Toplumların çıkmaz bir sokağa girdiği karanlık çağlarda hep bu olur biliyor musunuz? Yaşamlarını ve kaderlerini kendilerinin dışında başka odakların ellerine bırakanlar, daima içe dönme eğilimi gösterirler. Ne var ki insanın içi, tek başınalığın kuyusudur. Tek başına bırakılmış bir insanın yaratıcılığı ne kadarsa, üretimi ne kadarsa içine dönmüş insanın üreteceği çözüm de o kadardır.
“Diyalektiğin diliyle, nicelikten niteliğe sıçrama, bütünün, parçaların toplamından çıkarılamayacak ya da ona indirgenemeyecek nitelikler taşıdığı anlamına gelir. Hiçbir nöron kendi başına bilinçli değildir. Ama tüm nöronların ve bağlantıların toplamı öyledir. Sinir ağları nonlineer (doğrusal olmayan) dinamik sistemlerdir. Bilinç dediğimiz olguyu doğuran, nöronlar arasındaki karmaşık faaliyet ve etkileşimlerdir” diyor Troçkist politika teorisyeni ve yazar Alan Woods...
Fizikteki “Kesintisizlik İlkesi” maalesef birçok kişisel gelişim gurusu tarafından çok yanlış anlaşılmıştır. Hatta yanlış anlaşılmadı bile, bir ucundan tutulup mistisize edildi, hem de bile isteye...
Kesintisizlik ilkesi her ne kadar belirsizlik ve bilinemezlikle ifade edilse de aslında çok da öyle değildir. Bir atomaltı parçacığın tam konumu ve hızını bilmek imkansızsa da çok büyük sayılarda parçacığın davranışını büyük bir kesinlikle öngörmek mümkündür.
Alan Woods bunu bir örnekle açıklıyor;
“Radyoaktif atomlar ayrıntılı bir öngörüyü olanaksız kılacak şeklide bozulurlar. Oysa çok sayıda atom istatistiki olarak o denli güvenilir bir hızda bozunur ki, bilimciler tarafından Dünya’nın, Güneş’in ve yıldızların yaşını hesaplamak için ‘doğal’ saatler olarak kullanılırlar. Atomaltı parçacıkların davranışlarına hükmeden yasaların, ‘normal’ düzeyde işleyen yasalardan farklı olması gerçeği, tek başına niceliğin niteliğe dönüşümünün bir örneğidir.”
Max Planck tarafından ortaya konulan koşulların dizilişi, belirli bir noktada, inorganik maddenin organik maddeye yol açtığı ve nitel bir sıçramaya sebep olduğu tezi, ne anlamak istediğimize başka güzel bir örnektir.
Aslında söylemek istediğim tam olarak şu;
Bazı şeyler en küçük parçacıklarında bilinemez gibi görünse de bir bütün haline geldiğinde başka bir forma dönüşür ve bilinebilir hale gelir.
Kel kafa ve tahıl yığını örneklerinden yola çıkabiliriz. Bir saç telinin eksilmesi gür saçlı birinin başını kel yapmaya yeter mi?
Hayır.
Peki bir tahıl tanesinin eksilmesi tahıl yığınını “yığın” olmaktan alıkoyar mı?
Hayır...
Peki bir tel saç ve bir adet buğday daha eksiltelim...
Sonuç değişir mi?
Hayır.
Birer tane daha eksiltelim... Yine değişmez. Birer tane daha... Yine sonuç aynı...
Küçük parça bir araya geldikçe başka bir forma kavuşur bu örnekte olduğu gibi.
Bir insan yavrusu düşünün, bir ormana bırakılıyor ve nasıl olursa olsun bir şekilde bu insan yavrusu hayatta kalıyor. Büyüyor ve diyelim ki otuzlu yaşlara ulaşıyor. Bu insan yavrusunun bilincini düşünelim. Bir hayvandan sadece bir miktar farklı olabilir değil mi?
Bu insan yavrularından binlercesini aynı koşullarda bırakalım. Bırakılan coğrafi ve o bölgenin ekolojik yapısına uygun farklılıklar göstereceklerdir. Ama binlercesini tekrar yan yana getirsek ortak birçok şey söyleyebiliriz.
Evet insan çok özel bir yaratık. Hepsinin birbirinden farklılıkları var, parmak izi ve DNA yapısı gibi, ama bir araya geldiğinde üç aşağı beş yukarı nasıl bir davranış sergileyeceklerini bilebiliriz.
Psikoloji de son yıllarda bu insanın benzersizliği üzerinden bol bol prim yapıp bizi daha da fazla bireyselliğin kucağına atıyor. Halbuki psikolojinin içerisinden, tarih ve sosyolojiyi çıkarttığınızda elinizde hiçbir anlam ifade etmeyen bir olgu kalır.
Şimdi gelelim içe dönen insanın ürettiği edebiyata...
Bilinç akışı tekniği, son yılların öne çıkan yazım biçimlerinden.
Benim burada tartışmak istediğim nokta da tam olarak burası... İçe dönen, postmodern gericiliği içindeki insanın edebiyatına bakmak...
Yusuf Atılgan’da ve daha birçok edebiyatçıda bilinç akışı tekniğine rastlamak mümkün. Ancak tahıl yığını örneğinde olduğu gibi düşünelim bu meseleyi de.
Bir miktar bilinç akışı tekniği kullanmak kafayı kel yapmaz ama binlerce bilinç akışı tekniği, yani eserin tamamının bilinç akışı tekniğiyle yazılması bizi bambaşka bir yere götürür ki, bu niceliğin, niteliğe dönüşmesi gibidir. Artık bilinç akışı tekniği başka bir forma kavuşur. O artık bir şey olmaktan çıkıp hiçbir şey olma yolundadır.
Bilindiği üzere insan beyni bir dakikada binlerce düşüncenin akışına sahne olabiliyor. Düşünceler yeni sinapslar ve yeni yollarla beynimizde yeni ağlar örerler. Ama tüm bu yeni düşünceler ve yollar bizi çağımızın insanı yapan ön lobumuz sayesinde bir düzene sokulur ve en anlamlısını, en akla yatkınını kullanma eğilimi gösterir. Bir dakikada binlerce düşünceden belki de sadece bir tanesini seçer kullanırız.
Buna karşılık, bilinç akışı tekniği, insan zihninin ürettiği her düşünceyi, düşüncesizce takip etmektir diyebiliriz miyiz peki?
Olay örgüsünden ziyade insanın kullanmadığı halde ürettiği her düşüncesinin peşinden sürüklenip gidiyor olmak, kulağa önce çok cazipmiş gibi gelse de işin sonunda bütüne baktığınızda bir anlamsızlıklar yığınına dönüşür.
Yazan kişi veya anlatan veya gösteren sanatçı için bir miktar anlam ifade etse de, izleyici, okuyucu, dinleyici için takip edeceği, alıp kullanabileceği hiç bir durum oluşmamaktadır. Tek tek anlamlı gibi görünen düşünceler, bir araya geldiğinde anlamsızlıklar bütünü haline gelebilmektedir.
“Ben yazdım oldu, ben böyle düşündüm böyle yazdım, bu benim kişisel düşüncem, bu benim kendi zihnimden geçenler sadece” gibi saçma, niteliksiz, dayanaksız argümanlar da yazık ki postmodern düşünceyle hayatımıza girmiş oldu. Bu postmodern saçmalık, yazana veya genel olarak sanatçıya istediği gibi saçmalama hakkı verdi. 1990’larda iyice hayatımıza giren postmodernizm, etkilerini şiir eleştirilerinde göstermişti. Bir şaire sorduğumda “Neden bunu yazdın, neden böyle yazdın, burada ne anlatmak istiyorsun?” gibi sorulara aldığım yanıt hep şu oluyordu; “Böyle hissettim, bu benim özel düşüncem, kimse bilmese de bu benim gizli hissim vb.” cevaplardı.
Postmodern felsefenin saldırırsına uğrayan akıl, gerçeklik, bütünlük, evrensellik gibi çoğulcu yapıya büyük darbe indirmiştir. Bu kez tersi olmuş ve nitelik niceliğe dönüşmüştür. Bütünlük parçalara ayrılmış ve tek tek anlamsızlaşmıştır.
Postmodern düşünce belirli bir bütünlüğe ulaşmış olan toplumları, düşünceleri, sistemleri, sanatı, küçük bireylere bölmüş, farklılıkları putlaştırıp, farklılıkların bir bütün oluşturmasını totaliterlik olarak sunmuştur.
Aşırı bilinç akışı tekniği bizi postmodernizmin karanlık kuyularına götürmektedir. Anlamsızlığı anlamlandırma çabası bizi sadece daha yüksek bir anlam yitimine, olmadı mistisizme sürükler. Tanrı ve mistisizm önünde sonunda bilinemezlik üzerine kuruludur çünkü.
Elbette bireyin yüceliğini alaşağı etmiyoruz ama yaşadığı toplumun ve evrenin bir parçası, o büyük bütünün bir parçası olduğunu insandan yenide ortaklaşmacılık fikriyle bütünü yakalamamız gerekiyor.
Bütünün çıkarını düşünerek birey olmanın gücüne varmamız gerekiyor. Bütünden ayrı düşen her birey aslında yok olmuş bireydir.
Edebiyatta son zamanlarda bilinç akışı tekniği kullanmak sanki bir zorunlulukmuş gibi tuhaf bir gerçek ortaya çıktı. Bir eserin sanat eseri olabilmesi için bilinmezliğe gitmesi gerekiyormuş gibi bir baskı söz konusu...
Bunun sebebi ne dersiniz?
Tabii ki yukarıda bahsettiğim gibi toplumun aklını kaybetmiş, bütünü parçalanmış ve gerçekliği kaybetmiş olmasıdır.
Aşırı bilinç akışı tekniğiyle yazılmış bir esere samimi bir yaklaşımda bulunursak, sadece yazan kişinin anlayacağı ve sadece yazan kişiyi ilgilendiren gerçekliklerin peşinden giden bir edebiyat anlayışı da diyebiliriz. Sadece yazanı ilgilendiren gerçeklikler, okuru hiç mi hiç ilgilendirmeyebilir. Okur pekala “Madem ki herkesin gerçekliği kendine, yazanın gerçekliğinden bana ne. Onun gerçekliği kendine, benimki bana” diyebilir ve çok da haklı olabilir.
Kaç kişi Vüsat O. Bener’in yazdıklarından kendine bir sonuç çıkarabilmiştir ya da bir şey almıştır?
Bu soruyu korkusuzca sormak gerekiyordu ama artık kimse kusura bakmasın.
Sayısız okur var ki “Sadece ben anlamıyorum galiba. Herkes bu kadar sevdiğine göre mutlaka anlaşılır ve iyi bir eser olmalı. Ben bunu anlamayı beceremeyen tek aptal kişi olarak göze batmayayım, Ben de anlıyor ve çok seviyor, çok beğeniyor gibi davranayım” diyor.
Elbette sadece Vüsat O. Bener hakkında değil, daha pek çok postmodern fenomen yazar hakkında aynı düşünceler kol geziyor okurun zihninde. Kimse cesaret gösterip fikrini açıklayamıyor, sürüden ayılmayı göze alamıyor. Çünkü sürüden ayrılmanın bedeli çoğu zaman linç edilmek de olabiliyor.
Hatırlarsanız Hasan Ali Toptaş sevmeyenler edebiyattan anlamayanlardı, cahillerdi, zevksizlerdi, onlar ne bilirlerdi iyi edebiyatı... Doğu’nun Kafka’sı Hasan Ali Toptaş’ı anlamak kim onlar kimdi?
Oysa şimdi Hasan Ali Toptaş’ın eserlerindeki anlaşılmaz, tahayyül bile edilemez tasvirlerinin kimse için bir şey ifade etmediği üzerine rahatlıkla konuşabiliyoruz.
Şu örnek cümlelere bakar mısınız?
“Kuşsuzmuş gökyüzü, yani mavisi eksikmiş kuşlar kadar.”
“Kördüler üstelik kapılar gibi, sağırdılar duvarca.”
'Bu güvercin resmini sen mi yaptın?' dedim berbere.
'Ben yaptım,' dedi soğuk bir sesle; 'ama sen bunu daha önce de sormuştun.'
'Hiç anımsamıyorum,' dedim; 'demek ki unutmuşum.'
'Yine unutacaksın kuşkusuz, belki bir kez daha soracaksın.'
'Desene yaşam tekrarlardan oluşuyor...'
Yanıma oturmuş, gözlerindeki cellat gözleriyle gözlerimin içine bakıyordu. 'Tekrarlardan değil,' dedi; 'tekrarların tekrarından.' / Gölgesizler
Zaten hayat çoğu zaman akıl gözenekleri geniş ve gevşek olanların ağzından
konuşur. / Heba
Cümlenin ahenkli kelimelerle yakaladığı ses fonetiği aldatıyor okuru sadece. Cümlenin içindeki anlam bozukluğu yeterince ortadadır mesela.
Vüsat O. Bener’de ve bir ek daha yapayım Bilge Karasu’da olmayan şey sadece bu aforizmatik deyiş ve ses fonetiği sanırım. Adamlara yazık oldu ne Vüsat O. Bener ne de Bilge Karasu (gerçi Bilge Karasu tam 3 kez medya pazarlaması gördü) hiç okunmadı ama Hasan Ali Toptaş birilerinin pazarlamasıyla yüzbinlerce okundu.
Gorki’nin söylediği gibi, ben Rusya’da bir bakkalı anlatırken aslında Rusya’daki 10.000 bakkalın ortak yönünü anlatıyorumdur. Peki sadece kendisinin anlayacağı şeyleri yazan edebiyatçı, edebiyatın neresinde durur?
Bence onlar günlük yazıp sadece kendileri okumalılar.
Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz demek ki;
Edebiyat bir toplumun ahlakı ve kültürünü ve de dilini oluşturmada önemli bir araçtır ama edebiyatçıda neye hizmet ettiğini iyi bilmek zorundadır.
Bilinç akışı tekniği çıktığında devrimci bir yaklaşım olabilir ama zamanla ve aşırı dereceleri onu karşıdevrimci bir duruma sokmuştur.
Instagram
Twitter
Facebook