Dünya’nın En İyi Deniz Ressamlarından Biri Bir Türk: Mustafa Günen

Sanatın büyülü dünyasında, özgün eserleriyle fark yaratan bir ismi daha yakından tanıma fırsatı bulduk. Ressam Mustafa Günen, 11 Kasım'da Maji Art'ta gerçekleşecek olan sergisiyle sanatseverleri büyülemeye hazırlanıyor. Kendi benzersiz tarzı ve sanatsal vizyonu ile tanınan Günen'in sergisi, ziyaretçilere sıra dışı bir deneyim vadederken, aynı zamanda sanatın ne denli ilham verici bir dünya olduğunu gözler önüne seriyor.

-Resim Sanatında, “Pastoral-masalsı" denilen türün dünyadaki en iyi örneklerindensiniz, “deniz ressamı” olarak biliniyorsunuz, İlk başta resimli romanlar dönemi haricinde elli yıldır resim yapıyorsunuz. Bu uzun yolculuğunuzda soyut resme olan ilginiz nasıl başladı ve gelişti?

Ben, Atatürk'ün işaret ettiği gibi bir sanatçı olmak için çalışıyorum. Yalnızca sanat değil, toplumsal konularla özellikle insana ilişkin alanlarda tümüyle bilimsel incelemeler, araştırma ve gözlemler yapıyorum. Böylece sadece eserlerimle değil, gerçekçi yorumlarımla insanlığın hayatına dokunmak istiyorum. Dolayısıyla resim yapmanın yanında, sanat ve sosyal konularda çeşitli medyada köşe yazıları yazmaktayım. Uzun yıllar önce planladığım gibi bu fikirlerimi sanatımla birleştirip plastik değerler içerisinde aktarma çalışmalarını başlattım.

Tabii ki, işin içine düşünce, fikir, yorum aktarmak girince, resimlerinizi modern, soyut tarzda aktarmak zorundasınız. Zira soyut resim dediğimiz plastik üslup, insan türünün en ilkel dönemlerinden itibaren bu gibi amaçlar için oluşmuştur ve kullanılır. En kısa şekilde tanımlarsak; soyut resim, duyguyu, düşünceyi, fikir ve öneriyi çeşitli renkler, desenler ve formlardan oluşan semboller oluşturarak, temsiller atayarak ortaya koymak edimidir. Benim bu alana ilgim geldiğinde, her sorulduğunda anlattığım bir hikâyesi vardır.

Doksanlı yılların sonuydu. Merhum Sayın Kaya Özsezgin ve Sezer Tansuğ hocam (Nur içinde yatsınlar), Sayın koleksiyoner Nevzat Boztaş hocamla birlikte beni ziyarete gelmişlerdi. Onlara soyut resim tutkumdan bahsettim. Kaya Özsezgin hocam bana, soyut resmin çok ciddi bir alan olduğunu, uzun bir olgunlaşma süreci olduğunu söyledi ve bana tavsiyelerde bulundu. Gerçekten de, soyut resim, özellikle felsefe ve bilimde, psikoloji, psikanaliz, sosyoloji gibi alanlarda yeterlilik gerektirir. Zaten ben de yine yetmişli yılların başından itibaren bu konularda sayısız dergiler ve kitaplar okudum. Hâlâ da yoğun bir şekilde çeşitli bilimsel kitapları ve yayınları okuyor ve izliyorum.

Sanatın gereği aynen önceki duayen sanatçıların yaptığı şekilde yapıyorum. Bilindiği gibi Picasso, Kandinsky, Mondrian, Klee gibi büyük ustalar, dönemlerinde gelişen bilimden, felsefeden etkilenerek ve yararlanarak bir düşünce, bir varlık yorumu oluşturmuşlardır. Bu fikir ve düşüncelerini kimi kitap halinde, kimi de makale şeklinde dergilerde, gazetelerde paylaşarak deklare etmiş, tartışmaya açmışlardır. Kısaca sanata hesap vermişlerdir. Dolayısıyla ben de aynı doğru yoldan gidiyorum. İlk olarak varlıkla ilgili düşüncelerimi ve izahları bir manifesto başlıkları şeklinde veriyor ve ayrıntılarıyla açıklıyor, tartışmaya ve eleştiriye açıyorum.

-Benzerlerinden farklı teknikler kullanarak eserler oluşturuyorsunuz. Eserlerinizi diğer ressamların yapıtlarından ayıran ve benzersiz kılan özellikleri nelerdir? Mustafa Günen tarzınızı daha ayrıntılı bir şekilde açıklar mısınız? Mustafa Günen, resimlerindeki özgün tarz ve ilham kaynakları hakkında ne söyleyebilir?

Basitçe ifade etmek istersek, realist ya da klasik resimlerde teknik, yapılan resimdeki objelerin kendi gerçekliğine yakın olması ile ilgilidir. Yani bir fotoğraf gibi olmaya yakınlığıyla başarı derecesi ölçülür. Tabii, burada formları ve kullanılan renklerin tonları nasıl olacağını objektif kurallar belirler. Sanatçı, bu kurallara sadık kalarak işler.

Ben kullandığım teknikle mümkün olduğu kadar fotoğrafik verilere sadık kalmam. Teknik olarak fırça darbelerini objeyi kendi dengesini bozmadan adeta gelişigüzelmiş şeklinde vururum. Benim resimlerime yakından bakıldığında, benzer resimlerdeki gibi bir disiplin içerisinde değil, özgür ve cıvıl cıvıl bir karmaşıklık içerisinde renkleri ve fırça darbeleri görürsünüz. Bu tarzımı kendi çektiğim fotoğraflardan resim yaparken bile uygularım, kompozisyona sadık kalmam. Işığın yerini ve zamanı değiştirebilirim, nesneleri kaldırabilir, farklı nesneler koyabilirim, şeklinde uygun gördüğüm değişiklikleri yaparım. Bundan dolayı benim resimlerim, özgün olmanın ötesinde unique resimlerdir. Aynısı doğada yoktur ve her biri yalnızca Mustafa Günen resmidir.

İlham kaynağına gelince, ışık ve sudur. Yağmur, nehir, dere, deniz hatta yollardaki su birikintisi benim için aynıdır. Işık da öyledir; nerden geldiği, hangi nesneden yansıdığının bir önemi yoktur. Ankara’da yaşarken etrafımda gördüğüm ışık kombinasyonları, örneğin bir binaya düşmüş ışık tonundan etkilenip deniz resimleri yaptım çok olmuştur. Gördüğüm bir Colorado kanyonu kayalıklarının altına deniz yaptım. Bu resim International Artist Magazine dergisinde yayınlandı. 

-İvan Konstaninoviç Ayvazovski, deniz resimleri çizen Rus romantik ressam. Ayvazovski ve Günen remini karşılaştırsak resim anlayışınızdaki farkları ve benzerlikleri nasil anlatısınız?

Ayvazovski ile ortak benzerliğimiz deniz resimleri alanında çalışmanın haricinde, ışık ve tonlarını çok doğru kullanmaktır. Farklı yönlere gelince, ben denizlerimde hidrodinamik yasalar doğrultusunda sudaki balansa hassasiyetle dikkat ederim. Ayvazovski ise bu konuda çok özenli değildir. Onun denizleri, dalgalardaki ışık geçirgenliği ve saydamlığı abartılı olarak aktarma üzerinedir. Örneğin, açık denizlerde dalgaların su kütleleri yoğun olduğu için ışık geçirgenliği çok azdır. Ama Ayvazovski, kendi tarzıyla açık denizdeki dalgaları, kıyı dalgaları gibi saydam ve ışık geçirgen şeklinde işler. Ayrıca su hareketlerinde pek ayrıntıya girmez. Ben dalganın haricinde denizde suyun kütle yoğunluğunu hissettirecek ayrıntıları yapan bir sanatçıyım. Ek olarak bir farkımız daha var; Ayvazovski'nin denizlerinde gemiler, vapurlar ve çevre faktörleri önemli bir yer tutar, benim resimlerimde ise gemi ve tekne gibi unsurlar daima ikinci, üçüncü plandadır. Deniz ön plandadır. Resimlerimde bu kolayca görülür.

-Hangi akımlar ve sanatçılar sizi en çok etkiliyor?

Öncelikle şunu belirteyim: Sanattaki büyük ekoller ve akımlar, kendi zamanındaki bilim ve felsefenin geldiği durumlara göre yorumlanmış ve şekillenmiştir. Dolayısıyla bugün artık hem bilimde ve buna bağlı olarak felsefede de çok büyük değişiklikler olmuştur. Modern sanata yön veren o zamanki bilime göre evren ve varoluşun tümüyle keyfi ve rastlantı sonucu olduğu düşüncesi hakimdi. Tabii ki, felsefeler de etkilenerek benzer şekilde yorumlar yapılmıştır.

Durum böyle olunca, sanatçılar da bu doğrultuda ekollerini oluşturmuşlardır. Ancak bugün biliyoruz ki bu bilimsel verilerde çok büyük değişiklikler var. Özellikle rastlantısal var oluş durumunun genelin algıladığı gibi rastgele bir sonuç olmadığı ortaya çıkmıştır. Yani soyut resmin babası olarak anılan Kandinsky'nin de etkilendiği, dayandığı fenomenoloji felsefesinin artık zemini kaymıştır.

Dolayısıyla ben o dönemdeki akımlara bazılarını takdir ediyorum. Beğendiklerime gelince, kübizm konusunda çok takdir ediyorum. Modern sanatın kapısı kübizmdir ve bu değişmeyecektir. Şunu da ekleyeyim: Ben kübist tarzda çalışmayı hiç düşünmüyorum. Ayrıca sürrealizmi de beğeniyorum.

-Türk resminin uluslararası alandaki en önemli temsilcilerinden biri olarak, sanatınızı 'evrensel' kılan özellikler nelerdir? Eserleriniz dünyaca ünlü New York Christie's ve London Christie's’te müzayedelerinde satılıyor ve Saatchi galerisinde sergileniyor. Bu deneyimler hakkında neler paylaşabilirsiniz?

Deniz resimleri, çok sevilen ama yapılması çok zor bir tarzdır. Bu nedenle ayrı bir kategori olarak deniz resimleri müzayedesi düzenlenir. Daha çocukken, yolun başındayken dünya çapında olmayı kafama koymuştum. Olumsuzluklara ve engellere hiç aldırış etmeden büyük bir tutkuyla çalıştım. Sonucunda 2007 New York sergisinde deniz resimleri kategorisinde yaklaşık iki yüzyıldır görülmeyen bir su tekniği başarısı olarak yazıldı. Resimlerim sergilendiğinde Christie’s'e başvurdum ve ertesi gün kabul edildim. Böylece tahminimden 15 yıl kadar daha erken Christie's'e girmiş oldum.

Bütün bunların nasıl olduğunu sorarsanız, hemen her konuda olduğu gibi böylesi başarılar arkasında güçlü bir tutku vardır. Ben de çok yoğun bir tutkuyla çalıştım. Sadece kendim için resim yaptım. Hayatımın hiçbir döneminde başkalarının beğenmesi veya para kazanmayı düşünerek resim yapmadım.

-Prof. Dr. Uğur Batı'nın küratörlüğünde gerçekleşen sergilerinizin sanat dünyasındaki etkisi hakkında neler söylemek istersiniz? Uğur Batı'nın bu konudaki rolü nedir ve bu işbirliği sanatsal çalışmalarınızı nasıl etkiliyor?

Ben yıllardır sanat yazıları yazıyorum. Yazılarımda insanın sanata olan ilgisini en temel zeminden alarak ve bilimsel gerçeklere dayandırarak yazıyorum. Hep söylediğim gibi, sanat, insana ilişkin tüm disiplinlerde hakimiyet gerektirir. İşte sevgili Prof. Uğur Batı kardeşim, beyin bilimi, dil bilimi gibi alanlarda uzman olduğu gibi insana ilişkin diğer disiplinlere de hakim akademisyen bir küratördür. Bu özelliklerinden dolayı, sanat dünyasında otoriter bir küratör olması çok yakındır.

Benim Uğur ile çalışmamın zemininde bu gerçeklik yatar. Biz yaklaşık yüz yıldır dünya sanatına entegre olamamış, önemsiz bir statüde kalmış Modern Türk sanatını ciddi noktalara çekebilmek için birtakım kalıcı planlar ve çalışmalar yapıyoruz. Sanat için gerekli diğer alanlarda da çok değerli uzmanları ve akademisyenleri dahil ederek bir grup oluşturmak için uğraşıyoruz.

-Serginizin 11 Kasım'da Maji Art'ta gerçekleşeceğini öğrendik. Serginin konsepti ve ziyaretçilerin neleri bekleyebileceği hakkında bizi aydınlatır mısınız? Serginin sürprizleri veya öne çıkan eserlerinden bahsedebilir misiniz?

Bu sergide, başta Sayın Uğur Batı, Sayın Gaye Donay, Sayın Dr. Gizem Tatlıcı hep birlikte sergiyi ötesinde bir sanat şölenine dönüştürmeye uğraşıyoruz. Bu sergi, bilinen şekliyle belirlenmiş tarihler arasında açılan ve kapanan bir sergi olmayacak, arada sanatsal faaliyetler ve etkinlikler yapacağız.

Serginin sürprizine gelince, öncelikle bu sergide deniz ressamı Mustafa Günen'in başka hiçbir sergisinde yapılmamış pastoral, kır doğa resimleri bölümü olacak. Bu Uğur Batı kardeşimin fikriydi. Bir gün geldi ve benim kır resimlerimde çok farklı ve etkileyici olduğumu söyledi. Böylece aylardır çok güzel kır resimler konsepti üzerinde çalıştım.

Asıl sürpriz ise, yıllar içerisinde geliştirdiğim ve içeriğini oluşturduğum 'Sürreflection' isimli yeni bir sanat ekolünü ortaya koyuyorum. Bu sergide yaptığım çalışmalardan bir tanesini örnek olarak sergileyeceğiz.

-Sanatsal eserlerinizin izleyiciye daha net bir şekilde anlaşılması için yazılarınızı kullandığınızı belirttiniz. Bu yazılarınızın sanatsal anlamda işlerinizi nasıl zenginleştirdiğini açıklar mısınız?

Gerçek ya da ideal sanatçılar, hiçbir toplumsal baskı veya art niyet olmaksızın gördüğü olumsuzlukları, aksakları söyleyebilen insanlardır. İşte burada sanatçının bilimle olan ilişkisi çok önem kazanır. Bilim, sanatçıya tüm konularda insani değerlere en uygun, insanca yakışan, gerçekçi ve en doğru tespiti yapma ve toplumla paylaşma yeteneği kazandırır.

Yarım asırdan fazladır bilimle olan yakın ilgim, bana içinde yaşadığım coğrafyanın ve kültürün zenginliği ile birlikte 'Sürreflection' adını verdiğim bir ekol oluşturmamı sağladı. Farklı soyut çalışmalarım da olacak, ama 'Sürreflection,' gerçek ve kalıcı sanat yapmak isteyen sanatçılar için çok önemli bir pencere olacak. Ki aslında bu üslup, yazılarımda da kolayca görülür.

-Mustafa Günen olarak, bilim ve sanatın kesişim noktasında durduğunuzu söylediniz. Picasso, Kandinsky, Modrian ve Klee gibi büyük sanatçıların izlediği yolu izlemek ve sanatınızı açıklamak konusunda ne tür bir sorumluluk hissediyorsunuz?

Sanat ve sanatçının sorumluluğunu yukarıda kısaca açıkladım. Burada ek olarak şunu söyleyebilirim: Gerçek sanatın doğasında sanatın olduğu gibi sanatçının da sorumlulukları bellidir. Bunun daha kolay anlaşılması için Atatürk'ten örnek vereyim: Bilindiği gibi Atatürk, cephede bir sanatçıya rastlayınca, ölmek gerekirse biz ölürüz diyerek o sanatçıyı savaştan cepheden geri göndermiştir. İşte bu anlatı, başka kimseye bakmaksızın sanatçının sorumluluğunu net olarak açıklıyor. Ben de saydığınız sanatçılar gibi sorumluluğumun gereklerini yerine getirmeye çalışıyorum.

-Matematik, sanatınızın temelinde önemli bir yere sahip gibi görünüyor. Matematik nasıl resimlerinize yansır ve eserlerinizdeki matematiksel unsurları açıklar mısınız?

Önce şu notu düşeyim: Burada matematik derken, genelde bilim adamlarının kullandığı tabirle, fizik yasaları ya da doğa yasaları olarak bilinen matematiksel düzeni kastediyorum.

Matematiğin eserlerime yansımasına gelince, ben matematiğin Ne Spinoza’nın 'Tanrı ile doğa ayrı değil özdeştir' veya tasavvuftaki 'Enel Hak' gibi benzeri zemine dayalı felsefelere yakınım, ne de bilim adamlarının söylediği gibi matematik, tanrının ya da doğanın dili gibi izahlara yakın değilim. Ben matematiğin Tanrı’nın bizzat kendisi olduğunu yazıyorum. Bu konudaki yaptığım ilk eser de 'BİR-var olan, var edici, yaratıcı' isimli eserdir. Tasarlaması ve yapımı altı yıl kadar sürdü.

-Matematik insan zihninin bir ürünü olarak kabul edildiğinde, doğanın matematikle uyumlu olması şaşırtıcı bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum insanın doğayı nasıl anladığı ve keşfettiği konusunda ne tür ilginç sonuçlar doğurabilir?

İnsan zihninin icat ettiği matematik, bizim doğadaki oluşumların, örüntülerin, biçim, sayı ve çoklukların ilişkilerini sayarak, oranlayarak, ölçerek anlamamızı sağlayan, yine kendimizin oluşturduğu metotlar ve yöntemlerdir. Burada şaşırtıcı olan ise 'Matematik insanın keşfidir, ancak doğa bu matematiği kullanmaz, çünkü hesap yapmaz.' isimli makalemde ayrıntılarıyla yazdım. Çünkü bizim keşfettiğimiz ve icat ettiğimiz yöntemlerin birkaç bin yıllık geçmişi vardır. Dahası, insan türünün geçmişi de altı milyon yıl kadardır. Oysa evren kendi matematiksel düzenini on dört milyar yıldır saat gibi işletiyor. Öncelikle bu gerçeğin doğru anlaşılması gerekir. Ben bu konuları makalelerimde ayrıntılı olarak yazıyor ve paylaşıyorum.

-"Hiçlik Tanımlanabilir mi?" başlıklı yazınızda hiçlik kavramını dilin sınırlamaları ve insan zihninin yapılarıyla ilişkilendiriyorsunuz. Hiçlik düşüncesi ve sıfır kavramı arasındaki ilişkiyi daha fazla derinleştirebilir misiniz? İnsan zihninin hiçliği düşünme ve ifade etme yetisiyle sınırları ne kadar zorlayabilir?

'Hiçlik Tanımlanabilir mi?'(https://onedio.com/haber/hiclik-tanimlanabilir-mi-1145487)

İnsan zihni bu konuda sınırları zorlayamaz, çünkü ortada bir sınırı yok. İşin gerçeği, hiçlik kavramı yanlış bir zeminde oluşmuştur. O da şudur: insan, hiçlik dediği çok büyük bir boşluğun bir alan olduğunu tasavvur edip evrenin de bir şekilde bu boşlukta var olduğunu düşünüyor. Ancak böyle bir olgu mevcut değil. Yani evrenin dışında ya da öncesinde ne bir uzay, ne bir boşluk, ne bir alan, ne de bir hacim yoktur. Kısaca hiçlik hiç var olmadı. Yine ben tam da bu konuyu 'Evrenin doğumu var, ama bir doğum yeri yok!' ve 'Evren, olmayan bir yoktan, yine olmayan bir mekanda kendini var etmiştir.' başlıklarıyla yazdım.

-Son olarak, yazınızda dillenmeyen veya ifade edilemeyen bir kavram olan mutlak hiçlik, insan düşünme kapasitesini nasıl sınırlar? İnsanlar, hiçliği düşünme yetilerini nasıl geliştirebilir veya daha iyi anlayabilirler mi? Ayrıca, bu düşünce insanların ontolojik sorunları ve evrenin doğası hakkında daha fazla bilgi edinmelerine nasıl katkıda bulunabilir?

Mutlak hiçlik kavramının üzerinde çok durmadım, çünkü yanlış bir tanımdır. Zira hiçliğin kendisi zaten var olmama durumudur. Dolayısıyla mutlak hiçlik, zaten olmayan bir durumu kesinleştirmeye kalkmaktır ve mantıksızdır. Bu yüzden o makalemde ben mutlak hiçlik için 'Deneyimlenemez mevcudiyetsizlik' adını verdim. Ancak ortada bir sorun var, evren ve biz varız ve evrenin bir başlangıcı olduğu bilimsel olarak kesinleşti. Doğal olarak bir başlangıcı olan her şey, başlangıç öncesine yani henüz var olmadığı duruma zorunludur. Dolayısıyla evrenimizin de henüz var olmadığı bir durumu kaçınılmaz olarak vardır. Ancak yasalar büyük patlamayla başladığı için, olay öncesi bu durum için bilim bir şey söyleyemiyor. İşte ben yine bilimsel verilere dayanarak, amiyane bir tabirle olguların ayak izlerine bakarak evrenin bir tık ötesindeki durumlara açıklık getirmeye çalışıyorum. Çünkü nasıl var olduğu kanıtlanamayan bir olay için ancak geriye doğru gelişimin ayak izlerine bakarak bir sonuç ortaya çıkarabilirsiniz. Yapabileceğiniz tek şey budur.

Röportaj: Hande İpekgil

Fotoğraflar: Didem Engin

Instagram 

Threads

X

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

Popüler İçerikler

TSK'dan Atatürkçü Teğmenlerin Kılıçlı Yemini İçin Açıklama: "Mesele Kılıç Değil, Emre Uyulmaması"
TikTok Fenomenleri Çağla ve Cansu Arasında ‘Erkek’ Kavgası Çıktı: Cansu, Çağla’yı Silahla Vurdu
Bahis Reklam ve Teşvik! Acun Ilıcalı, TV8 ve Exxen Yetkilileri Hakkında Soruşturma Başlatıldı