Belki de çözüm siyah-beyaz ile gökkuşağı arasında bir yerde… Çünkü tarihe bakınca renklerin kaybolduğu dönemler hep geri dönüş yolunu bulmuş.
Orta Çağ’da Avrupa’nın büyük kısmı gri taş binalarla doluydu. Sonra Rönesans geldi: Floransa sokaklarında pigment atölyeleri, lapis lazuli mavileri, altın varaklı ikonalar… Renk birdenbire yeniden statü, ihtişam ve güç sembolüne dönüştü.
Sonra Barok dönem sahneye çıktı. Işık-gölge oyunlarıyla Caravaggio’nun tablolarına bak: Renk sadece bir süs değil, bir hikâye anlatıcısıydı. Kırmızılar yalnızca kan değil, tutkuydu; mavi yalnızca gökyüzü değil, ilahiydi.
Derken 19. yüzyılda Empresyonistler (Monet, Renoir) paletleri adeta güneşin altına çıkardı. Renk, anın duygusunu yakalamak için vardı. Ardından Fovistler geldi: Matisse’in parlak turuncuları ve çarpıcı yeşilleri… “Doğru renk” diye bir şey kalmadı; önemli olan hissiydi.
Ve sonra Bauhaus’la beraber renkler bir kez daha disipline sokuldu. Minimalizm ve modernizm formu ön plana aldı, renk arka planda “destekleyici unsur” haline geldi. Bugün Apple mağazalarının cam kutuları ya da gri logolar işte o mirasın devamı.
Renkler tarih boyunca kayboldu, sonra yeniden hayatımıza girdi. Belki de şu an gri bir dönemden geçiyoruz. Ancak dijital çağ yeni bir fırsat sunuyor: gaming kültürü ve dijital evrenler.
Video oyunları, neon renkleri yeniden popüler hale getiriyor. Cyberpunk 2077’nin mor ve turuncu neonları, Fortnite’ın parlak paletleri veya Valorant’ın keskin kontrastları, yeni nesil için renkleri bir “kaçış alanı” haline getiriyor. Metaverse tasarımları ve artırılmış gerçeklik uygulamaları da renkleri fiziksel dünyanın sınırlarının ötesine taşıyor.
Belki de bir sonraki renk devrimi ekranlarımızdan başlayacak…