Gazeteci Mehmet Altan: Başbakan, 'Ben artık ustalaştım. Kimseye bir şey sormama gerek yok' dediği an, Türkiye bitti
Gazeteci Mehmet Altan , Başbakan Tayyip Erdoğan ’ın Soma faciası sonrası gösterdiği sert tepkiler için, “ Tayyip Erdoğan’ın bireysel kimliği ile tüzel kimliği (Başbakanlığı) arasında ayrım yapabilecek bir donanımı yok. O, kendisini Türkiye’nin padişahı zannediyor! İktidar kendisi için en vazgeçilmeyecek unsur. Yolsuzluk, hukuksuzluk da geri dönülemeyecek noktada olduğu için kendini bir kaplan üstünde hissediyor. Oradan da inemiyor. Her negatif olayı, kendine karşı bir hakaret olarak niteleyip üstünü örtmeye çalışıyor” dedi.
Bugün gazetesinden Fatih Vural ’a konuşan Mehmet Altan, Türkiye’deki çalışma koşullarını ve siyasi ortamı anlattı. Fatih Vural’ın söyleşisi şöyle:
Türkiye’de her gün 3 işçinin öldüğünü belirten Mehmet Altan, “Ama bizim vicdanımız tek bir insanın ölümünü çığlık için yeterli görmüyor. Bu ülkede cinayet ekonomisi var” diyor.
Türkiye’de işçi güvenliği üzerine ısrarla yazan, çok az gazeteciden birisiniz. Bir gün Soma gibi bir facianın geleceğini düşünmüş müydünüz?
Soma meselesi, Türkiye’de vicdan eşiğinin nasırlaştığını gösterir. Çünkü Türkiye’de sürekli ve düzenli olarak, her gün 3 işçi ölüyor. Bu insanlar, Almanya’da olsa yaşayacak iken, Türkiye’de yaşayarak ölüyor! Her yüz günde bir, Soma faciasındaki/katliamındaki kadar insan zaten ölüyor. Ama bizim vicdanımız, tek bir insanın ölümünü, çığlık atmak için yeterli görmüyor.
Türkiye, Avrupa’daki ölümlü iş kazalarında birinci! Dünyada da Çin’den ve Meksika’dan sonra üçüncü! Onun için Soma benim için bir sürpriz değil. Esenyurt’ta 13 işçi, cayır cayır yandı. Naylon bezler içinde yatırılmamaları gerekiyordu. Unutuldu gitti. Afyonkarahisar’da 25 askerimiz paramparça oldu. Sebebi hâlâ belli değil. Başbakan, “N’olacak, İstanbul’da deprem olsa, 5 milyon kişi ölecek” dedi. Van’da mahkûmlar kilitli kaldığı arabanın içinde yandı. TEDAŞ çalışanları bağıra bağıra boğuldu. Davutpaşa’da ölenler için yönetim soruşturma izni vermedi. İkitelli’de yağmur yağdı, 30 kişi öldü. 8’i araba içinde kapalı kalan, kadındı. İktidar, toplumsal acizlikten doğan negatif fotoğrafları tab etmiyor, unutturmaya çalışıyor. Türkiye’de, ‘cinayet ekonomisi’ var.
Nasıl işliyor bu ekonomi?
19 yıldır, madencilerin ölmesini engelleyecek Uluslararası Çalışma Örgütü ’nün 126 No’lu Genelgesi’ni imzalamamak, “Ben bunların öldürülmesinden yanayım” demektir.
Neden imzalanmıyor bu genelge?
Çünkü bunu imzaladığın an, yapacağın yatırımla, teknolojin yeterli olmadığı için üretkenliğini artıramıyorsun. Soma’da olan, üretkenliğe dayalı ama insan canını korumaya dayalı olmayan bir taşeron sistemidir. Kamuya ait bir madeni, ‘devlet eliyle fert zengin etme’ anlayışıyla birisine veriyorsun. Ne çıkartırsa, alıyorsun. Orası zaten devlet tarafından yeterince kullanılmış. Posasından üretimi artırıyorsun.
Birisi zengin ediliyor. O memnun kaldıkça da daha fazla imkân açıyorsun. Herkes bireysel olarak paçasını kurtarmak, sınıf atlamak, saraya ulaşmak derdinde. Böyle olursa, mağdurların trajedileri ilgi alanınıza girer mi? Türkiye’de 19 milyon araç var. 5 milyonu muayeneden geçmemiş. Canlı cenazeler halinde dolaşıyoruz. İnsana değer vermeyen toplumlarda bunlar konuşulmaz.
Taşeronluk sistemi neden bu kadar yaygınlaştı?
İki nedeni var. Birincisi, imalat sanayi, yani gerçek işçi sınıfı, yani proletarya, tarih sahnesinden çekiliyor. Tüm dünya ortalamasında, fiili proletarya oranı, yüzde 16. ABD’de yüzde 12. Nasıl ki Sanayi Devrimi’nde köylülük eski gücünü kaybettiyse; Sanayi Sonrası Toplum’da da işçi sınıfı ağırlığını kaybetti. Milyarlarca işçiyi, yeni hayata taşımak çok güç. Türkiye de 25 yaş üstü nüfusun 6 buçuk yıl okuduğu, mesleksiz bir toplum. 23-24 milyon insan çalışıyor. Yüzde 60’ının mesleği yok. Hayata karşı donanımlı olmadığın vakit, üç kuruşa, hayatını riske ederek taşeronluk sistemine dâhil oluyorsun.
Veriler bu kadar sorunluyken, ‘orta sınıf büyüyor’ açıklamaları, bir illüzyon mu?
Türkiye’nin sosyolojik yapısı, Batılı analizlere uymaz. Marksizm’e de uymaz. Burası temelde köylü ve esnaf memleketidir. Sendikalı işçi sayısı bir milyonun altında. Köylü nüfusun oranı hâlâ yüzde 20’lerde. AB’de yüzde 4’te. Bizde ağırlıklı bir esnaf grubu var. Türkiye sosyolojik olarak normalleşiyor, nispi olarak modernleşiyor ama orta sınıfların geliştiğini söyleyecek kadar zenginleşmedik. Üretimimizde de böyle bir değişiklik olmadı. Türkiye’de 53 bin ihracatçı şirket var. Sadece 178’i ileri düzeyde AR-GE ürünlerini ihraç ediyor. 21 milyon yoksul var, Türkiye’de.
Bu faciayla, Soma gibi yoksullukla boğuşan bölgelerle de yüzleştik. İşçiler borç batağında. En büyük korkuları işsizlik.
Tek bir üretim biçiminden yaşam çıkaran yerlerin hakikati çok farklıdır. Çünkü buralar, devletle ilişkilerden para kazanan muazzam adaletsiz ve gaddar bir yapının gerçekleri gizlediği, çığlık atma aşamasındaki çok fazla insanın bunu yapamadığı yerlerdir.
Buralarda devletin üretimden çekilmesi, gaddarlığı daha da mı artırıyor?
İstatistikler onu gösteriyor. 2004 yılından itibaren, madenlerdeki iş kazaları dört kat arttı. Hayat ve iş bulmak zorlaştı. Göç hızlandı. Madenlerde, tersanelerde ölen insanların birçoğu göç edenler. Hayata tutunamayanların iyice yok sayıldığı bir yapı. Hayata insan üzerinden değil, üretimin niceliği üzerinden bakan vahşi bir dönem yaşıyoruz. Bu dönem, ‘müteahhitlerin altın yılları’ olarak tarihe geçecektir.
Türkiye ekonomisinde olumlu verilerin şişirilmesinde, inşaat sektörü nasıl kullanılıyor?
Bir kere, topraktan sermaye birikimi yapılıyor. Düşünün ki, ‘kupon arazi’ lafını ilk kez bir başbakanın ağzından duyuyoruz. “Toprağı değerli kılıp, buradan bir sermaye birikimi yapalım. Yeni bir zenginlik oluşturup, bunu paylaşalım” dediğiniz zaman, o toprağın izin verdiği kadar bir toplum geliştirebilirsiniz! İnşaatın KDV’si yüzde 1. Sağlık ve eğitimin yüzde 8. Çok değerli bir yer aldınız. 4 yıl içinde 10 misli değerlendi. Sattığınız vakit, vergi vermiyorsunuz. Üretken olmayan bir yatırıma sermaye gidiyor. Kazandığınız para da vergilenmiyor. Toprak rantıyla suni bir zenginlik oluşuyor. Siyaseti, müteahhitler finanse ediyor. Siyasal iktidar da ‘havuz’ dedikleri yapıyla, müteahhitleri finanse ediyor. Al gülüm-ver gülüm!
Bu, bir dokunulmazlığı da beraberinde getiriyor mu?
AK Parti döneminin en imtiyazlı sınıfı, müteahhitlerdir. Bütün yasalar lehinedir. Kentsel dönüşüm yasalarını inceleyin; müteahhitlerin, ‘özel mülkiyet hakkı’na zarar verecek hakları olduğunu görürsünüz.
Tayyip Erdoğan’ın Soma’da bu kadar öfkelenmesini neye bağladınız?
Tayyip Erdoğan’ın bireysel kimliği ile tüzel kimliği (Başbakanlığı) arasında ayrım yapabilecek bir donanımı yok. O, kendisini Türkiye’nin padişahı zannediyor! İktidar kendisi için en vazgeçilmeyecek unsur. Yolsuzluk, hukuksuzluk da geri dönülemeyecek noktada olduğu için kendini bir kaplan üstünde hissediyor. Oradan da inemiyor. Her negatif olayı, kendine karşı bir hakaret olarak niteleyip üstünü örtmeye çalışıyor.
Soma’da örtemediği/örtemeyeceği için mi öfkelendi?
“Bu işin fıtratında var” deyip ölümleri sıradanlaştırırsanız, Türkiye’deki en büyük kazaları 100 yıl önceki dünya kazalarıyla meşrulaştırmaya kalkarsanız, insanlar sizin vicdanınızdan kuşkuya düşer. 12 yıllık başbakanlığında ilk kez, güvenliği için markete sokuldu. Arabası tekmelendi. “Ben nerede yanlış yapıyorum?” diye düşünebilecek bir hali bile yok. Toplumun isyanı büyüyünce, aradan çekilip, şirketi hedef gösterdiler. Onu da gerektiği gibi sorgulamadan, tıpkı Deniz Feneri ve 17 Aralık gibi, sündürmenin hesabını yapıyorlar.
Savcılık, maden sahibi Alp Gürkan için gözaltı istiyor. Mahkeme gerek görmüyor. Bunu nasıl yorumladınız?
25 Aralık’ta, siyasal iktidar, Türkiye’de darbe yaptı. Yargı tamamen çöktü. AKP bile bile Anayasa’ya aykırı bir yasa çıkartıp, HSYK’yı yani yargıyı, yürütmeye bağladı. Anayasayı fiilen çiğnediler çünkü o 6 ay boyunca. Anayasa Mahkemesi’nin kararı geriye yürümediği için, kendilerine uygun bir sistem geliştirerek bütün yolsuzlukların üzerini örtmeye gittiler. İlk defa, polis, mahkeme kararını, hükümetin emriyle dinlemedi. Bir hükümet düşünün ki, 12 yıldır yönettiği devleti ’paralel, çete’ ilan ediyor. Bunları yaparken de, kendisiyle ilgili somut yolsuzluk iddialarıyla ilgili yargı denetiminden kaçıyor.
AKP’nin demokratikleşme adımlarına ciddi destek verdiniz. Sizin için ipin koptuğu yer neresiydi?
Başbakan, “Ben artık ustalaştım. Kimseye bir şey sormama gerek yok” dediği an, Türkiye bitti. ‘Çırak’ken, ona buna danışıp doğruyu öğreniyordu. Aynı zamanda padişah, halife, diktatör olmak için; burayı ve Ortadoğu’yu yutmayı gözüne kestirdi. Müslüman Kardeşler üstünden “Sünni İslam’ın halifesi”, “Türkiye’nin padişahı”, “otoriter bir diktatör” olabileceği kanaatine kapılıp gitti.
Arap Baharı’nı kendi yazına mı çevirmek istedi?
“Suriye rejimini çökertirim. Suriye-Mısır üzerinden Müslüman Kardeşler etkisiyle halifelik alanını genişletirim” diye düşündü. Bu savrulmadan önce, Türkiye, İsrail-Suriye arasında arabulucuydu. Bu çıldırmayla birlikte, Suriye’deki mezhep savaşının tarafı oldu. Bunu yaptığınız vakit, kendi içinde bu kadar yaralı bir ülkeyseniz, iç tansiyonu inanılmaz yükseltirsiniz. Alevi-Sünni tansiyonuna tavan yaptırtırsınız. Toplumun bütün sinir uçlarını zonalaştırırınız.
Star’dan gönderilmenize dair, Başbakan Erdoğan ve Mustafa Karaalioğlu arasındaki ses kaydını dinlediğinizde şaşırdınız mı?
Orada bana zaten bir sansür vardı. TV’ye çıkarmıyorlardı vs… Ama o yazıyı sansür edip, “Yollarımızı ayıralım” diye talimat vereceğine, yazıdan nasiplenseydi, bugünkü haline düşmezdi.
Ne diyordunuz o yazıda?
“İslam dünyası, dünya üretiminin yüzde 30’unu yapıyor” gibi hiçbir gerçekliği olmayan analizin, başını belaya sokacağını, 13 Ocak 2011 tarihli o yazımda ifade ettim. Yazıyı algılamaya çalışacağına, oralarda yönetici gibi dolaşan birtakım adamlara talimat vermesi, kendisinin çıkmaza doğru yol aldığının resmidir.
AKP’den, teorisyeni olduğunuz ‘İkinci Cumhuriyet’i kurmasını bekliyor muydunuz?
57 Müslüman ülke var. Bu da dünya nüfusunun dörtte biri. Ama dünya üretiminin yüzde 10-11’ine sahipler. Bu kadar kalabalık ama bu kadar yoksul olduğunuz vakit, başınız beladan eksik olmuyor. Erdoğan, dünya sitemine entegre olacak, zenginleşecek, saydam, demokrat, çeşitli yaşam biçimlerini barındıracak bir Türkiye kuracak zannettim.
Dünyanın beklediği de oydu. Bunu elindeki AB reçetesi ile bir noktaya kadar taşıdı. Ama referandumdan sonra, belki bunun tıbbi nedenleri de vardır, farklı bir yüzü çıktı ortaya. Putin’leşmeye, padişahlaşmaya savruldu. Ülke de ortadan ikiye bölündü. Yerel seçimlerde iki buçuk milyona yakın oy kaybetti. Altı buçuk puan geriledi. Türkiye’nin en yetersiz, en yeteneksiz siyasal iktidarı olma yolunda. “Ergenekon’u ortadan kaldırdım” derken, “Milli ordumuza kumpas kurdular” noktasına geldi.
AKP’nin başta mücadele ettiği Kemalizm’le aynı çizgiye geldiğini söylüyorsunuz, yazılarınızda…
12 Eylül rejiminin mevcut Kemalist anlayışının aygıtlarını, kendi lehine kullanmak istedi. MGK’nın olduğu yere ‘ileri demokrasi’ denir mi? Hâlâ YÖK var. ‘Kemalist gençlik’in yerini ‘dindar gençlik’ aldı. Harp okullarıyla övünülürdü, şimdi imam-hatiplerle övünülüyor. Metot ve sistem aynı, içerik farklı. Türkiye, bir şekilde cami ve kışla üzerinden siyasetin sonuna geldi. Bunda sonra ne asker üzerinden, ne de siyasal İslam üzerinden siyaset olur.
Öyleyse Türkiye’de yeni bir laik dönem mi başlıyor?
Demokratik-laiklik, yani askerin korumadığı bir laiklik, bahsettiğim. Bir toplumun laik olması için, laiklikten çıkarı olması lazım. Zengin olmayan bir ülkede laiklik yürümez. Laiklik, toplumsal yaşamın zenginleştiği, kentlileştiği, para harcama imkânlarının yükseldiği yerde ortaya çıkar. Birinci Cumhuriyet’te, cami-kışlayı aşan, demokrasi olmadan rejimin ve toplumun ayakta kalamayacağı bir noktaya geldik. Hem ‘din’ diyeceksiniz, hem de bu kadar yolsuzluğa, hukuksuzluğa, ikiyüzlülüğe, çifte standarda bulaşıp kirleneceksiniz! En mağdur olanlar, gerçek inananlar!
AKP, muhafazakârların kendi içinde yaşadığı sınavı da başlattı öyleyse?
Elbette. Samimi dindarların hepsi olup biteni görüyor. ‘Paralel’ sözünün doğru olmadığını, o tape’lerin hepsinin doğru olduğunu ve üsluplarının yakışıksız olduğunu biliyor. Toplum, huzur ve refah arıyor. Bu anlayışla, huzur ve refah gelmez. Bu bizi korkunç yerlere götürür. Dün şikâyet ettiği şeyleri bugün misliyle yapan bir siyasi iktidar var. Bu da Türkiye’yi belaya götürüyor.
AKP’nin olası bir bitişi, Türkiye’de siyasal İslam’ın da mı bitişi olur?
Bütün bu olup bitenden sonra, dini istismar ederek siyaset yapmak isteyenler, çok büyük oy alır mı sence? Kartlar yeniden karılıyor.
2. Cumhuriyet için gerekli gördüğünüz toplumsal mutabakat çıkar mı bu karşıtlıktan?
İnşallah büyük bir fatura ödemeden gerçek demokrasi noktasına geliriz. Büyük bir karanlık dönemden sonra da oraya varabiliriz; ama varacağımız yer orasıdır. Benim bütün çabam, büyük bir acı çekmeden, kan ve gözyaşı dökmeden oraya varmamızdır.
Kürtler’in -çözüm için AKP ile kurdukları ilişkiye dayanarak- bu toplumsal mutabakatta yer alacağı düşüncesine mesafelisiniz…
Şu anki fotoğrafa göre konuşuyorum. Bu fotoğraf doğru ve kalıcı ise demokrasiyi tercih etmeyeceklerini söyledim. Çok gocunup alındılar. Hâlâ anadilini rahatça konuşamayan, rejimin yok saydığı, acılı bir halktan söz ediyoruz. Bu acıların dinmesi, Cumhuriyet’in demokratikleştirilmesiyle mümkündür. Uludere’yi aydınlatmayan, o olayda medyaya 36 saat sansür uygulayan, 301 kişinin ölümüne ‘fıtrat’ diyen, hoşuna gitmeyen yazarın patronuna seslenip ‘Bunu atın’ diyen, yolsuzluğu çıkmasın diye yargı darbesi yapan birisinin kalıcı bir barış getirmesi, bana mümkün gözükmüyor.
Kürdistan’daki beklenti o kadar yükseliyor ki, Allah korusun, Türkiye bugünleri arayabilir! Bu toplumun acılarını Meclis’e taşımayacaksınız, devleti demokratikleştirmeyeceksiniz, seçim hesaplarınızın kurbanı haline getireceksiniz!.. Batıda faşizm, doğuda özerklik olmaz! Neler döndüğünü bilmediğimiz, hukuksal zemini olmayan bir pazarlık ortamı daha ne kadar devam edecek?
T24