Ertürk Akşun Yazio: Aşkın Kimyası

Sanırım şu düşünceme herkes katılacaktır.  

Dünyanın en çok konuşulan konusudur aşk.  

Asıl soru şu:  

Dünyanın en çok konuşulan konusu aşk olduğu halde, üzerine en az araştırma yapılan konu  neden aşktır? 

Cevap biraz çetrefilli... 

O yüzden açıklaması biraz uzun olacak.  

Acaba biz aşk hakkında  sadece konuşuyoruz ama  cevabını aramak için  gerçekten hiç çaba harcamıyor muyuz?  

Kötü kullanılan her şeyin kirlenmesi gibi, gereksiz yere fazla kullanılan her şeyin içi boşalır.  Olur olmaz kullandığımız “aşk”  terimi gerçekten bize neyi ifade ediyor? 

Sorular bunlar, gelin birlikte bakalım  soruların cevaplarına.

Öncelikle beni bu yazıyı yazmaya iten sebebe kısaca değinmem gerekiyor ama. Yakınlarda yayınlanan Prof. Dr. Özgür Önen’in AŞKIN KİMYASI kitabı...

Birçok romanımda bu soruların cevabını sürekli sorgulamış  bir yazar olarak kitap elbette hemen dikkatimi çekti. Aşk hakkında  onca film, roman, şiir, deneme, türkü, mitoloji  okuduktan, dinledikten ve izledikten sonra bu kavramın gerçekte neyi ifade ettiğini bulabilirim diye merakla başladım kitaba. Haksızlık etmeyelim, öncesinde Ortega Y Gasset’in “Sevgi Üstüne”, Afşar Timuçin’in “Aşkın Diyalektiği” ve “Ölesiye Sevmek”, Arthur Schopenhauer “Aşkın Metafiziği”, Aliain Button’un “Aşk Üzerine” ve Eric From’un “Sevme Sanatı” kitaplarını okumuştum.  

Bu kitaplar  daha çok aşkın toplumsal yapısı ve biraz daha psikolojik ve felsefi yönelimleri üzerinde duruyorlar. Bu yeni kitapta ise beni asıl ilgilendiren, aşkın fiziksel yani beyindeki yansımaları ve değişmeleri, antropolojik yapısı ve sosyo ekonomik yansımaları oldu. Kitaba geçmeden önce konu üzerinde yazmış ve düşünmüş biri olarak öncelikle hemen şunu belirtmeliyim;  

Sevgi ve aşk birbirinden tamamen farklı iki duygu ve kavramdır. Mutlulukla Hazzın karıştırılması gibi bu iki kavram da sürekli karıştırılıyor. Halbuki “aşk” neredeyse sevginin tam zıddıdır, tıpkı  mutluluğun da hazzın zıddı olması gibi...  O zaman buradan da bir iki meseleye değindikten sonra asıl konumuza geçeriz.

Aşk mı sevgi mi? Mutluluk mu haz mı?

Sevgi, bir süreklilik arz eder, mutluluk gibi. Aşk kesik kesik ve patlamalıdır, tıpkı haz gibi... 

Mutluluk güveni sever, sürekliliği sever. Haz ise kesik kesik ve patlamalı bir süreç...  Ani ve beklenilmezdir.  Mutluluk gittikçe çoğalan bir duyguyken , haz  gittikçe azalan bir duygudur. Haz yaşandıkça azalır. Mutluluksa yaşandıkça çoğalır. Sen mutlu oldukça çevrendeki herkese o mutluluğu bulaştırırsın. Hazzı yaşadıkça yaşanılan deneyimin  değeri ve etkisi de düşer. 

Sevgi bir akıştır, bir kalpten diğer kalbe akan  ruhsal bir sudur ve sürekli akar, aktıkça çoğalır. Sen sevmeye başladıktan sonra sevgi çoğalır, mutluluğunu etrafına yayman gibi… 

Mutluluk bir tenin diğer tende bulduğu sıcaklıktır, haz ise boşalmadır, ani bir boşalma… 

Haz geçicidir, mutluluk ise uzun vadeli ve güvenle bire bir ilişkilidir, tıpkı sevgi gibi. Haz riski sever, mutluluksa güveni. 

Haz, sonlandığında  tükenmişlik hissi uyandırır, mutluluk ise devam ettikçe çoğalan bir duygudur. 

Aşk savaştır, iki farklı ordunun savaşıdır. Ölümcüldür ve her savaş gibi galibi yoktur. Şuursuzca ileri atılma isteği barındırır içinde. 

Sevmek eninde sonunda iki kişi arasındadır ve bir ortaklığı gerektirir. En azından içinde bir ortaklık fikri taşımak zorundadır. Ortaklıkta  “Nasıl gelişirim?” diye bir şey söz konusu değildir, “Birlikte nasıl gelişiriz?” vardır. Sevgi, iki insanın birbirini geliştirmesidir. 

Aşk ucuz bir delilik, sevgi pahalı bir uğraştır.  

Aşk patlamalıdır, boşalmaya bakar. Boşalmadığı zaman, daralır ve zarar verir, boşaldığında ise  etkisini epeyce yitirir.  

İnsan susadığı zaman, en çok arzu ettiği şey sudur, ama bu suyu sevdiği ya da  suya aşık olduğu anlamına gelmez. Arzularımız, sevgiden farklı olarak, tatmin edildiğinde değeri kaybolan duygulardır. 

Hazzın doruk noktasında akıl en diptedir. “Haz” bir erime şeklidir. İnsanın haz anı, buzun suya dönüştüğü andır… 

Şu unutulmamalıdır: Bir duygunun fazla tatmin edilmesi de, hiç tatmin edilmemesi de aynı şekilde arızaya neden olur. Aşırı haz düşkünlüğü hazzın zevkini düşürür. 

Sadece canlılar arasında susamadan su içen, çoğalmak amacı gütmeden sevişen canlılar insanlardır. Aşk, sekse giydirilmiş  entelektüel bir kılıftır.  

Aşk ve sevgi arasındaki farkı bakın Afşar Timuçin “Aşkın Diyalektiği” kitabında nasıl tarif ediyor? 

'Aşk sevgiyi kendinde barındırır ama o sevgiden daha çok bir şeydir. Ayrıca zaman zaman düz sevgiyle hiç ilgisi olmayan görünümler ortaya koyar. Aşk elbette sevginin uzağında, sevgiyi dışlayan bir şey değildir, ancak o salt sevgiyle bağdaşmayacak nice duyguları barındırır. Aşkın bir kin olduğu ya da kin gibi yansıdığı durumlara rastlayabiliriz. Aşk yapıcı olduğu kadar yıkıcı, sevecen olduğu kadar kırıcı özellikler de gösterir.'  

Ortega Y Gasset  “Sevgi Üstüne” kitabında konuya şu şekilde yaklaşır:

'Bir şeyi arzu etmek, kuşkusuz o şeye sahip olmaya doğru ilerlemek demektir (sahip olmak burada bizim bir parçamız olmasını istemek anlamındadır) Bu nedenle arzu, doyurulur doyurulmaz söner, doyumla birlikte sona erer. Oysa sevgi sonsuza dek doyumsuz kalır. Sevgi arzunun tam tersidir, çünkü baştan sona etkinliktir. Sevgide, nesnenin bana gelmesi yerine, ben nesneye giderim ve onun parçası olurum.'

Bu uzun girizgahtan sonra gelelim bize ve bu yazıyı yazdıran kitabımıza;

Özgür hoca, “Aşkın Kimyası” adlı kitabında önce aşkın fizyolojik olarak incelemesini yapıyor. Aşkın beynimizde ne gibi değişimlere sebep olduğunu açıklıyor.   

“Aşk, fena halde madde bağımlılığına benzer” diyor mesela ve şöyle açıklıyor bunu:

“Madde bağımlılığının, bağımlılık oluşturan madde her ne olursa olsun, geçerli sayılan birtakım ana belirtileri vardır ki ilki obsesif aramadır.

Obsesif arama durumunda kişi maddeye ulaşmanın yollarını takıntılı şekilde düşünür ve zamanının önemli bir kısmını, diğer iş ve aktivitelerini aksatacak şekilde harcar. 

Aşk, genel bakış açısıyla, tarif ettiğimiz bu bozukluklara hayli benzer. Âşık insan, obsesif şekilde sevdiği kişiyi düşünür. Kafasından onunla ilgili düşünceleri atmak istese de, hatta bu düşünceleri onu rahatsız etse de başaramaz. Bazen anlamsız bir soru sorar, bazen bir şekilde sadece karşı karşıya gelmeye çalışır. Âşık için sevdiği insan gündüz hayalinde, gece düşündedir. Hep aklının bir yerindedir. Etrafta ne olursa olsun o bir köşede durur. Hiçbir şekilde gitmez.” 

Bu benzetmeyi yaptıktan sonra  aşkın beynimizdeki kimyasal  ipuçlarını ve nasıl işlediğini, nelere sebep olduğunu bilimsel ama kolay anlaşılır  bir dille  anlatıyor.  

Sonrasında insanın evrimsel olarak aşkı bulmasını, aşkın neden gerekli olduğunu evrimsel açıdan açıklamaya başlıyor.

İnsanın Eşleşme Stratejisi

1. İnsan yavruları uzun süreli bakıma ihtiyaç duyarlar, doğumdan sonra çok çaresizdirler, sütten kesildikten sonra da uzun süreli bakıma muhtaçtırlar. Yani diğer birçok canlıda olduğu gibi doğar doğmaz ayakta durmaya, koşmaya başlamazlar. Çocuklar 4-5 yaşında bir grubun içinde daha büyük çocuklar tarafından bakılabilir, yani ağabey ve ablalarından destek alınabilir. 

Ancak ergenlik döneminde kendilerine bakabilecek duruma gelirler. Ayrıca insanların sosyal ilişkileri ve üretim şekilleri de çok karmaşıktır, bu nedenle uzun bir süre boyunca çocuklara nasıl davranmaları gerektiğinin öğretilmesi gerekir. 

2. Bir insanın üreme kapasitesine ulaşması uzun zaman alır. 

3. Üreme ve büyüme aynı anda sürdürülemez, birine daha fazla enerji harcanmalıdır. Yani, enerji ya üremeye ya da büyümeye harcanabilir, ikisine aynı anda harcanacak kadar enerjiye ulaşmak zordur. Bu tüm canlılarda böyledir; genelde büyük canlılar daha geç üreme olgunluğuna ulaşır. Mesela filler ya da balinalar... 

Küçük canlılar ise (örneğin fareler) çok daha çabuk üremeye başlarlar. İnsanlardaki bütün evrimsel çözümlerin avcı/toplayıcı gruplarının ihtiyacına göre şekillendiğini aklımızda tutmalıyız. Bu topluluklarda iyi bir işlev gösterebilmek, örneğin iyi avlanabilmek için, alet yapmayı ve kullanmayı, dili etkin şekilde etkileşim için kullanabilmeyi, işbirliğini, iş bölüşümünü, diğer insanların niyetlerini anlayabilmeyi, onlardan kazık yemeden onlarla paylaşabilmeyi ve karşılıklı yardımlaşmayı öğrenmiş olmak gereklidir. 

Bütün bu işlevler için beynin belli bir gelişim düzeyine gelmesi lazımdır. Dolayısıyla büyümeye ve gelişmeye, uzun bir zaman ve kaynak ayırmak gerekir. 

Eğer ulaşılan enerji miktarı artarsa doğurganlık daha çabuk başlar. Nitekim günümüz toplumlarında aşırı yağlı ve kalorili besinlere ulaşmanın kolaylığı, özellikle kız çocuklarında ergenlik yaşının düşmesine, yani daha erken dönemde doğurgan hale gelmelerine neden olmuştur. 

4. Kadınların yumurtlama dönemleri gizlidir, yani dışarıdan anlaşılmaz. Birçok canlıda dişilerin yumurtlaması dışarıdan anlaşılabilecek koku, ses ve görüntü değişikliklerine neden olur ve yumurtlama dönemleri dışında cinsel ilişki görülmez. İnsanlarda ise yumurtlamanın gizli olması cinsel ilişkinin sürekli olmasına yol açmıştır. 

5. Doğumlar arası süre kısa olduğu için aynı anda bakıma ihtiyacı olan çok sayıda çocuk vardır. Kadınlar yaklaşık 2 yılda bir doğum yapabilirler. Bu nedenle aynı kadının yeni doğmuş, 2, 4 ve 6 yaşında çocukları bir arada bulunabilir ve hepsinin de bakıma ihtiyacı vardır. 

6. Kadınlar menopoza girer ve menopozdan sonra uzun süre yaşarlar. Bu nedenle toplumda çocuk bakımı ve diğer alanlarda rol almaya devam ederler. 

7. Çocuklara anne dışındaki bireyler de bakar, çocukların bakımına yardımcı olurlar. Yani insanlar çocuklara işbirliği halinde, grup olarak bakabilirler. Bakım sadece anneden değildir, babalar da bakımda yer alır. Bireylerin genetik yapıları birbirine ne kadar yakınsa yardımlaşmaları o kadar artar. Yani anneler kızlarına, kız kardeşler birbirlerine örneğin kuzenlerine olduğundan daha fazla yardım ederler. Bu şekilde, kendi gen havuzlarını korumuş olurlar. 

Erkekler açısından daha çok kadını döllemek, daha iyi bir evrimsel strateji gibi görünmektedir. Ancak, insan bebeklerinin ne kadar fazla bakım gerektirdiği göz önünde tutulursa, bu içgüdü çok da iyi sonuçlar vermeyecek bir stratejidir. Erkekler olmasa da insan yavruları büyür ama yeterli kalori olmadan büyüyemezler.

Kitabın önemli sorularından biri de şu: Aşk bir modern zaman icadı mıdır?

'Romeo ve Juliet', Frank Bernard Dicksee, 1884.

Bu benim daha çok üzerinde düşündüğüm ve okuduğum bir konu olduğu için burada biraz araya girmek istiyorum.  

Aşk nedir? 

Aşk sandığımız gibi insan doğamızın bir ürünü müdür? 

Aşk bizim doğamızın bir parçası değildir; sonradan, hayvansı cinsel birleşmeye karşı uydurmuş olduğumuz bir güzellemedir. Kendimizi hayvanlardan ayırmanın entelektüel bir sonucudur. Aşk eşitler arasında gerçekleşen bir eylemdir. İnsanın karşı cinsine eşit olduğu zamanlarda ortaya çıkar. İlkel avcı toplayıcı toplumlarda kadın ve erkek eşitti, ne zamanki yerleşik düzene geçildi ve kadın ikinci sınıf insan olmaya itelendi işte ondan sonra kadın ve erkek arasındaki aşk da bitti.Aşk kavramı ortaçağda kabul edilemeyen aşağılık bir durumdu. Hastalıktı. 

Ortaçağ insanı kendini tanrıya emanet eder, bedenen ve ruhen sadece tanrıya ait olurdu. Sadece tanrının emrettiği çoğalma için kullanılırdı bedenini. Birliktelik ve sevişmek sadece bunun içindi. Ortaçağ Hıristiyan  inancı cinselliği bir haz konusu haline getirir ve karşı çıkar. Cinselliği sadece evliliğe indirger. Halbuki aşk, daha önce de dediğimiz gibi cinselliğin entelektüel kılıfıdır. Evlilik ve aşk kavramları ise kesinlikle aynı şeyler değildir. Evlilik bir kurum, aşk bir duygudur.Aşk seks için uydurulmuş bir kılıftır dedikten sonra bunu açmak zorunlu hale geliyor.  

Seks bütün hayvanlar alemi için nesli devam ettirmek üzere gerçekleştirilen bir eylem... Seks yapabilmek için  karşı cinslerin birbirini beğenmesi gerekiyor. Bu çoğunlukla erkek cinsin kendisini dişi cinse beğendirmesi olarak karşımıza çıkıyor tabii.   Erkek kuş dişiye kendini beğendirmek için  parlak renkli tüylerini gösterişle sergiler, davetkar danslar eder, güzel sesler çıkarır... Bazıları ise gücünü gösterir, bazıları hızını… Ama bir genelleme yapacak olursak birleşme için karşı tarafa kendini beğendirmeye çalışan taraf erkek cinsidir. Seçen tarafsa daima dişidir.  

Peki dişi bu seçimi neye göre yapıyor? Türün sağlıklı devamı için kendisine seçtiği erkeği türü  sağlıklı devamlılığı adına güçlü  geni  seçiyor. Aslında insanlarda da durum buydu, anaerkil toplumlarda (hala insan ırkı için en uygun yaşam şekli anaerkil toplumdur, hatta şöyle de diyebiliriz; mutluluk anaerkil toplumdadır.)  

Erkek kendini beğendirmek zorundaydı.  Gelişen insan (hem kültürel hem de beyin olarak)  ilkel sekse anlam verme çabasına girişti ve bu anlam yükleme işini aşk gibi güzel bir kavramla yaptı. Aşk; hayvani cinselliğimizi örtmek için uydurulmuş en güzel tanımdır.  

Rönesansla birlikte insanın kendini tanımaya başlaması, benlik duygusunun minicik de olsa ortaya çıkması aslında aşkı da doğurdu. Aşk kavramı bireyin ortaya çıkmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır.  

O yüzden aşk; burjuva devriminin önemli bir parçasıdır.  

Aşk ancak eşitler arasında var olabilen bir duygudur. Taraflar eşit değilse, bir taraf köle olarak kalır  ya da biat eden olur.  Hiçbir efendi kölesine aşık olmaz, kullanır, eziyet eder, hizmetini gördürür ama asla aşık olmaz.  

Eski Yunan’da ve Roma’da da aşk ancak erkekle erkek arasında yaşanabilen  bir duyguydu. Çünkü entelektüel ve sanatsal üretim sadece erkelerin elindeydi.  Aynı şey Osmanlı dönemi için de geçerlidir. Divan edebiyatını incelememiz yeterlidir bu düşünceyi ispat etmek için. Çünkü aşk eşitler arasındadır. Kadın ile erkek eşitliğinin olmadığı yerlerde aşktan bahsedilmez.  

Agafya romanımda bahsettiğim gibi 1920’lerde Ekim Devrimi’nden kaçıp gelen Rus asilzade hanımefendilerde gördü Türk erkeği ilk defa kadınlığı. Aynı masada yemek yemeyi, dans etmeyi, bir kadınla edebiyat ve sanat üzerine sohbet etmeyi deneyimleyen  Türk erkeği bir kadına aşık olunabileceğini anladı böylece. Bizim toplumumuzda da ancak 1930’lara gelindiğinde kadın erkek aşkından söz edilebilir. İki taraftan söz edilecekse,  hem erkeğin hem de kadının birey olması ve eşit olması gerekmektedir.  

Ülkemizde kadın ancak 1930’larda birey olmaya başlamıştır. 

Yani aşk, bireyin, yani burjuva devriminin bir ürünüdür.  

***

Tekrar bu uzun aradan sonra kitabımıza dönebiliriz sanırım.  

Bu arada kitabın her bölümünün sonuna  ünlü eserlerin ünlü aşık kahramanlarına yer verilmiş ki bu kitabı daha okunur ve heyecanlı hale getiriyor.  Dünyaca Ünlü Aşıklar bölümlerinde, Charlotte Bronte’in Jane Eyre’si, Shakespeare’in Othello’su, Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac’ı ve yine Shakespeare’in  Romeo ve Juliet’i hem bir edebi eleştirmen hem de aşk üzerine çözümleme yapan bir psikiyatrist gözüyle kitapta anlatılan aşk meselesini  çözümlüyor.

Sonrasında “Aşk bir idealleştirmedir” diyor hocamız ve ekliyor:

“Bu dönüşüm için karşıdaki kişinin idealleştirilmesi gereklidir, yani âşık olunan, karşıdaki kişi değil, o kişinin zihnimizde idealize edilmiş halidir. Bu nedenle, idealleştirme olmadan aşk olamaz. Aşk, gerçek kişiye değil onun zihindeki idealleştirilmiş hayaline yöneliktir. Bu yüzden aşk ne kadar gerçeküstüyse, ne kadar hayali ise, o kadar “gerçek” hale gelir. O halde aşk, iki kişi arasındaki bağ değil, bir kişinin kendi zihnindeki bir idealden ibarettir.” 

Ben de Ateş kitabımda durumu şöyle ifade etmişim yıllar önce;  

Geminin güvertesinde oturuyorum. 

Geminin ve benim yanımız sıra giden martı sürüsünü izliyorum. 

İçimden, kimseciklere söylemeden, gözlerimle bir martı ayırıyorum kendime. 

O artık benim martım. 

Kanat çırpışını, sürüden ayrılıp geri dönüşünü, bakışlarını izliyorum. Onu diğerlerinden ayırdığım için onunla benim aramda bir bağ oluşuyor. 

Aşkı düşünüyorum, âşık olduğum kadınları… Acaba onları da hiçbir sebep olmadan sürüden ayırıp, sadece kendime ayırdığım için mi benim kadınım oluyorlar? 

Ama şu martılar arasından bir başkasını da seçebilirdim. Belki sadece seçiyoruz ve seçtiğimiz şeye bağlanıyoruz. Belki de seçtiğimize bütün anlamı kendimiz yüklüyoruz. Seçmediğimize nasıl bütün kötü özellikleri yüklüyorsak, seçtiklerimize de karşımızdakinde olmayan kendi güzelliklerimizi yüklüyoruz. 

Afşar Timuçin ise  konuya şu şekilde yaklaşıyor.  

'Aşk gerçekte herhangi bir kişiden olağanüstü bir kişi yaratmaktır. O bir yüceltme edimidir. Tartışmadan yüceltme eğilimindedir. Aşk karşısındakini yani sevgiliyi yüceltmekle başlar.' 

Başka bir yerde şunu da söylemeyi ihmal etmiyor:

'Aşık kişi eleştiriye kapalıdır ve ödün vermeye hazır değildir. Çünkü o eşsiz olanı bulmuştur ve onu elden kaçırmak istemez. O her ödünün aşkı için bir yıkım anlamına geldiğini bilir.'  

Ortega Y Gasset ise şu şekilde katkı sunuyor konuya:

'Aslında çoğu zaman bir tek şeyin ötekilerden ayrıldığını görürüz; o şey ötekilere yeğlenmiş, özel bir ışıkla aydınlatılmıştır; zihnimiz ona yoğunlaşarak sanki parlaklığını artırmıştır.'

Aşkın Kimyası, ilerleyen bölümlerde  bize aşkın yansımalarını anlatan bir başka bölüm daha sunuyor.  

“Aşk, bizi şu anda var olduğumuz şey olmaktan çıkarır, bizi geliştirir ve farklı bir şey haline getirir. Bunun olması için, âşık olduğumuz kişinin zihnimizde bizi geliştiren, “ideal bir kişi” halinde olması gerekir. 

Bu yüzden aşk ilişkinin başında daha kuvvetlidir, çünkü ilk zamanlarda ilişkinin bizi geliştireceğine, farklı bir insan yapacağına, hayatımızı daha güzel, daha anlamlı hale getireceğine dair ümidimiz daha güçlüdür.

Aşk, karşımızdakinin bizi etkilemesine ve değiştirmesine izin verdiğimiz ve bunu istediğimiz durumdur. Aşk, diğerinden aldığımız ama onu eksiltmediğimiz, diğerine verdiğimiz ama kendimizin eksilmediği bir ilişkidir. 

Aşkın altındaki temel dürtü, korkmadan diğer bir insana yakın olmak, asla hayal kırıklığına uğramayacağımıza ikna olmuş bir şekilde kendimizden vermek, aldatılmayacağımızı bilerek elimizden gelenin en iyisini yapmaktır. 

Aşk bizi güç ilişkisinden kurtarır. Aşk geçmişi arkada bırakmaktır. Tekrar kendine güven duymaktır. Hesaplardan ve bencillikten uzaklaşmaktır.”  

Yine başka bir yazar La Rochefoucauld şu şekilde ifade eder durumu: 'Tüm tutkular bize yanlışlar yaptırır, en gülünç yanlışları da aşk yaptırır.'  

Aşk tanımlarına Afşar Timuçin de şu şekilde bir katkı sağlar:

“Bir şiir nasıl benzersizse bir aşk da öyle benzersizdir. Zaten sanatta aşkı andıran ve aşkta sanatı düşündüren bir şeyler vardır.” der ve şu eklemeyi de yapar. “Her aşk kendine göre bir yapıttır. Her yapıt gibi onda da bütün insanlığı bulursunuz. Her aşk kendi içinde kendi varoluş koşullarını taşır ya da yaratır. O yüzden her aşk kendince büyük kendince önemlidir, kendi olmakla gülüdür.”

***

Kitabın son bölümünde aşkın yansımalarını ve çağımızda yaşanan aşk şekillerini bize hem bilimsel hem de kendi kişisel terapilerinde yaşadığı olaylardan yola çıkarak açıklıyor Prof. Dr. Özgür Öner. Patalojik aşk nedir ve nasıl gözlemlenir, karşılıksız aşk ve musallat aşk konularını örnek hikayelerle ve bilimsel argümanlarla anlatarak  zengin içerik sağlıyor okuyucuya.

Beni bu bölümde en çok ilgilendiren konu “Narsisist Aşk” oldu.

'Narcissus', Caravaggio, 1594-1596.

Richard Sennett meşhur kitabı ‘Kamusal İnsanın Çöküşü’nde çağımız insanının en önemli sorunu olarak narisisizmi  ortaya atıyor. “Benlik” bu kadar değerleştirilen bir kavram  olunca elbette narsizmin doğması da kaçınılmaz...

Richard Sennett şöyle açıklıyor narsisizmi;  

“Klinik anlamda narsizm, kişinin kendi güzelliğine duyduğu aşk şeklindeki popüler görüşten kesin olarak ayrılır. Daha geniş anlamda, bir karakter bozukluğu olarak, neyin benliğin tatmininin alanına ait, neyin bu alanın dışında olduğunun algılanmasını engelleyen kendine dönüklük halidir . ‘Bu kişi ya da olay benim için ne ifade eder?’ şeklindeki bir takıntıdır.” 

'Narsizm kendini en yaygın şekilde bir tür ters çevirme işlemi ile belli eder: ‘keşke daha fazla hissedebilseydim, gerçekten hissedebilseydim, o zaman başkaları ile ilişki kurabilir, gerçek ilişkilere girebilirdim. Yazık ki, hiçbir karşılaşma anında yeterince bir şeyler hissetmiyorum.’ Bu ters çevirme işlemi görünürde kendini suçlamayı içermektedir, ama bunun altında ‘Tüm dünya beni atlatıyor’ hissi yatmaktadır.” Ve şöyle devam ediyor: “Narsist duygular daha çok, yeterince iyi miyim? Yeterli miyim? Gibi saplantılı sorular üzerinde odaklanır.”  

Narsist ilişkilerde değerli olan kişi, değerli olan hayatını anlatmayı bitirdiğinde karşısındaki insanla da ilişkisi bitmek zorundadır.  

Narsisizm insanın kendi iç malzemesiyle kendine kimlik bulma çabasıdır. Halbuki insan kendini ancak başkalarının varlığıyla tarif edebilir.  

Ve Sennet’ten yaptığımız şu alıntıyla kuvvetlendirebiliriz  konuyu, “ Narsizm böylelikle, hem benliğin gereksinimlerine tam anlamıyla gömülme, hem de gereksinimlerin tam olarak doyurulmasını engelleme şeklinde ikili bir özelik taşır.” 

Ece Baban’ın “Hepimiz Aynı Sürüdeyiz” kitabından bir alıntı yaparak aşk meselesine son  noktayı koymanın zamanı geldi sanırım. Yoksa bu konu başlı başına birkaç kitaplık bir çalışmayı gerektiriyor.  

“Aslında dikkat çekilmesi gereken kendi hayatlarımızı yaşadığımız, özel ve biricik olduğumuz, sürüden ayrıldığımız, farklı olduğumuz duygusunun size verilen ve nasıl özgür olacağımızın yazılı olduğu reçeteye göre başkaları tarafından belirlenmesidir. Aynada sadece kendine bakan insan dünyayı da sadece kendisinden ibaret zanneder. Bu anlamda sosyal medya platformlarında kendine bakıp, kendisini filtrelerle mükemmelleştirmeye çalışan birey, görünenin gerisindekilerini fark edemez. Böylece etraf kendini en en en göstermeye çalışan ve hepsi de diğerlerinden farklı olduğunu düşünen aynı bireyler ile dolup taşar.”  

Peki aşkın ideal olanı var mıdır? 

İdeal olanı bulmak bu yazının konusu değil elbette. Ama biz yine de minicik bir giriş yapabiliriz sanırım.  

Cehaletin bir göstergesi de cahil kişinin her şeyi kendisiyle başlatmasıdır. Cahil için kendinden öncesi ve kendinden sonrası yoktur. “Bilinç eksikliği kadının erkeği kadın gibi, erkeğin de kadını erkek gibi görmesi sonucunu doğuruyor. Bu, karşıdakini anlamaktan ve kendi ruhsallığını karşındakine yansıtmaktan başka bir şey değildir. Bilinç yetersizliğinin en önemli belirtilerinden biri herkesi kendi gibi düşünmektir.” diyor Afşar Timuçin. 

Maalesef ki hepimiz bencilliğin sınırında gezerken kadını erkeğe, erkeği de kadına benzetmeye çalışıyoruz. Kadın erkeğe benzer, erkek de kadına benzerse aradaki zıtların birliğinin çekiciliği de yok olacağından ilk önce aşkı öldürmüş olacağız. Doğa farklılıklarıyla güzeldir oysa, kapitalizm sürekli güzeli öldürmek peşinde. Oysaki kadınla erkek arasındaki doğal çatışkının türün devam etmesi için en önemli neden olduğunu gözden kaçırıyoruz.  Kapitalizmin bize şu an dayattığı tek şey herkesi birbirine benzetmektir.  

İnsanoğlu çağlar boyu birçok salgın, savaş ve kıtlık yaşamış her birinden bir şekilde kurtulmayı bilmiştir. İnsan birçok şey olmadan yaşayabilir, günümüzün ihtiyaçlar listesine bir göz atmamız yeterlidir. İhtiyaçlarımızın çoğu karşılanmasa bile yaşayabiliriz ama sevgisiz, aşksız bir dünya düşünebiliyor musunuz? Güzelin olmadığı bir dünyada kim yaşamak ister ki? 

Çağımızın insanı aşkın yerine ya kaba cinselliği koymaya çalışıyor ya da daha kolay olan, yeni eğlence ve haz araçları geliştiriyor.  

Aşk temelinde cinsel isteğin uygarlaşmış, entelektüel hali demiştik. Yani temelde cinsellik… Afşar Timuçin’den bir alıntı daha yapmam gerekiyor bu noktada;  

 “Aşk cinselliğin karşıtı değil insanlaştırılmış biçimidir. Aşk insan olma koşullarına uyarlanmış cinselliktir, buna göre kendi olanaklarıyla yetinen doğal ortam olduğu kadar kendinde her zaman bir aşkını arayan kültür olmalıdır.”  

Şunu söylemeden de geçmemek lazım. Cinselliğin bu kadar kolay ulaşılır hale gelmesi cinselliğin de değerini düşürmektedir. Değer önemli bir konu. Ahlak değerleri, sanat değerleri, iktisadi değerler, inanç değerleri gibi birçok değerden söz edebiliriz. Cinselliğin değerinden bahsedeceksek, buna verilen emek miktarı ve az bulunur olması önemli... Emek vereceksiniz ve az bulunur olacak.  

Bir şeyi aşırı derecede kolaylaştırmak, kolay ulaşılır hale getirmek, içinden emeği çıkarmak o şeyin ucuzlamasına sebep olur. Ucuzlayan şey de bir süre sonra istenmez hale gelir. Eskiden müzik dinlemek için verdiğimiz emeği hatırlıyorum. Plaklar, kasetler, cd’ler, karışık kasetler, karışık cd’ler…  

Cinselliğe bu kadar kolay ulaşmanın sonucunda cinselliğin artması değil sonucunda cinselliğin yok olmasına sebep olacaktır. Cinsellik yok olduğunda  aşktan sanırım söz edemeyeceğiz.  

Ahlakla, doğruyla, merhametle, güzelle tüm bağlarını koparmış görünen günümüzün insanı işte tam da bu yüzden hayatına bir anlam katamıyor. Gerçek anlamını tam olarak kavrayamadığı soyut bir mutluluk peşinde sürekli ama asla güzel kavramı olmadan onu bulamayacağını henüz bilmiyor.

Instagram

Twitter

Facebook

Popüler İçerikler

Almanya’da Noel Pazarına Saldırı: Saldırgan Suudi Arabistan Vatandaşı Bir Doktor Çıktı!
Sosyal Medyada Süren Öğretmenlik Tartışması: Az Çalışıp Çok mu Maaş Alıyorlar?
Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı