“Delilik elbette. Ama Batı dünyasında tatminsizlik, tedirginlik, arzu ve kırgınlığın sarhoş edici kokteyliyle huzuru kaçamamış kaç kişi var bugün? Kim daha genç, daha yetenekli, daha saygın, daha tanınmış ve hepsinden önce, cinsel açıdan daha çekici olmanın özlemini çekmiyor? Kim daha fazlasını hak ettiğine inanmıyor ve eline daha fazlası geçmediğinde öfkelenmiyor? Hayatında hiç oral seks deneyimi yaşamamış, orta yaştaki bir Batılı erkeğin bugün, açlıktan kırılan bir Afrikalı çiftçiden daha fazla haksızlığa uğradığı hissi taşıması mümkün.”
John Stuart Mill, 1800’lü yıllarda mutluluk tarifinin insanların başına bela olacağını anlamış ve şöyle demişti:
“Sadece kafalarını mutluluklarından başka bir şeye takanlar mutludurlar. Başka şeyleri hedeflerler ve bu hedeflere giderken zaten mutluluğu yakalarlar. Tek şansımız var, mutluluğu amaç edinmek yerine, bir amaç uğruna ilerlemek.”
“Amerikan rüyası” dediğimiz şey nedir sizce?
Herkesin “bir numara” olacağına inanmasını istemektir.
Peki, bu mümkün mü?
Foley bu soruya şu yanıtı veriyor:
“Kapitalizmin en başarılı güven numaralarından biri, herkesin milyoner olabileceği yanılsamasını yayabilmesidir. Oysa zirvede sadece birkaç kişiye yer vardır ve zirvede yer alabilecek beceriye çok az kişi sahiptir.”
Jake Halpern, Şöhret Bağımlıları isimli kitabında, gençlerin %31’inin bir gün meşhur olacağından dem vuruyor. Gençlerin %80’i “çok önemli” olduklarını düşünüyorlarmış.
İşte bu yüzden Amerikan rüyası denen şey “Kazanan hepsini alır, kaybeden hiçbir şey almaz” düsturunu içerir. Bir kişi kazanır ve binlerce kişi yıkıma uğrar!
Ne tatlı bir rüya değil mi?
Baştan sonra yıkım...
Ne var ki kapitalizm bu rüyayı herkese yedirdi.
Büyük bir satış sitesinin boş bakan insanlara satış yapması gibi yaşadıklarımız. Bize verileni değerli ve güzel buluyoruz sadece. Yeni Ortaçağ’da insanlar gerçeklik olgusunu kaybettikten sonra, istek ve ihtiyaçları da duygusal boyuta geçti. Bu yüzden ürünün faydasından ziyade sağladığı imajın ya da statünün, yani soyut faydalarının bir önemi var.
“Bu ürünü neden tüketmemiz gerekir?” diye sunum yapan reklamlar artık, ürünü kullandığımızda hangi duygusal deneyimleri yaşayacağımızı satıyor.
Filozof Marcus şöyle der:
“Gerçek ve sahte ihtiyaçlar vardır. Sahte olanlar, baskı altındaki bireye, belli sosyal çıkarlar tarafından dayatılırken, bireyin sahte ihtiyaçları da; dinlenme, eğlenme, reklamlara uygun davranma ve tek tipleşen kitlenin sevdiklerini ve sevmediklerini göz önünde bulundurup buna uygun davranarak ortaya çıkar.”
Ece Baban’ın Hepimiz Aynı Sürüdeyiz kitabında konuya şu şekilde yaklaşılıyor:
“Günümüzde tüketim, bireylerin kim oldukları ve kim olmak istedikleriyle ilgili duyarlılıkları ve bu duyarlılıkları korumalarını sağlayan yöntemleri etkileyen bir araca dönüşmüştür. Kimlik duygusunun gelişimini çevreleyen kavramlarla iç içe geçmiş durumda olan tüketim kuramı artık ekonomik olduğu kadar, aynı zamanda toplumsal, psikolojik ve kültürel bir kavram olma özelliğini taşımaktadır.”
Halbuki “Cosmos” belgeselini izleyenler bilirler ki insan, evrenin içinde bir toz zerreciği kadar bile değildir. İnsan evrenin bir parçasından, yaşadığı toplumun, dostlarının bir parçası olma durumundan koparılmış ve sadece kendisinin değerli olduğu bir nesneye dönüştürülmüştür.
“Ben değerliyim!”, “Ben önemliyim!”, “Hayatım biricik!” düşüncesi insanı kuvvetlendireceği yerde toplumdan ve evrenden koparmış ve yalnızlık çukuruna itmiştir.
Yeni Ortaçağ’ın yeni dini kişisel gelişim, hayatımızın ve kendimizin ne kadar değerli olduğundan bahsediyor hep.
Hayat ve ben kavramı bu kadar değerli hale getirilince çevremizdeki herkesin bize saygı duymasını bekliyoruz doğal olarak. Elbette duymalı ama “ben” bu kadar değerli olunca, karşımızdakinin tüm sorumluluğundan da kaçmış oluyoruz aslında ya da kaçmak için bir sebep elde ediyoruz. En yakın arkadaşımızın bu kadar değerli bir “ben”e karşı yaptığı saygısızlık, yıkıcı bir hal alıyor günün sonunda.
“Ben” bu kadar değerliysem, çocuğumun benim zamanımdan çalması kabul edilemez oluyor. “Ben” bu kadar değerliysem, zamanım da çok değerli sayılıyor ve bu yüzden dostumun derdine harcanacak olan zamanım boşa gitmiş oluyor.
Richard Sennet, Kamusal İnsanın Çöküşü kitabında çağımız insanının en önemli sorununun narsisizm olduğuna dikkat çekiyor. “Ben” bu kadar değerli olunca elbette narsisizmin doğması kaçınılmaz...
“Klinik anlamda narsisizm, kişinin kendi güzelliğine duyduğu aşk şeklindeki popüler görüşten kesin olarak ayrılır. Daha geniş anlamda, bir karakter bozukluğu olarak, neyin benliğin tatmininin alanına ait, neyin bu alanın dışında olduğunun algılanmasını engelleyen kendine dönüklük halidir narsisizm. ‘Bu kişi ya da olay benim için ne ifade eder?’ şeklindeki bir takıntıdır.” Richard Senet şöyle devam ediyor konuya: “Narsisizm kendini en yaygın şekilde bir tür ters çevirme işlemi ile belli eder: ‘Keşke daha fazla hissedebilseydim, gerçekten hissedebilseydim, o zaman başkaları ile ilişki kurabilir, gerçek ilişkilere girebilirdim. Yazık ki, hiçbir karşılaşma anında yeterince bir şeyler hissetmiyorum.’ Bu ters çevirme işlemi görünürde kendini suçlamayı içermektedir, ama bunun altında ‘Tüm dünya beni atlatıyor’ hissi yatmaktadır...
Narsistik duygular daha çok, ‘Yeterince iyi miyim? Yeterli miyim?’ gibi saplantılı sorular üzerinde odaklanır.”
Narsis ilişkilerde değerli olan kişi, değerli olan hayatını anlatmayı bitirdiğinde karşısındaki insanla da ilişkisi bitmek zorundadır.
Narsisizm insanın kendi iç malzemesiyle kendine kimlik bulma çabasıdır. Halbuki insan kendini ancak başkalarının varlığıyla tarif edebilir.
“Narsisizm böylelikle, hem benliğin gereksinimlerine tam anlamıyla gömülme hem de gereksinimlerin tam olarak doyurulmasını engelleme şeklinde ikili bir özellik taşır.”
Narsistik kişiliğin yeni alanı elbette ki sosyal medya...
Burada her birey olmadığı bir kimlik yaratıp bir süre sonra uydurduğu yeni kimliğe en çok kendisi inanır hale geliyor bu mecrada.
Hal Niedzviecki’nin Dikizleme Günlüğü adlı kitabında bu konuya değiniliyor:
“Hepimiz aynı derecede ilgi çekiciyiz; hepimizde aynı tavsiyede bulunma, dert paylaşma, kafa dağıtma, eşlik etme ve eğlence potansiyeli var. Bu yüzden de hepimizin hayatı izlenmeye değer. Başka bir deyişle, hepimizin hayatı para eder…”
Sistemin bundan çıkarı nedir dersiniz?
Toplumsal bağlarından ve ilişkilerinden koparılmış insan dünyanın en yalnız, en çaresiz ve en korkak canlısı olarak karşımıza çıkıyor. Sürekli tüketerek var olmaya çalışan bu insanımsı varlık tükettikçe tükenir hale geliyor.
İnsan kültürel bir canlıdır, sosyal bir canlıdır ve ortaklıklar kurarak hayatta kalabilir. Sanıldığının aksine insanın doğasında bencillik değil, toplumsallık vardır. Prof. Michael Tomasello çok değerli çalışması Neden Ortaklıklar Kurarız’da klinik deneylerle kanıtlıyor bunu:
“İnsan kültürünün bu iki benzersiz özelliğinin –birikimli yapıtların ve sosyal kurumların– temelinde, türümüze özgü bir dizi ortaklık kurma beceri ve güdüsü yatar.”
Yapılan klinik deneylerde kuyruksuz maymunların bile günün sonunda kendileri için bir yarar varsa yardımda bulundukları görüldü ama çocuklar hiçbir çıkarları olmadan diğer çocuklara yardım ettiler.
“Yalnızca insanlar, tercihleri kusursuz olarak örtüşmediği halde geniş gruplar ölçeğinde eşgüdümlü ortaklaşmada bulunabilirler. İkincisi, insanlar, başkalarının refahına dair, diğer kuyruksuz maymunlara kıyasla daha çok endişe duyarlar” diyor Prof. Michael Tomasello...
İnsanların başka insanlarla ortaklık kurmaya ve çoğalmaya duydukları ihtiyacı yine değerli bir antropoloji çalışması olan Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar kitabından takip edebiliriz.
“Çünkü yeni insan nesilleri, tek tek doğdukları ve çok uzun zamanda geliştikleri için doğada hep az olarak kaldı. Daha fazla sayıda olma arzusunun, insanın ait olduğu topluluğun daha kalabalık olma arzusunun, her zaman çok büyük ve acil olması gerekir…” diyor Canetti ve şöyle devam ediyor: “İnsan orada ve o anda daha çok olmak istiyordu. Avladıkları hayvanların sürülerinin sayısının büyüklüğü, duygularında, daha büyük olmasını diledikleri kendi sayılarıyla karışıyordu ve bunu, benim ritmik ya da nabazan kitle adını vereceğim kendine özgü bir ortak heyecan içinde ifade ediyorlardı.”
Doğuşundan bu yana yalnız olan insan hep başka birilerini aradı. Kendini en çok kalabalıklar ve kitle içinde güvende hissetti. Ortak heyecanların duygusunu aradı. Ama modern toplum dediğimiz bu yeni yapıda insan çok yalnızlaştı, kitlesinden koptu, dostlarından, arkadaşlarından uzaklaştı. Son olarak da ailesinden ve sevgilisinden kopma aşamasına geldi. Başka birinin sorumluluğunu almak, onun en büyük düşmanı oldu. Kendi çok değerli hayatı ve zamanı açısından, başkaları uğruna harcayacağı zaman ve alacağı sorumluluklar ona büyük bir zulüm gibi gelmeye başladı. Dostluk emek ister. Dostuna borç vereceksin, derdini dinleyeceksin, onun için mesai harcayacaksın. Keza kadın-erkek ilişkileri de öyle... Günümüzde “Ah çok vaktimi alıyor, sürekli bir şey soruyor!” sıkıntısıyla bile dostluklar ve ilişkiler kolayca sonlandırılıyor. Sonra ben yalnızım, kimse beni anlamıyor, depresyondayım, kaygı bozukluklarım var diye yakınmalar başlıyor.
İnsan kendini kendisiyle tarif etmeye çalışıyor artık. Halbuki her tarif ancak başkalarına bakarak yapılabilir. Doğadaki her nesneyi tarifimiz, başka nesneler üzerindendir. İnsanı tarif ederken, başka insanların iyiliklerinden, kötülüklerinden, aptallığından, güzelliğinden, zekâsından yararlanarak bir tarif oluştururuz.
Toplumların kahramanlara ihtiyacı vardır. Kişilerin de kahramanlara ihtiyacı vardır. Kendi yapamadıklarını başkalarının yapmasından zevk alırlar. İnsanların başka insanlara ihtiyacı vardır. İnsan tanrı değildir ve yalnızlıkla tarif edilemez. O yüzden edebiyatın bir dalı olan roman sanatı, Aydınlanma çağıyla, yani insanın birey olma düşüncesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Roman sanatının ilk örneklerinden diyebileceğimiz Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe eseri, insanın birey olarak, tek başına hayatta kalmasını anlatır.
Cervantes’in Don Kişot romanı da değişen toplumda bireyin ortaya çıkışını ve buna bağlı olarak eski kurumların nasıl komikleştiğini ortaya koyar. Yani roman, insan ve insanın birey olma yolculuğuyla başlamıştır. İçinden insan olgusunu çıkardığınızda geriye kalan şeye roman demenin anlamı yoktur bu yüzden. Romantik çağ romanları ise kahramanlık hikâyeleriyle doludur.
Hepimizin içinde kahraman olma isteği ve hayali vardır. Bazılarımız bunu dışa vurur, bazılarımız vurmaz. Kendimizin yapamadığı kahramanlıkları okuyarak ya da izleyerek heyecanlanır, duygulanırız. Ama bir kesim de vardır ki, kendilerinin yapamadığı kahramanlığı başkası yaptığında ona kin duyarlar.
Dostoyevski der ya: “Başkaları için kendilerini unutanlar, hep hatırlanacak olanlardır...”
Önemli kahramanlar ve kahramanlıklardan da söz edelim yeri gelmişken. İlki mitolojiden...
Prometheus...
Tanrılardan ateşi çalıp insanlığa hediye edendir o. Bedelinin büyük acılar çekmek olduğunu bilerek yapar bunu üstelik. Tanrılar Prometheus’u cezalandırırlar ateşi çalıp insanlığa verdiği için. Hem de ne ceza...
Ölümsüz Prometheus, bir kayaya bağlanır ve ciğeri her gün mütemadiyen bir kartalın yemeği olur. Çektiği acı dayanılmazdır. Ertesi gün ölümsüz Prometheus’un yenilenen ciğeri yine bir kartalın pençeleri tarafından parçalanır. Bu sonsuza dek sürecek bir cezadır. Çekeceği cezayı bilmiyor muydu Prometheus? Elbette biliyordu ama insanlığa faydalı olanı yapmayı tercih etti ödeyeceği acılı bedellere rağmen. Ve bu seçim onu gerçek bir kahraman yaptı.
Son yüzyılın en büyük bestecisi sayılan Dimitri Şostakoviç’in hayatından da küçük bir kesit paylaşmak gerekir bu durumda.
Şostakoviç; ülkesine, halkına ve komünizme öylesine tutkuyla bağlıydı ki, Robert Jordan’ın dediği gibi ülkesi yenilirse tüm dünya halklarının yenileceğini, bütün ezilenlerin kaybedeceğini biliyordu. Ve bu sorumlulukla gözlerinin ileri derecede bozuk olmasına rağmen Nazilere karşı direnişe katılmak istedi.
Askere alınmayınca itfaiyeci olur. Ne var ki içindeki gücü susturamıyordur, kendisini ülkesine yararlı olmak için yıpratıyordur. 8 Eylül 1941’de kuşatılmıştı ünlü bestecinin yaşadığı Leningrad şehri... Bu cehennemden dışarı çıkmak mümkün değildi. Takvimler 1942’nin Ağustos ayını işaret ettiğinde Alman askerleri Leningrad’ı son bir hamleyle işgal etmenin peşine düşmüştü. Hitler Leningrad’ın düşeceği günü tam olarak söylemişti: 9 Ağustos!
Sovyetler Birliği için bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti Leningrad’ın düşüp düşmeyeceği. SSCB’yi teslim alacak bir Almanya’yı bir daha hiçbir kuvvet tutamazdı. Bu nedenle dünya soluğunu tutmuş izliyordu Leningrad’dan gelecek haberleri.
Beklenen haber 10 Ağustos’ta geldi. O gün Leningrad bir destan yazmıştı.
Dimitri Şostakoviç “En büyük eserim” dediği 7. Senfoni’yi, diğer adıyla Leningrad Senfonisi’ni bitirdi ve tam bir buçuk saat Leningrad sokaklarında bu büyük eser çalındı. Halk öylesine etkilenmişti ki, işte o gün Hitler yenildi.
Leningrad konserinin tarihi 9 Ağustos 1942 olarak belirlenmişti. Hitler’in Leningrad’ın düşeceğini öngördüğü ve Astoria Otel’de kutlama hazırlıklarına başladığı gün...
Konser bomba sesleriyle kesilmesin diye Alman topçu birlikleri Sovyet ordusu tarafından ağır şekilde bombalanmıştı. Şehre yayın yapmak için sokaklara ve siper hatlarına kadar hoparlörler yerleştirildi. Sanatçılar, yaz günü olmasına rağmen açlık sebebiyle titrediklerinden kalın giysiler ve eldivenler giymişlerdi. Çok başarılı geçen Leningrad prömiyeri bir saat boyunca coşkuyla alkışlandı.
Kuşatma 18 ay daha devam etti. Sonrasında konserde görev alan sanatçılar birer madalya ile ödüllendirildiler. Psikolojik ve siyasi etkileri açısından çok önemli kabul edilen bu tarihi konseri anmak için 1964 ve 1992’de hayatta kalan müzisyenleri bir araya getiren konserler düzenlendi.
Başka bir müzisyenin hayatına daha bakalım dilerseniz.
İşte Mümtaz İdil’in kaleminden, Jara’nın katledilişinin hikâyesi:
“Victor Jara’yı Santiago (Estadio Chile) stadyumuna getirdiler. Gitarı yanındaydı. Stadyuma girer girmez Unidad Popular (Venseremos) şarkısını çalıp söylemeye başladı. Stadyumun yönetimi vahşi bir faşist olan Albay Mario Manriquez Bravo’nun elindeydi. Victor Jara’nın Venseremos’u söylemesi ve stadyumdakilerin de buna eşlik etmesi, albayı çok rahatsız etti.
Hiç uyarmadılar, tek kelime bile etmediler. Subaylardan biri gitarı Jara’nın kucağından alıp yere çaldı. Büyük bir uğultu yükseldi. Ardından kolundan tutup Jara’yı yere yatırdılar. Yüzükoyun yatıyordu ünlü müzisyen. Şili’nin bağımsızlık savaşçısı, devrimcisi. Subaylardan biri kollarından birinin üzerine ayağıyla basarak kıpırdamasını engelledi. Diğeri ise tüfeğinin dipçiğiyle Jara’nın parmaklarını kırdı. Defalarca vurdu, yılmadan vurdu, acımadan vurdu… Sonra subay öteki koluna geçti. Dipçik darbesiyle sağ elini paramparça eden diğer subay bu kez sol eline vurmaya başladı. Jara hâlâ mırıltı halinde Venseremos’u söylemeye çalışıyordu.
Şilili devrimci müzisyen, öğretmen, tiyatro yönetmeni ve şair Victor Jara (Victor Lidia Jara Martinez) 15 Eylül 1973’te faşist Pinochet rejimi tarafından katledildi. Ve ölürken bile halkına kısık bir nefes dahi olsa vermeye çalıştı, onların direncini yüksek tutmaya çalıştı. Neden? Jara’nın hayatı hangimizin hayatından daha değersizdi?”
Siz Arjantin’de iyi bir ailenin çocuğu olsaydınız... İyi bir eğitim almışsınız, sağlığınız yerinde, özgür bir ruha sahipsiniz, motosikletinizle bütün Güney Amerika’yı gezebilecek cesaretiniz de var.
Ama Meksika’da öyle bir adam tanıyorsunuz ki, size bütün Güney Amerika halkları için, ezilen tüm yerli halklar için bir devrim öneriyor.
Ne yapardınız?
Düşünmeden devrime katılır mıydınız?
Siz yapmazsanız bin yıllık sömürü devam edecek, çocuklar sefil ve aç kalacak, aydınlar zindanlarda çürüyecek. Bütün insanlığın sorumluluğunu sırtınızda taşımak zorunda hisseder misiniz kendinizi?
O yaptı ama...
Düşünmeden devrime katıldı.
Adı Ernesto Che Guevara...
Türkiye’de gencecik bir fidan olarak, iyi okullarda okurken, aynı sorumlulukla kendiniz için hiçbir şey istemeden, sadece halkınız için yaptığınız mücadele yüzünden darağacına gitmeyi göze alır mıydınız?
O aldı...
Adı Deniz Gezmiş.
Son olarak masalların büyük ismi Behrengi’yi de analım. Madem başkaları için kendini feda edebilmekten bahsediyoruz, Behrengi’yi anmamak olmaz...
“Artık ölüm korkutmuyor beni, ama hayattayken de onu arayacak değilim. Ölümle karşı karşıya gelince ki bu sık sık oluyor, kaçınılmaz bir gerçekle yüz yüze geleceğim. Ama önemli olan bu değil. Önemli olan, benim yaşamımın ya da ölümümün başkaları üzerinde bıraktığı etkidir.”
Faşist şah düzeninin baskısından kurtulmak için anlatımını masal olarak yapan büyük usta Behrengi, masallarında bizlere, yeni ahlak, yeni insan ve bu yeni insanın da ancak başkaları için kendini feda eden kahramanlar olduğunu anlatıyor. Diğer küçük balıklar için kendi yaşamını feda eden Küçük Karabalık gibi...
Hal Niedzviecki Dikizleme Günlüğü kitabında şöyle diyor:
“Bahsi geçen fırsat ilgi görme fırsatıdır; ilgi görmekse farkına varılmak ve hatırlanmak demektir. Birileri farkınıza varır ve sizi hatırlarsa, ölümsüzlüğe bir adım daha yaklaşırsınız...”
Bu kahramanlar hikâyenin sonunda acı ve ıstırap olduğunu bilmiyorlar mıydı? Cezalandırılabileceklerini ya da olabileceklerini düşünemiyorlar mıydı?
Elbette her şeyin farkındaydılar ama buna rağmen feda ettiler kendilerini. Bugün olsa belki yine aynı şeyi düşünmeden yaparlar.
Hepimiz özeniriz kahramanlara, dinlediğimizde içimizde kocaman bir ateş yanar, hepimiz onlar gibi olmak isteriz, hepimizin içinde bir kahraman yatmaktadır ama kendimiz kahramanlık yapmaya cesaret edemeyiz. Her duygu vardır insanda. Bizi biz yapan hangi duyguyu yaşayacağımızı seçmemizdir. Cesaretimizdir.
Bu kahramanların aldığı toplumsal sorumluluklarla bugün kendi çocuğunun, eşinin, annesinin, babasının, arkadaşının, kardeşinin sorumluluğunu bile
üstlenmekten kaçınan insanı karşılaştırır mısınız?
Karşılaştırmayın...
Çünkü onlar biricik...
Hayatı anlamlandırmanın biraz da kendinizi adadığınız şeyle ilgisi olduğu apaçık ortada değil mi?
Yaşamını sürdürecek pek çok nedeni var insanların ama uğruna fedakârlık yapacakları gerçek amaçları ve inançları yok. İşte çürüme de burada başlıyor zaten. Hayat değersizleşince, dostlarımız değersizleşince, amacımız değersizleşince doğal olarak kendimiz de değersizleşiyoruz.