Kolektif bilinçdışı, Jung’un en önemli kavramlarından biridir. Kolektif bilinçdışı tüm insanlarda ortak bir tür örtülü bellek gibidir. Kolektif bilinçdışının tüm insanlık için ortak olan ve ilksel insan deneyimlerinin arketip denilen ve mitlerin yanı sıra din vb. gibi diğer kültürel fenomenlerde ve rüyalarda ortaya çıkan düşünceler ve imgeler biçimindeki kalıtsal birikimini içeren kısmını ifade etmektedir. Bilinçdışının en derin ve erişimi pek de kolay olmayan bölümüdür. Jung, kolektif bilinçdışının maneviyat, cinsel davranış, yaşam ve ölüm içgüdüleri gibi bir dizi köklü inanç ve içgüdüden sorumlu olduğunu belirtmektedir.
Jung’un kolektif bilinçdışı kavramını Burgholzli psikiyatri hastanesinde şizofrenik hastalarla çalıştığı dönemde geliştirdiği bilinmektedir. Freud’un etkisiyle henüz Freudyen bir bilinçaltı kavramını kullanmaktadır ama hem bu hastanedeki pratiği hem içsel deneyimleri hem de farklı okumalarıyla bilinçdışı kavramına yepyeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Kişisel bilinçdışı çoğunlukla komplekslerden meydana gelen bir yapı iken, kolektif bilinçdışının içeriği arketiplerden oluşmaktadır. Arketipler temel insan davranışlarını ve belirli durumları temsil eden, doğuştan gelen ve deneyime dayanan/yönelen doğal psişik eğilimlerdir. Sözgelimi anne-çocuk ilişkisi anne arketipi tarafından yönetilirken, baba-çocuk ilişkisine yön veren baba arketipidir.
Kolektif bilinçdışının içeriğini arketipler oluşturur. Yaşamdaki olay ve olguların, nesnelerin sayısı kadar arketip olduğu söylenmektedir. Anne, baba, doğum, dünyaya yeniden geliş, ölüm, güçlülük, sihir, kahraman, çocuk, üçkâğıtçı, bilge ihtiyar, toprak ana, dev gibi imgeler, ağaçlar, güneş, ay, rüzgâr, ırmak, ateş ve hayvanlar gibi doğal objeler vb. sayılabilir. Bu nedenle Jung’un rüya kuramını tam kavramak için onun arketip kavramını iyice irdelemek gerekiyor.
- Jung'un 'bireyleşme' kavramı ve rüyaların bireye sağladığı içgörüler hakkında neler söylemek istersiniz?
Bireyleşme, Jung’un psikoterapiye kazandırdığı bir kavram. “Bireyleşme süreci” adını verdiği olgu, kendimiz olma serüvenimizdir esas olarak. Toplumun ve içinde yaşadığımız kültürün yüzümüze yapıştırdığı pek çok sosyal maske, bize yakıştırılan ve çoğunlukla benimsediğimiz ya da bize yapışan birçok rol vardır. Bireyleşme, bütün bu maske ve rollerin ötesindeki varlığımızı keşfetme sürecidir. Maskelerimizi çıkardığımızda, rollerimizi bir kenara bırakıp içimizde en derin karanlığa bakabilmeyi başardığımızda ve kendimizle barışıp gölge yanlarımızı dönüştürdüğümüzde bireyleşme sürecini başarıya ulaştırma imkânımız da olur.
Hiç şüphesiz rüyalarımızın da bu süreçte önemli bir rolü vardır. Zaten rüyalarımıza dikkatimizi vermek, rüyalarımızın anlamlarının peşinden koşmak bireyleşme sürecinin de başlangıcı olarak kabul edilebilir. Çünkü rüyalarımız hayatlarımız ve kişiliğimizin en dip, en derin köşelerini anlamamızı, bu konuda bir iç görü kazanmamızı kolaylaştıran bir hazine gibidir.
Jung bireyleşme süreci hakkında şunları söyler: 'Kişi kendine bir rol biçtiği sürece bireyleşemez; kişinin kendisi hakkında sahip olduğu kanaatler personanın en ince biçimi ve gerçek bireyleşmenin önündeki en ince engeldir. Kişi hemen hemen her şeyi kabul edebilir, ancak bir yerlerde yine de falanca olduğu düşüncesini korur ve bu her zaman görünüşte bir artı olarak sayılan bir tür son argümandır; yine de gerçek bireyselleşmeye karşı bir baskı işlevi görür. Bu örtüleri yırtıp atmak çok acı verici bir işlemdir, ancak psikolojik gelişimde ileriye doğru atılan her adım tam da bu anlama gelir, yeni bir örtünün yırtılıp atılması. Birçok kabuğu olan soğan gibiyiz ve gerçek öze ulaşmak için kendimizi tekrar tekrar soymak zorundayız.'