eder, güzel sesler çıkarır... Bazıları gücünü gösterir, bazıları hızını... Yine de bir genelleme yapacak olursak birleşme için karşı tarafa kendini beğendirmeye çalışan taraf erkek cinsidir diyebiliriz. Seçen tarafsa daima dişidir.

Ne hikmetse insan cinsi için durum tersine dönmüş. İlkel anaerkil dönemlerde seçen taraf yine dişiydi ama mülkiyetçilikle birlikte seçici taraf erkek oldu.

Peki dişi, erkek seçimini neye göre yapıyor? Türün devamlılığı için kendine seçtiği erkeğin sağlıklı ve güçlü olmasını tercih ediyor.

Gelişen insan kültürel ve zihinsel açıdan ilkel sekse anlam verme çabasına girişti ve bu anlam yükleme işini “aşk” gibi güzel bir kavramla gerçekleştirdi.

Aşk; hayvani cinselliğimizi örtmek için uydurulmuş en güzel tanımdır.

Rönesans’la birlikte insanın kendini tanımaya başlaması, benlik duygusunun küçük de olsa ortaya çıkması aslında aşkı da doğurdu. Aşk kavramı bireyin ortaya çıkmasıyla birlikte var olmuştur.

O yüzden aşk; burjuva devriminin önemli bir parçasıdır. Yani Aydınlanma’nın...

Peki, nasıl oldu da insan tekrar ilkel hayvani durumuna geri getirdi seksi?

İçinden aşkı çıkardığınız zaman seks hayvani bir duruma dönüşmek zorundadır.

Seks hazdır, haz da bizi mutluluğa götürür. İşte anlatmak istediklerimin temeli burada...

Seksin yeniden ilkelleşiyor olmasının sistem açısından çok büyük bir anlamı var elbette.

Kişisel gelişim kitaplarını hatırlayın. Hemen hepsinde mutlu olmanın yolları anlatılıyor değil mi? Sanki bu dünyaya sadece mutluluk için gelmişiz, hatta mutluluk gökten zembille inecek ve biz onu beklemekteyiz hâlâ.

Doğanın en temel kanunu zıtların birliği yasasıdır oysa. Bir şey ancak zıddı ile mevcuttur. Mutluluk; acının ve sıkıntının karşıtıdır. Hayatımızda sıkıntılar, mücadele ve acı olmadığında mutluluk diye bir tarifimiz de olmaz.

Albert Camus’nün Sisifos Söylemi’ni hatırlamakta fayda var.

Kaya parçasını dağın tepesine yuvarlayarak çıkarmak, ancak sonrasında taşın geri yuvarlanması ve bütün mücadelenin bitmeyen bir döngü içinde yeniden ve yeniden başlayacak olmasıdır Sisifos’un kaderi... Her defasında taşı yeniden yukarı yuvarlamaya çalışır. Önemli olan yolculuğun kendisidir çünkü... Bu yüzden taş geri yuvarlanır tekrar. Sisifos çektiği acıya rağmen yolculuk boyunca mutludur çünkü mücadelesinin bir anlamı vardır.

Ne var ki bizim yeni dinimize göre hepimiz sürekli mutlu olmak zorundayız. “Mutluluk için haz duymalısınız ve bunun en önemli yolu da seks yapmanızdır” diyor sistem.

Sokakta yürüyen seks makinelerine dönüştük böylece. Araba reklamlarında bile en iyi arabaya en seksi adamların binmeye hakkı olduğu pompalanıyor. En pahalı parfümü en seksi kadın kullanabilir sadece... Porno sektörünün büyük bir sektöre dönüşmesi, seks yıldızlarının doğal figürler olarak kabul edilmesi de işin cabası...

Çünkü küresel algı, ancak hazla mutlu olunabileceği üzerine inşa edilmiş...

Halbuki hazla mutluk birbirinden yapısı itibariyle çok uzaktır.

Mutluluk paylaşılan ve paylaşıldıkça çoğalan bir duygu iken, haz tamamen bireysel ve yaşandıkça azalan bir duygudur. Haz bireyseldir, mutluluksa toplumsal... Aşk ve sevgi ayrımına da benzetebiliriz. Aşk sert, hızlı ve tükenen bir duygudur. Aşk yaşandıktan sonra yani sonuca ulaştıktan sonra hızla azalır ve sönümlenir. Sevgi ise yaşandıkça çoğalan bir duygudur. Seven insanın sevgisi, sevdikçe çoğalır, yayılır ve başka insanlara da sirayet eder.

Seks karşı tarafa kendini beğendirmeye dayalı olduğu için çağımızın insanının en büyük çabası kendini birilerine beğendirme çabasıdır.

Kozmetik, tekstil ve estetik çılgınlığı tamamen seksle ilgili... Kozmetik ve estetik sağlıkla, tekstil insanın giyinmesiyle birlikte başlamış olduğu halde gelinen noktada sadece beğenilmek amacına hizmet ediyor. Bugün kozmetik sektörü dünya ekonomisinde %10’luk hatırı sayılır bir orana sahiptir.

Tüketim ihtiyaçtan bağımsız bir hal alınca durum daha da karışıyor.

İstekler ve ihtiyaçlar, kullanım değerinden bağımsızlaştırılmıştır artık. Tüketilen nesne ile tüketici arasında duygusal bir bağ kurmayı başarmıştır büyük şirketler.

1950’lerde bize bir ürünü neden tüketmemiz gerektiğini söyleyen reklamlar yerine, ürünü kullandığımızda bireysel olarak bizi farklılaştıran, tükettiğimiz şeyle aramıza bir duygusal bağ eklemeyi hedefleyen reklamlara maruz kalıyoruz artık. Bütün bunlara ek olarak yeni tüketim reklamları da girdi hayatımıza. Bir dolu bilimsel yeni verilerle (nöromarketing) tasarlanıyor artık reklamlar. Ayna nöronlar sayesinde, topluluğun yaptığı, beğendiği, seçtiği her şeyi doğal olarak seçme eğiliminde bir zihne sahip olduğumuz keşfedildi çoktan.

Sürekli kendini beğendirme çabası içindeki insanoğlu, tüketimin kölesi oldu bile... Sokakta yürürken bile “Bu kadın/erkek benim olmalı, bu da beni beğenmeli, bu da, bu da, bu da, hatta herkes beni beğenmeli” saplantısı çağımız insanının neredeyse doğal hali...

Sosyal medyanın beğeni butonu, bu konuda nevrotik çılgınlıklara bile yol açabiliyor.

Filtrelere teslim olan kadınlar, fotoğrafta göründükleri gibi hallerine benzemek için estetik uzmanlarının kapılarını aşındırıyorlar. Bu uğurda harcanan paraları ne siz sorun ne de ben söyleyeyim.

Kimse bütün bunlardan bir beis duymuyor.

Neden?

Çünkü sistemin pompaladığı diğer algı herkesin özel ve biricik olduğu...

Siz her şeyin en güzeline layıksınız, çünkü evrende teksiniz...

Kendimizi sürünün dışında görmemizin sebebini, eşyayla kurduğumuz bu yeni duygusal bağa bağlayabiliriz. Nasıl özgür olacağımızı tarif eden reçeteler uçuşuyor havada. Halbuki sürekli aynaya bakan ve sürekli kendini gören insan dünyayı da sadece kendinden ibaret sanıyor. Bu arada sahte korkular da oluşturuluyor tabii ki sistem tarafından.

Günümüzün en büyük korkusu, hayatı kaçırmak, öteki ilan edilmek ve kendi gibi olamamak...

İnsanı, ortaklığı ve dostluğu yitirmiş olan birey, izlenir ve beğenilir olduğunda kendini tamamlanmış hissediyor. Fark edilmek istiyor. Milyonlarca insanın yaşadığı kocaman şehirlerden oluşuyor artık dünya... Birey bu koca şehirlerin içinde milyonlarca diğer insanın arasında öylesine yalnız ki, sürekli ilgi görmek, görünmek ve fark edilmek istiyor.

George Orwell’ın 1984 adlı romanında işaret ettiği gibi izlenmekten korkmuyor artık insanlar, bilakis görünmemekten, izlenmemekten, fark edilmemekten korkuyor. Göründüğünde ve izlendiğinde kendini toplumsal hissediyor ancak.

Kişisel gelişimcilerin (yeni dinimiz) buyurduğu “Kendin ol!”, “Mutluluk kendi içinde!”, “Sen bir bütünsün!”, “Sen bir tanesin!”, “Güç kendi içinde!” söylemleri, insanlığa dayatılan yeni umut söylemi ama karşılıksız... Bu yüzden yalnızlaşan ve bireyselleşen insan daha büyük bir mutsuzluk çukuruna itiliyor. Başlarda plasebo etkisi yaratan “Ben değerliyim!” söylemi bir süre sonra karşılık bulamadığında daha büyük bir yıkıma yol açıyor. Diğer bütün karşılıksız umut söylemleri gibi...

Stoacılar ve Budistlerin amacı Ben’i Ben’den kurtarmaktır.

“Ben” bu kadar değerli olduğunda her şeye hakkı olduğuna inanıyor birey... Saçmalıklar Çağı adlı kitabında Michael Foley konuya şöyle yaklaşıyor:

“Delilik elbette. Ama Batı dünyasında tatminsizlik, tedirginlik, arzu ve kırgınlığın sarhoş edici kokteyliyle huzuru kaçamamış kaç kişi var bugün? Kim daha genç, daha yetenekli, daha saygın, daha tanınmış ve hepsinden önce, cinsel açıdan daha çekici olmanın özlemini çekmiyor? Kim daha fazlasını hak ettiğine inanmıyor ve eline daha fazlası geçmediğinde öfkelenmiyor? Hayatında hiç oral seks deneyimi yaşamamış, orta yaştaki bir Batılı erkeğin bugün, açlıktan kırılan bir Afrikalı çiftçiden daha fazla haksızlığa uğradığı hissi taşıması mümkün.”

John Stuart Mill, 1800’lü yıllarda mutluluk tarifinin insanların başına bela olacağını anlamış ve şöyle demişti:

“Sadece kafalarını mutluluklarından başka bir şeye takanlar mutludurlar. Başka şeyleri hedeflerler ve bu hedeflere giderken zaten mutluluğu yakalarlar. Tek şansımız var, mutluluğu amaç edinmek yerine, bir amaç uğruna ilerlemek.”

“Amerikan rüyası” dediğimiz şey nedir sizce?

Herkesin “bir numara” olacağına inanmasını istemektir.

Peki, bu mümkün mü?

Foley bu soruya şu yanıtı veriyor:

“Kapitalizmin en başarılı güven numaralarından biri, herkesin milyoner olabileceği yanılsamasını yayabilmesidir. Oysa zirvede sadece birkaç kişiye yer vardır ve zirvede yer alabilecek beceriye çok az kişi sahiptir.”

Jake Halpern, Şöhret Bağımlıları isimli kitabında, gençlerin %31’inin bir gün meşhur olacağından dem vuruyor. Gençlerin %80’i “çok önemli” olduklarını düşünüyorlarmış.

İşte bu yüzden Amerikan rüyası denen şey “Kazanan hepsini alır, kaybeden hiçbir şey almaz” düsturunu içerir. Bir kişi kazanır ve binlerce kişi yıkıma uğrar!

Ne tatlı bir rüya değil mi?

Baştan sonra yıkım...

Ne var ki kapitalizm bu rüyayı herkese yedirdi.

Büyük bir satış sitesinin boş bakan insanlara satış yapması gibi yaşadıklarımız. Bize verileni değerli ve güzel buluyoruz sadece. Yeni Ortaçağ’da insanlar gerçeklik olgusunu kaybettikten sonra, istek ve ihtiyaçları da duygusal boyuta geçti. Bu yüzden ürünün faydasından ziyade sağladığı imajın ya da statünün, yani soyut faydalarının bir önemi var.

“Bu ürünü neden tüketmemiz gerekir?” diye sunum yapan reklamlar artık, ürünü kullandığımızda hangi duygusal deneyimleri yaşayacağımızı satıyor.

Filozof Marcus şöyle der:

“Gerçek ve sahte ihtiyaçlar vardır. Sahte olanlar, baskı altındaki bireye, belli sosyal çıkarlar tarafından dayatılırken, bireyin sahte ihtiyaçları da; dinlenme, eğlenme, reklamlara uygun davranma ve tek tipleşen kitlenin sevdiklerini ve sevmediklerini göz önünde bulundurup buna uygun davranarak ortaya çıkar.”

Ece Baban’ın Hepimiz Aynı Sürüdeyiz kitabında konuya şu şekilde yaklaşılıyor:

“Günümüzde tüketim, bireylerin kim oldukları ve kim olmak istedikleriyle ilgili duyarlılıkları ve bu duyarlılıkları korumalarını sağlayan yöntemleri etkileyen bir araca dönüşmüştür. Kimlik duygusunun gelişimini çevreleyen kavramlarla iç içe geçmiş durumda olan tüketim kuramı artık ekonomik olduğu kadar, aynı zamanda toplumsal, psikolojik ve kültürel bir kavram olma özelliğini taşımaktadır.”

Halbuki “Cosmos” belgeselini izleyenler bilirler ki insan, evrenin içinde bir toz zerreciği kadar bile değildir. İnsan evrenin bir parçasından, yaşadığı toplumun, dostlarının bir parçası olma durumundan koparılmış ve sadece kendisinin değerli olduğu bir nesneye dönüştürülmüştür.

“Ben değerliyim!”, “Ben önemliyim!”, “Hayatım biricik!” düşüncesi insanı kuvvetlendireceği yerde toplumdan ve evrenden koparmış ve yalnızlık çukuruna itmiştir.

Yeni Ortaçağ’ın yeni dini kişisel gelişim, hayatımızın ve kendimizin ne kadar değerli olduğundan bahsediyor hep.

Hayat ve ben kavramı bu kadar değerli hale getirilince çevremizdeki herkesin bize saygı duymasını bekliyoruz doğal olarak. Elbette duymalı ama “ben” bu kadar değerli olunca, karşımızdakinin tüm sorumluluğundan da kaçmış oluyoruz aslında ya da kaçmak için bir sebep elde ediyoruz. En yakın arkadaşımızın bu kadar değerli bir “ben”e karşı yaptığı saygısızlık, yıkıcı bir hal alıyor günün sonunda.

“Ben” bu kadar değerliysem, çocuğumun benim zamanımdan çalması kabul edilemez oluyor. “Ben” bu kadar değerliysem, zamanım da çok değerli sayılıyor ve bu yüzden dostumun derdine harcanacak olan zamanım boşa gitmiş oluyor.

Richard Sennet, Kamusal İnsanın Çöküşü kitabında çağımız insanının en önemli sorununun narsisizm olduğuna dikkat çekiyor. “Ben” bu kadar değerli olunca elbette narsisizmin doğması kaçınılmaz...

“Klinik anlamda narsisizm, kişinin kendi güzelliğine duyduğu aşk şeklindeki popüler görüşten kesin olarak ayrılır. Daha geniş anlamda, bir karakter bozukluğu olarak, neyin benliğin tatmininin alanına ait, neyin bu alanın dışında olduğunun algılanmasını engelleyen kendine dönüklük halidir narsisizm. ‘Bu kişi ya da olay benim için ne ifade eder?’ şeklindeki bir takıntıdır.” Richard Senet şöyle devam ediyor konuya: “Narsisizm kendini en yaygın şekilde bir tür ters çevirme işlemi ile belli eder: ‘Keşke daha fazla hissedebilseydim, gerçekten hissedebilseydim, o zaman başkaları ile ilişki kurabilir, gerçek ilişkilere girebilirdim. Yazık ki, hiçbir karşılaşma anında yeterince bir şeyler hissetmiyorum.’ Bu ters çevirme işlemi görünürde kendini suçlamayı içermektedir, ama bunun altında ‘Tüm dünya beni atlatıyor’ hissi yatmaktadır...

Narsistik duygular daha çok, ‘Yeterince iyi miyim? Yeterli miyim?’ gibi saplantılı sorular üzerinde odaklanır.”

Narsis ilişkilerde değerli olan kişi, değerli olan hayatını anlatmayı bitirdiğinde karşısındaki insanla da ilişkisi bitmek zorundadır.

Narsisizm insanın kendi iç malzemesiyle kendine kimlik bulma çabasıdır. Halbuki insan kendini ancak başkalarının varlığıyla tarif edebilir.

“Narsisizm böylelikle, hem benliğin gereksinimlerine tam anlamıyla gömülme hem de gereksinimlerin tam olarak doyurulmasını engelleme şeklinde ikili bir özellik taşır.”

Narsistik kişiliğin yeni alanı elbette ki sosyal medya...

Burada her birey olmadığı bir kimlik yaratıp bir süre sonra uydurduğu yeni kimliğe en çok kendisi inanır hale geliyor bu mecrada.

Hal Niedzviecki’nin Dikizleme Günlüğü adlı kitabında bu konuya değiniliyor:

“Hepimiz aynı derecede ilgi çekiciyiz; hepimizde aynı tavsiyede bulunma, dert paylaşma, kafa dağıtma, eşlik etme ve eğlence potansiyeli var. Bu yüzden de hepimizin hayatı izlenmeye değer. Başka bir deyişle, hepimizin hayatı para eder…”

Sistemin bundan çıkarı nedir dersiniz?

Toplumsal bağlarından ve ilişkilerinden koparılmış insan dünyanın en yalnız, en çaresiz ve en korkak canlısı olarak karşımıza çıkıyor. Sürekli tüketerek var olmaya çalışan bu insanımsı varlık tükettikçe tükenir hale geliyor.

İnsan kültürel bir canlıdır, sosyal bir canlıdır ve ortaklıklar kurarak hayatta kalabilir. Sanıldığının aksine insanın doğasında bencillik değil, toplumsallık vardır. Prof. Michael Tomasello çok değerli çalışması Neden Ortaklıklar Kurarız’da klinik deneylerle kanıtlıyor bunu:

“İnsan kültürünün bu iki benzersiz özelliğinin –birikimli yapıtların ve sosyal kurumların– temelinde, türümüze özgü bir dizi ortaklık kurma beceri ve güdüsü yatar.”

Yapılan klinik deneylerde kuyruksuz maymunların bile günün sonunda kendileri için bir yarar varsa yardımda bulundukları görüldü ama çocuklar hiçbir çıkarları olmadan diğer çocuklara yardım ettiler.

“Yalnızca insanlar, tercihleri kusursuz olarak örtüşmediği halde geniş gruplar ölçeğinde eşgüdümlü ortaklaşmada bulunabilirler. İkincisi, insanlar, başkalarının refahına dair, diğer kuyruksuz maymunlara kıyasla daha çok endişe duyarlar” diyor Prof. Michael Tomasello...

İnsanların başka insanlarla ortaklık kurmaya ve çoğalmaya duydukları ihtiyacı yine değerli bir antropoloji çalışması olan Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar kitabından takip edebiliriz.

“Çünkü yeni insan nesilleri, tek tek doğdukları ve çok uzun zamanda geliştikleri için doğada hep az olarak kaldı. Daha fazla sayıda olma arzusunun, insanın ait olduğu topluluğun daha kalabalık olma arzusunun, her zaman çok büyük ve acil olması gerekir…” diyor Canetti ve şöyle devam ediyor: “İnsan orada ve o anda daha çok olmak istiyordu. Avladıkları hayvanların sürülerinin sayısının büyüklüğü, duygularında, daha büyük olmasını diledikleri kendi sayılarıyla karışıyordu ve bunu, benim ritmik ya da nabazan kitle adını vereceğim kendine özgü bir ortak heyecan içinde ifade ediyorlardı.”

Doğuşundan bu yana yalnız olan insan hep başka birilerini aradı. Kendini en çok kalabalıklar ve kitle içinde güvende hissetti. Ortak heyecanların duygusunu aradı. Ama modern toplum dediğimiz bu yeni yapıda insan çok yalnızlaştı, kitlesinden koptu, dostlarından, arkadaşlarından uzaklaştı. Son olarak da ailesinden ve sevgilisinden kopma aşamasına geldi. Başka birinin sorumluluğunu almak, onun en büyük düşmanı oldu. Kendi çok değerli hayatı ve zamanı açısından, başkaları uğruna harcayacağı zaman ve alacağı sorumluluklar ona büyük bir zulüm gibi gelmeye başladı. Dostluk emek ister. Dostuna borç vereceksin, derdini dinleyeceksin, onun için mesai harcayacaksın. Keza kadın-erkek ilişkileri de öyle... Günümüzde “Ah çok vaktimi alıyor, sürekli bir şey soruyor!” sıkıntısıyla bile dostluklar ve ilişkiler kolayca sonlandırılıyor. Sonra ben yalnızım, kimse beni anlamıyor, depresyondayım, kaygı bozukluklarım var diye yakınmalar başlıyor.

İnsan kendini kendisiyle tarif etmeye çalışıyor artık. Halbuki her tarif ancak başkalarına bakarak yapılabilir. Doğadaki her nesneyi tarifimiz, başka nesneler üzerindendir. İnsanı tarif ederken, başka insanların iyiliklerinden, kötülüklerinden, aptallığından, güzelliğinden, zekâsından yararlanarak bir tarif oluştururuz.

Toplumların kahramanlara ihtiyacı vardır. Kişilerin de kahramanlara ihtiyacı vardır. Kendi yapamadıklarını başkalarının yapmasından zevk alırlar. İnsanların başka insanlara ihtiyacı vardır. İnsan tanrı değildir ve yalnızlıkla tarif edilemez. O yüzden edebiyatın bir dalı olan roman sanatı, Aydınlanma çağıyla, yani insanın birey olma düşüncesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Roman sanatının ilk örneklerinden diyebileceğimiz Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe eseri, insanın birey olarak, tek başına hayatta kalmasını anlatır.

Cervantes’in Don Kişot romanı da değişen toplumda bireyin ortaya çıkışını ve buna bağlı olarak eski kurumların nasıl komikleştiğini ortaya koyar. Yani roman, insan ve insanın birey olma yolculuğuyla başlamıştır. İçinden insan olgusunu çıkardığınızda geriye kalan şeye roman demenin anlamı yoktur bu yüzden. Romantik çağ romanları ise kahramanlık hikâyeleriyle doludur.

Hepimizin içinde kahraman olma isteği ve hayali vardır. Bazılarımız bunu dışa vurur, bazılarımız vurmaz. Kendimizin yapamadığı kahramanlıkları okuyarak ya da izleyerek heyecanlanır, duygulanırız. Ama bir kesim de vardır ki, kendilerinin yapamadığı kahramanlığı başkası yaptığında ona kin duyarlar.

Dostoyevski der ya: “Başkaları için kendilerini unutanlar, hep hatırlanacak olanlardır...”

Önemli kahramanlar ve kahramanlıklardan da söz edelim yeri gelmişken. İlki mitolojiden...

Prometheus...

Tanrılardan ateşi çalıp insanlığa hediye edendir o. Bedelinin büyük acılar çekmek olduğunu bilerek yapar bunu üstelik. Tanrılar Prometheus’u cezalandırırlar ateşi çalıp insanlığa verdiği için. Hem de ne ceza...

Ölümsüz Prometheus, bir kayaya bağlanır ve ciğeri her gün mütemadiyen bir kartalın yemeği olur. Çektiği acı dayanılmazdır. Ertesi gün ölümsüz Prometheus’un yenilenen ciğeri yine bir kartalın pençeleri tarafından parçalanır. Bu sonsuza dek sürecek bir cezadır. Çekeceği cezayı bilmiyor muydu Prometheus? Elbette biliyordu ama insanlığa faydalı olanı yapmayı tercih etti ödeyeceği acılı bedellere rağmen. Ve bu seçim onu gerçek bir kahraman yaptı.

Son yüzyılın en büyük bestecisi sayılan Dimitri Şostakoviç’in hayatından da küçük bir kesit paylaşmak gerekir bu durumda.

Şostakoviç; ülkesine, halkına ve komünizme öylesine tutkuyla bağlıydı ki, Robert Jordan’ın dediği gibi ülkesi yenilirse tüm dünya halklarının yenileceğini, bütün ezilenlerin kaybedeceğini biliyordu. Ve bu sorumlulukla gözlerinin ileri derecede bozuk olmasına rağmen Nazilere karşı direnişe katılmak istedi.

Askere alınmayınca itfaiyeci olur. Ne var ki içindeki gücü susturamıyordur, kendisini ülkesine yararlı olmak için yıpratıyordur. 8 Eylül 1941’de kuşatılmıştı ünlü bestecinin yaşadığı Leningrad şehri... Bu cehennemden dışarı çıkmak mümkün değildi. Takvimler 1942’nin Ağustos ayını işaret ettiğinde Alman askerleri Leningrad’ı son bir hamleyle işgal etmenin peşine düşmüştü. Hitler Leningrad’ın düşeceği günü tam olarak söylemişti: 9 Ağustos!

Sovyetler Birliği için bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti Leningrad’ın düşüp düşmeyeceği. SSCB’yi teslim alacak bir Almanya’yı bir daha hiçbir kuvvet tutamazdı. Bu nedenle dünya soluğunu tutmuş izliyordu Leningrad’dan gelecek haberleri.

Beklenen haber 10 Ağustos’ta geldi. O gün Leningrad bir destan yazmıştı.

Dimitri Şostakoviç “En büyük eserim” dediği 7. Senfoni’yi, diğer adıyla Leningrad Senfonisi’ni bitirdi ve tam bir buçuk saat Leningrad sokaklarında bu büyük eser çalındı. Halk öylesine etkilenmişti ki, işte o gün Hitler yenildi.

Leningrad konserinin tarihi 9 Ağustos 1942 olarak belirlenmişti. Hitler’in Leningrad’ın düşeceğini öngördüğü ve Astoria Otel’de kutlama hazırlıklarına başladığı gün...

Konser bomba sesleriyle kesilmesin diye Alman topçu birlikleri Sovyet ordusu tarafından ağır şekilde bombalanmıştı. Şehre yayın yapmak için sokaklara ve siper hatlarına kadar hoparlörler yerleştirildi. Sanatçılar, yaz günü olmasına rağmen açlık sebebiyle titrediklerinden kalın giysiler ve eldivenler giymişlerdi. Çok başarılı geçen Leningrad prömiyeri bir saat boyunca coşkuyla alkışlandı.

Kuşatma 18 ay daha devam etti. Sonrasında konserde görev alan sanatçılar birer madalya ile ödüllendirildiler. Psikolojik ve siyasi etkileri açısından çok önemli kabul edilen bu tarihi konseri anmak için 1964 ve 1992’de hayatta kalan müzisyenleri bir araya getiren konserler düzenlendi.

Başka bir müzisyenin hayatına daha bakalım dilerseniz.

İşte Mümtaz İdil’in kaleminden, Jara’nın katledilişinin hikâyesi:

“Victor Jara’yı Santiago (Estadio Chile) stadyumuna getirdiler. Gitarı yanındaydı. Stadyuma girer girmez Unidad Popular (Venseremos) şarkısını çalıp söylemeye başladı. Stadyumun yönetimi vahşi bir faşist olan Albay Mario Manriquez Bravo’nun elindeydi. Victor Jara’nın Venseremos’u söylemesi ve stadyumdakilerin de buna eşlik etmesi, albayı çok rahatsız etti.

Hiç uyarmadılar, tek kelime bile etmediler. Subaylardan biri gitarı Jara’nın kucağından alıp yere çaldı. Büyük bir uğultu yükseldi. Ardından kolundan tutup Jara’yı yere yatırdılar. Yüzükoyun yatıyordu ünlü müzisyen. Şili’nin bağımsızlık savaşçısı, devrimcisi. Subaylardan biri kollarından birinin üzerine ayağıyla basarak kıpırdamasını engelledi. Diğeri ise tüfeğinin dipçiğiyle Jara’nın parmaklarını kırdı. Defalarca vurdu, yılmadan vurdu, acımadan vurdu… Sonra subay öteki koluna geçti. Dipçik darbesiyle sağ elini paramparça eden diğer subay bu kez sol eline vurmaya başladı. Jara hâlâ mırıltı halinde Venseremos’u söylemeye çalışıyordu.

Şilili devrimci müzisyen, öğretmen, tiyatro yönetmeni ve şair Victor Jara (Victor Lidia Jara Martinez) 15 Eylül 1973’te faşist Pinochet rejimi tarafından katledildi. Ve ölürken bile halkına kısık bir nefes dahi olsa vermeye çalıştı, onların direncini yüksek tutmaya çalıştı. Neden? Jara’nın hayatı hangimizin hayatından daha değersizdi?”

Siz Arjantin’de iyi bir ailenin çocuğu olsaydınız... İyi bir eğitim almışsınız, sağlığınız yerinde, özgür bir ruha sahipsiniz, motosikletinizle bütün Güney Amerika’yı gezebilecek cesaretiniz de var.

Ama Meksika’da öyle bir adam tanıyorsunuz ki, size bütün Güney Amerika halkları için, ezilen tüm yerli halklar için bir devrim öneriyor.

Ne yapardınız?

Düşünmeden devrime katılır mıydınız?

Siz yapmazsanız bin yıllık sömürü devam edecek, çocuklar sefil ve aç kalacak, aydınlar zindanlarda çürüyecek. Bütün insanlığın sorumluluğunu sırtınızda taşımak zorunda hisseder misiniz kendinizi?

O yaptı ama...

Düşünmeden devrime katıldı.

Adı Ernesto Che Guevara...

Türkiye’de gencecik bir fidan olarak, iyi okullarda okurken, aynı sorumlulukla kendiniz için hiçbir şey istemeden, sadece halkınız için yaptığınız mücadele yüzünden darağacına gitmeyi göze alır mıydınız?

O aldı...

Adı Deniz Gezmiş.

Son olarak masalların büyük ismi Behrengi’yi de analım. Madem başkaları için kendini feda edebilmekten bahsediyoruz, Behrengi’yi anmamak olmaz...

“Artık ölüm korkutmuyor beni, ama hayattayken de onu arayacak değilim. Ölümle karşı karşıya gelince ki bu sık sık oluyor, kaçınılmaz bir gerçekle yüz yüze geleceğim. Ama önemli olan bu değil. Önemli olan, benim yaşamımın ya da ölümümün başkaları üzerinde bıraktığı etkidir.”

Faşist şah düzeninin baskısından kurtulmak için anlatımını masal olarak yapan büyük usta Behrengi, masallarında bizlere, yeni ahlak, yeni insan ve bu yeni insanın da ancak başkaları için kendini feda eden kahramanlar olduğunu anlatıyor. Diğer küçük balıklar için kendi yaşamını feda eden Küçük Karabalık gibi...

Hal Niedzviecki Dikizleme Günlüğü kitabında şöyle diyor:

“Bahsi geçen fırsat ilgi görme fırsatıdır; ilgi görmekse farkına varılmak ve hatırlanmak demektir. Birileri farkınıza varır ve sizi hatırlarsa, ölümsüzlüğe bir adım daha yaklaşırsınız...”

Bu kahramanlar hikâyenin sonunda acı ve ıstırap olduğunu bilmiyorlar mıydı? Cezalandırılabileceklerini ya da olabileceklerini düşünemiyorlar mıydı?

Elbette her şeyin farkındaydılar ama buna rağmen feda ettiler kendilerini. Bugün olsa belki yine aynı şeyi düşünmeden yaparlar.

Hepimiz özeniriz kahramanlara, dinlediğimizde içimizde kocaman bir ateş yanar, hepimiz onlar gibi olmak isteriz, hepimizin içinde bir kahraman yatmaktadır ama kendimiz kahramanlık yapmaya cesaret edemeyiz. Her duygu vardır insanda. Bizi biz yapan hangi duyguyu yaşayacağımızı seçmemizdir. Cesaretimizdir.

Bu kahramanların aldığı toplumsal sorumluluklarla bugün kendi çocuğunun, eşinin, annesinin, babasının, arkadaşının, kardeşinin sorumluluğunu bile

üstlenmekten kaçınan insanı karşılaştırır mısınız?

Karşılaştırmayın...

Çünkü onlar biricik...

Hayatı anlamlandırmanın biraz da kendinizi adadığınız şeyle ilgisi olduğu apaçık ortada değil mi?

Yaşamını sürdürecek pek çok nedeni var insanların ama uğruna fedakârlık yapacakları gerçek amaçları ve inançları yok. İşte çürüme de burada başlıyor zaten. Hayat değersizleşince, dostlarımız değersizleşince, amacımız değersizleşince doğal olarak kendimiz de değersizleşiyoruz.

Şu sıralar yazmakta olduğum romanımdan küçük bir bölüm paylaşmak istiyorum izninizle:

“Çoğu zaman karşımıza çıkan zor bir görevde veya sorunda, sorunu çözmek yerine, en basit bahaneleri üreterek kaçmayı seçeriz. Bahaneler en kolay üretilen fikirlerdir. Çünkü insan denen mahluk basit olana, sorunsuz olana meyillidir. İşte bu yüzden insanlık dediğimiz şey birkaç tane sorumluluk alan, görevden kaçmayan insanın sırtında şekilleniyor. Yaşamı sadece hayatta kalmak için verilen mücadele olarak görenler, çıkarcı, ucuz ve sahtekârlıkla örülü bir yoldadırlar aslında. Ve bu yolun sonu hiçliğin kuyusudur.”

Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı romanı, sorumluluk duygusunu yeniden tartışmamızın kapısını açmış oluyor bugün yeniden okunduğunda...

“Ben başkaları için acı çektim, bütün iyi insanlar gibi” diyor yazar romanında. İşte öylesine büyük ve kıymetli bir kapı açıyor önümüze...

“Bir yıldır inandığım şey için dövüştüm. Burada kazanırsak her yerde kazanırız. Dünya güzel ve uğruna dövüşülmeye değer...”

Yaşam, evrensel bir düzen... Sosyal bir düzen... Başkaları yoksa biz de yokuz...

“Ortaklaşmacılık” fikrinden bu kadar uzaklaşırsa insanoğlu, çanlar yeniden çalmaya başlayacaktır.

Şunu bir kez daha düşünün:

“Başkaları için ölümü göze alamıyorsan pek de yaşıyor sayılmazsın.”

Instagram

Twitter

Facebook

Popüler İçerikler

Okullardaki Yılbaşı Kutlamalarına Gelen Yasağa Mustafa Sandal'dan "Onlara İnat 'Duble' Kutlayacağız!" Tepkisi
151 Gündür Oğlu Fatih'i Arayan Baba Esra Erol'a "Bulamıyorsan Müge Anlı'ya Çıkalım" Deyince Ortalık Karıştı
Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı