Kavuştuğunda neden çoğu zaman o meşhur “Bu muydu?” anı gelir? Çünkü arzu genellikle sonuçtan çok süreçten beslenir. Uzun süre bir şeyi istersin, imkânsız gibi görünür; sonra bir gün olur. Kısa bir süre için her şey olağanüstü gelir gözüne. Ardından yavaş yavaş, sesi önce kısık, sonra daha belirgin bir soru yükselir: “Gerçekten bu muydu yani?”
Tam o anda zihin yeni bir hedef aramaya başlar: Yeni bir insan, yeni bir şehir, yeni bir meslek, yeni bir hayat ihtimali… Yeni bir “başka türlü bir şey benim istediğim.” Tüketim kültürü de bu döngünün üstüne kuruludur. Daha iyi telefon, daha büyük ev, daha itibarlı pozisyon… Her “en iyi”nin ardından kısa bir süre geçer ve aynı cümle geri döner.
Arzu, bir kapıdan girip diğerinden çıkan misafir gibidir; nadiren “Ben buraya yerleştim, artık tamamım” der. Bu yüzden “ulaşmak” çoğu zaman son durak değil, bir ara duraktır sadece.
Aşktan İdeolojiye: Kızıl Elma, Ütopyalar ve Eksik Parça
Bu mekanizma sadece duygusal hayatta işlemiyor; ideolojilerde, büyük davalarda, siyasal hayallerde de aynı dinamiği görüyoruz. “Bir gün her şey düzelecek”, “Bir gün adalet yerini bulacak”, “Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak elbette”, “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli güzel günler”, “Bir gün partimiz iktidar olacak”, “Sana söz, yine baharlar gelecek”, “Her şey çok güzel olacak” ifadeleri aslında hep aynı eksik parçaya hitap ediyor.
Nâzım Hikmet’in “En güzel deniz: henüz gidilmemiş olan” dizesinin bu kadar yer etmesi boşuna değil. Hedef ufukta kaldığı sürece yürüyecek yol var, arzu canlı, “Ben bir şeyin peşindeyim” duygusu ayakta duruyor. Siyasetin sağında da solunda da bu mekanizmayı görmek mümkün. Bir tarafta Kızıl Elma hayaliyle beslenen milliyetçi anlatılar; diğer tarafta adil, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya ütopyasıyla kurulan adalet tasavvurları.
Farklı kelimelerle konuşsalar da çok benzer bir vaadi dolaşıma sokuyorlar: “Şu içindeki eksikliği ben tamamlarım.” Bu hedefler çoğu zaman ufuk çizgisi gibidir. Yaklaştığını hissedersin, adım attıkça bir adım daha ileriye kayar. Tam da bu yüzden kirlenmez, gündelik hayatın pası onlara kolay ulaşmaz.
Siyasal idealler ve imkânsız aşklar bu anlamda birbirine benzer. Gerçek hayata tam karışmadıkları sürece, zihnimizdeki yerleri çok daha parlaktır. “Onun için ölürüm” dediğin insan, “Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak; nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” diyerek kendini feda ettiğin ideolojiler, bazen ulaşılmaz kaldığı için bu kadar değerlidir. Aşkın da idealin de hayatına tam karışmadığı sürece kusursuz görünür.