Doç. Dr. Bergen Coşkun Özüaydın: “Felsefe Yapma Diyenlere İnat Felsefe Yapılacak!"

Felsefe deyince aklımıza daha çok Sokrates, Platon, Descartes, Kant gibi isimler geliyor. Pek çoğumuz felsefeyle lise yıllarında tanışırız ve hep erkek filozofları öğreniriz. Aslında tarihte kadın filozoflar da azımsanmayacak sayıdalar. Türkiye’nin düşünen kadınlarından biri olan Maltepe Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bergen Coşkun Özüaydın'a felsefeyi ve felsefe hakkında merak edilenleri sizler için sorduk.

- Üniversitede İngilizce İşletme okudunuz, okulu bitirip bir işe girdikten sonra felsefe okumaya karar vermişsiniz. Ne oldu da felsefe alanına yöneldiniz?

Aslında “ne oldu da felsefe okumaktan vazgeçtim?” diye, başlasam daha doğru olacak galiba. Üniversite sınavlarına girdiğim yıl, tercihler yapılırken anneme “felsefeyi ilk sıraya mı yazsam?” diye, sorduğumda bana “aman kızım sen zaten çok düşünüyorsun, iyice bunalıma girersin” demişti. Bunalıma girmemek için felsefe seçmedim. Çok düşünürsem mutsuz olacağım düşüncesi yüzünden. Bir de tabii aileler ve öğretmenler, çocuklarının maddi olarak rahat edebileceklerini düşündükleri meslekleri seçmelerini istiyor.

Bütün bunlar bir araya gelince de kendimi o yıllarda çok popüler olan İşletme Fakültesi’nde buldum. Okul bittikten bir süre sonra bu kez de “istediğim bir bölüm okumak istiyorum” düşüncesiyle felsefeyi seçtim. Akademisyen olmayı düşünmedim. Sadece sevdiğim bir konuda eğitim almak istedim. Ancak bu sevgi zamanla bütün hayatıma yayıldı ve üniversiteden ayrılmak istemediğim için akademisyen olmak istedim.

- 'İnsanın sevdiği şey gelip geçmez' diye çok güzel bir cümleniz var, siz buna örneksiz galiba?

Bir şeyi, gerçekten bütün kalbimizle sevdiğimizde ondan vazgeçmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Su akar yolunu bulur, diye bir söz vardır ya hani, bazen o kadar kolay olmasa ve pek çok zorluk yaşansa da su, gerçekten de yolunu bulur. Sevdiğiniz şey sizi bulur ya da siz sevdiğiniz şeyi bulursunuz. Hayatımda, gelip geçmeyen sevdiğim şeylerin izini sürdüm hep ama aynı zamanda sevilecek yeni şeylere de kapımı açık tuttum.

- Felsefe ne işe yarar, felsefenin hayatımızla ilgisi nedir?

Felsefe her şeyden önce doğru düşünmeye ve sanılardan kurtulmaya yarar, yani aslında öyle sandığımız ama öyle olmayan şeylerin doğrularını anlamamıza yarar. İnsanı, dünyayı, dünyadaki yerimizi ve nasıl yaşamamız gerektiğini sorgular. Felsefe hayatta neyin değerli olduğunu neyin değerli olmadığını görmemizi sağlar. Hayatı daha iyi yaşamanın olanaklarını gösterir. 

- Felsefe neyin cevabını arar, bize kesin cevaplar verir mi? 

Felsefe, aklınıza gelebilecek her sorunun cevabını arar. Nasıl yaşamalıyım? Mutluluğun anlamı nedir? Özgürlük nedir ve daha binlercesi. Felsefe içinde bulunduğumuz yaşama, bir gün kapımızı çalacak ölüme, insan ilişkilerine ve var olan her şeye dair sorular sorar. Bu soruların kesin cevapları yoktur ama zaten bilimin bile bugün verdiği cevapların bazılarının elli yıl sonra hiçbir hükmü kalmayacak. Dolayısıyla bir kesinlik arayışı değildir felsefe. Bir yol çizme ihtiyacıdır, diyebiliriz. Bize yaşama yollarını gösterir.

- Peki, felsefenin mutlulukla ilişkisi var mıdır, felsefe bizi mutlu eder mi?

Kimileri felsefenin mutlulukla ilişkisi olmadığını söyler ama ben felsefenin mutlulukla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Felsefe, insan mutluluğuna çok büyük oranda katkı sağlar. Bunu bunalıma girersin diyerek felsefe okumamı istemeyen annem de, ben de yıllar içinde açıkça deneyimledik. :) Her şeyden önce şunu söyleyebilirim ki mutluluğumuz büyük oranda düşüncelerimize bağlı. Bugün pek çok psikoterapi yönteminde yapılmaya çalışılan şey de budur zaten, farklı yöntemlerle de olsa düşüncelerimizi değiştirmemizi sağlamak. Bizi, mutsuz eden düşünme biçimlerinden ve düşüncelerden kurtarmak.

Felsefe zaten doğru düşünmemizi sağlayarak bunu gerçekleştiriyor yani felsefe aracılığıyla düşüncelerimizi elekten geçiriyoruz ve eleğin üstünde sadece olumlu/ işe yarar düşünceleri bırakıyoruz. Yaşamımıza ve de mutluluğumuza hiçbir yararı olmayan düşünceleri bir kenara ayırıyoruz. Dolayısıyla evet, felsefe, neyin mutluluk olduğunu ve nasıl mutlu olunacağını bize gösterir ve böylece bize mutluluğu öğretir. Çok sevdiğim arkadaşım Psikiyatrist Alper Hasanoğlu bir keresinde “İlaç hastalığı iyileştirir, mutsuzluk kalır” demişti. İşte o mutsuzluğu gidermenin en etkili yoludur felsefe.

- Bu durumda felsefenin diğer bilimlerle özellikle de psikolojiyle ilişkisi var diyebiliriz. Felsefe ve psikoloji arasındaki ilişkiyi biraz anlatır mısınız?

Ben bazen şakayla karışık, felsefenin psikolojiyle ve diğer bilimlerle ilişkisini anlatırken, yumurta kabuğundan çıkmış kabuğunu beğenmiyor, derim. Çünkü felsefenin ortaya çıktığı Antik Yunan’da psikoloji de dahil bugün bilim dediğimiz her alanın konusu olan her şey, sadece felsefenin konusuydu. Psikolojinin çalışma alanı içine giren insan davranışı, insan duyguları bütün olarak söylemek gerekirse insanın doğal yapısı ve bu yapının onun yaşamına ve ilişkilerine yansıması filozofların işiydi. Bütün bunlar hala felsefenin işidir ve felsefe insan yapısı, doğası hakkında çok uzun zamandır düşünmektedir.

Hatta ilk psikoloji laboratuvarı bir felsefe bölümü içinde kurulmuş, psikoloji alanındaki ilk çalışmalar bir felsefe dergisinde yayımlanmıştır. Bugün pek çok psikoterapi yönteminin kökeninde felsefe vardır. Psikolojiden felsefeyi ve felsefenin kattıklarını alırsanız, geriye çok az şey kalacaktır.

- Felsefenin pek çok kaynağı “etik nedir?” sorusuna cevap arayarak başlıyor. Biz de size soralım; etik nedir, felsefeyle ilişkisi nedir? Etik ve felsefe daha iyi bir yaşama kavuşmamızda yardımcı olur mu?

Etik, Eski Yunanca “ethos” kelimesiyle bağlantılıdır. Antik Yunan’da ethos, hem bir toplumda kabul gören doğru davranışlara hem de kişinin karakterine işaret eder. Yani Eski Yunan’da iyi bir ethosa sahip olmak, iyi bir karaktere sahip olmak anlamına gelir. İyi bir karaktere sahip olmaksa, erdemli olmak, doğru davranışlarda bulunmak demektir. Bugün etik, olabilecek en iyi ve doğru davranışı bulmaya çalışan ve bunlar üzerine düşünen bir alandır ve felsefenin alt disiplinlerinden biridir. 

Açıkçası, daha iyi bir yaşama kavuşmamıza felsefe ve etik de yardımcı olamazsa başka hiçbir şey yardımcı olamaz. Ne zaman ayrılacağımızı bilmediğimiz bu dünyada “iyi yaşam nedir?” sorusunun cevabını ancak felsefe verebilir ve bu yaşama ulaşmanın yolunu da yine ancak binlerce yıldır olduğu gibi bu konular hakkında düşünen felsefe ve etik gösterebilir. 

- En başta söylediğinize dönersek felsefe doğru düşünmemizi sağlıyor yani “felsefe aracılığıyla düşüncelerimizi elekten geçiriyoruz ve eleğin üstünde sadece olumlu/ işe yarar düşünceleri bırakıyoruz.” demiştiniz. Felsefenin doğru düşünmedeki yeri ve önemini biraz daha açalım.

Felsefenin alt disiplinlerinden biri de mantıktır. Hani birine “biraz mantıklı ol” dediğimizde kastettiğimiz; elimizde olan verilerden, -felsefece söylersek öncüllerden- doğru sonuca ulaşmanın yollarını bulma hali. Doğru düşünmek dediğimiz şey de doğru verilerden/ öncüllerden doğru sonuca ulaşmaktır. Ben ancak parası olanlar mutlu olur, diye bir öncüle sahipsem, param olmadığında mutlu olmamayı seçiyorum demektir.

Oysa sahip olduğum öncül yanlıştır yani ancak parası olanların mutlu olacağı düşüncesi doğru değildir. İşte felsefe, sahip olduğumuz tüm bu öncülleri, sanıları kontrol etmemizi ve yanlış olanları ayıklamamızı sağlar. Bunu ilk olarak Sokrates’te görüyoruz, Sokratik düşünme dediğimiz yöntem tam da bize doğru sandığımız ama doğru olmayan düşüncelerimizi kontrol etme ve onların yerine yeni, doğru düşünceleri koyma olanağı verir.

- Felsefe için düşünce önemli, düşünceler de algılama ile başladığına göre felsefenin algı/ algılama konusuna bakışı nedir?

Algılamak, tamamen duyusaldır. Yani biyolojik yapımız gereği duyarız, görürüz ya da tat alırız vs. Felsefe ise; algılama sonrasında devreye girer. Felsefe, beyni aktif hale getirmeyi ve düşünmeyi talep eder, oysa algılamada düşünme yoktur. Karşımdaki kişi, öfkeli bir anından bana “senden nefret ediyorum” diyebilir; eğer kulaklarımda fizyolojik bir bozukluk yoksa bunu duyarım, algılarım. Ama onun bu sözünde samimi olup olmadığı, ona inanıp inanmadığım ya da onun bu sözüne karşılık nasıl hissedeceğim ve davranacağım konusu düşünmeyle yani felsefeyle ilgilidir.

- Düşünmenin felsefe için ne kadar önemli olduğundan bahsettiniz, “felsefe olmadan düşünmek mümkün mü?” diye sormadan geçemeyeceğiz. 

Düşünmek evet ama doğru düşünmek hayır. Felsefe olmadan düşünmek işte o annemin benim bunalıma girmemden korktuğu gibi bir düşünmedir. Yani kara kara düşünmek, Karadeniz’de gemilerin batmış gibi düşünmek. Oysa felsefe çözüme yönelik, anlamaya yönelik, aydınlık bir düşünmedir. Felsefesiz bir düşünme, bir labirentin içinde oradan oraya koşup duran ama çıkışa ulaşamayan bir düşünmedir. Çıkış yolunu ancak felsefe ile bulabiliriz.

- İnsanların kendilerini veya olayları sorgulaması için konunun derinine inmeye başladığımızda ve çok soru sorduğumuzda çoğu zaman 'felsefe yapma' cümlesiyle karşılıyoruz. Halk nazarında felsefe yapmanın olumsuz çağrışımları var, diyebiliriz. Sizce bu durumun sebebi nedir ve ne yapılmalı?

Bence bunun en önemli nedeni, felsefenin aslında ne olduğunu, ne öğrettiğini ve yaşamımızla ilgisini kuramamak var. Felsefe sanki, bizden uzun uzun yıllar önce yaşamış insanların, bizimle hiçbir ilgisi olmayan konularda söyledikleri bir dolu sözden ibaretmiş gibi düşünülüyor. Ve okullarda verilen felsefe eğitimi de bu anlayışın yaygınlaşmasına neden oluyor. Şu, şunu yaptı; bu, bunu söyledi. Oysa okullarda felsefe yapmak değil felsefe tarihi öğretiliyor ve üstelik felsefe tarihi de yaşamımızla bağlantısı gözden kaçırılarak anlatılıyor. Oysa bütün bir felsefe tarihi boyunca söylenen her şey, insana ve onun yaşamına dair ve bizim yaşamlarımızla derinden ilgili.

Felsefe tarihi dediğimiz şey nedir? İki bin yıl önce yaşayan insanlarda mutluluğun, özgürlüğün, dostluğun ya da adaletin ne olduğunu düşünmüştü, biz de düşünüyoruz, hatta iki bin yıl sonra yaşayanlar da düşünecek. Bizim yaşadığımız kaygıları, acıları, mutlulukları, umutları, umutsuzlukları bizden önce yaşayanların tecrübelerini dinlemeye, onların buldukları çözümleri hayatımıza katmaya ihtiyacımız var. Yani aslında felsefe yapmak zorundayız. İnsanlık var olduğu sürece “Felsefe yapma” diyenlere inat felsefe yapılacak, hatta böyle diyenlerin kendileri bile hayatta öyle bir an gelecek ki kendilerini, hayatlarını ve varoluşlarını sorgularken bulacaklar, yani ister istemez felsefe yapacaklar.

Akademik anlamda Türkiye’de felsefenin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye' de felsefeye olan ilgiyi, felsefenin gelişimini nasıl buluyorsunuz?

Çok değerli akademisyenlerimiz, hocalarımız var. Ancak her şeyde olduğu gibi bu konuda da yabancı ülke hayranlığımız yüzünden onların değerini göremiyoruz, gözden kaçırıyoruz. Oysa ki yurtdışında eğitim almak ya da yabancı olmak, sizin daha iyi felsefe bildiğiniz anlamına gelmez. Bu sadece başka bir dilde felsefe çalıştığınızı gösterir. Bence felsefe bir eğitim işi olduğu kadar aynı zamanda tıpkı sanat gibi bir yetenek işidir de. Ne kadar eğitim alırsanız alın, eğiliminiz yoksa felsefede eskiden beri tekrarlanan her şeyi bir kez daha söyleyen ama özgün bir fikir üretemeyen biri olarak kalırsınız.

Bizim çok iyi eğitimli ve yetenekli felsefecilerimiz var. Bir İoanna Kuçuradi, bir Betül Çotuksöken gibi kendi kavramlarını ortaya koyan ve bu kavramlarla felsefe yapan dünya çapında hocalarımız var. Felsefe uzunca bir süre, son derece elit bir uğraş olarak görüldü, sıradan insanın hayatından uzak birtakım kuramsal tartışmalar olarak düşünüldü ancak şimdilerde felsefi danışmanlık, çocuklar için felsefe gibi başlıklar altında biraz daha hayatlarımızda yer almaya başladı. Felsefe akademinin dışına çıktı ve bu da son derece sevindirici. Tabii, bu çalışmaları kimlerin yaptığına ve onların felsefi birikimlerinin ne olduğuna dikkat etmek gerek aksi takdirde hekim olmadan hekimlik yapan kişilerin eline düşmüş hastalar gibi bu kez zihinlerimizi felsefe bilmeyenlerin ellerine teslim etmiş oluruz.

- Hocam sizin aşk konusunda da akademik çalışmalarınız var. Her şeyin dijitalleştiği dünyamızda aşkın geleceğiyle alakalı 'Eros’un oklarının yerini ‘internet ağı, kablosuz bağlantı sinyali’ aldı. Eros, işlerini internet ağı üzerinden yürütüyor.' dediniz. Aşkın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Adına ister dostluk diyelim, ister aşk, insan ilişkileri son derece karmaşık ve incelemeye değer. Benim de en çok ilgilendiğim konulardan biri aşk. Antik Yunan’da Eros oklarını atıp insanları birbirlerine aşık ederdi. Günümüzde ise artık insanlar internet ağları aracılığıyla sosyal medya üzerinden birbirini görüyor, tanıyor hatta aşık oluyor. Eros ok kullanmıyor, internet sinyalleri gönderiyor, bu sinyaller sayesinde gönderilen fotoğraflar ve yazışmalar aracılığıyla işlerini yürütüyor.

Ama bence insanlar, ister internet üzerinde tanışsınlar, ister okulda, işte, ister köşedeki kahvecide ya da bir arkadaş sohbetinde, aşk her zaman aşktır. Belki şimdi sosyal medya üzerinde çok daha fazla sayıda insanla karşılaşma olanağımız olduğu için aynı zamanda yanılma ihtimalimiz de artıyor ama ben gerçek aşkın bir şekilde yolunu bulacağını düşünenlerdenim. Tıpkı suyun akıp yolunu bulması gibi. Gerçek aşk ve gerçekten aşık olanlar her zaman var olacak ama aynı zamanda aşk sanısına kapılanlar ve aşık olduğunu sananlar da her zaman olacak.

- Biraz da tiyatroyla olan bağınızdan bahsedelim. Tiyatroya on yaşında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Çocuk Eğitim Birimi'nde başladınız ve hâlâ tiyatro sahnesinde sizi görüyoruz. Bu vesileyle biraz da sanat ve felsefe ilişkisinden bahsedelim isteriz.

Bence hem sanat hem de felsefe görünür olanın arkasındakini bulmaya ve anlatmaya/ aktarmaya çalışıyor. Her ikisi de insan dünyasının en incelikli tarafıyla uğraşıyor. Diyelim özgürlük, felsefe özgürlüğün ne olduğunu ne olmadığını kavramsal olarak bulmaya çalışırken sanat tek bir eserde -edebiyat eseri, tiyatro, müzik ya da resim- bize özgürlüğü gösteriyor. Ben özellikle tiyatro ve felsefe arasında büyük bir ilişki görüyorum.

Hatta bana bazı tiyatro oyunları, felsefenin/ felsefi düşüncenin sahneye çıkmış hali, somutlaştırılması gibi geliyor. Şu anda Tiyatro BAB’ın “En İyi Erkek Oyuncu” adlı oyununda oynuyorum. Hybris’i canlandırıyorum. Hybris nedir, derseniz Antik Yunan tragedyasında insanın en büyük trajik hatasıdır derim size. Kibir, küstahlık, aşırı gurur ya da günümüze uygun söyleyecek olursak ego. İnsanın kendini olduğundan daha büyük, güçlü ve önemli görmesi. Aslında bu, bugün de insanın en büyük hatalarından biri olarak üzerinde düşünülen, felsefe yapılan bir kavram. Oyunu izlediğinizde insanın kibrinin, egosunun ve onun getirdiği hırsların nelere mal olabileceğini görüyorsunuz. “En iyi” olma çabasının ve “en iyi” olduğunu düşünmenin kimi tehlikelerini. Felsefenin kavramsal ifadeleri sahne üzerinde somutlaşıveriyor.

Aynı şey bir resim için, bir beste için de geçerli elbette. İspanya iç savaşının acısını Picasso’nun Guernica’sına bakarak da savaşın felsefesini yaparak da anlamak mümkün.

- Oyunculuğun yanında bir de seslendirme sanatçısısınız. İkisinde de oldukça yeteneklisiniz. İki işinizde de bir karaktere hayat veriyorsunuz. Bu size neler hissettiriyor?

İnsan bir olanaklar varlığı, yani belirli bir öze sahip olmayan, bütün bir yaşamı boyunca kendi kendini oluşturan bir varlık. Dolayısıyla nasıl biri olabileceğimize dair sonsuz sayıda alternatif var. Çok iyi, çok kötü, kıskanç, öfkeli, uyumlu, cesur, çekingen… vb. Bunlardan her birini olabilme ihtimalimiz var ama hepsini bir arada olmamız ve böyle bir karaktere sahip olmanın sonucu yaşanacak olan her şeyi yaşamamız mümkün değil. Hem sahnede tiyatro oyunculuğu hem de seslendirme yani mikrofon oyunculuğu yaparken işte bu farklı karakterleri yaşama şansı buluyorsunuz. Oyunculuğun en keyifli tarafı da bence bu.

Normal hayatınızda sesini ender olarak yükselten biriyken oynadığınız ya da seslendirdiğiniz rol gereği bağıra çağıra kavga ediyorsunuz ya da gerçek hayatınızda kimsenin önünde ağlamayan biri olsanız bile oynarken katıla katıla ağlayabiliyorsunuz. Aslında oyunculuk bence sadece seyiriciye/ dinleyiciye değil aynı zamanda oyuncuya da bir katarsis etkisi yaratıyor. Oynarken siz de kendi ruhunuzun bilmediğiniz taraflarıyla yüzleşiyorsunuz. Arınıyor ve iyileşiyorsunuz. 

Son olarak çocuklara hem sanatı hem de felsefeyi sevdirmek için neler yapmalıyız anlatır mısınız?

Çocukları çok küçük yaşlardan itibaren sanatın ve felsefenin içine atmalıyız. Kızım Cemre ilk defa “Neden” diye sorduğunda henüz iki yaşına bile girmemişti. Şaşırmıştım, çünkü felsefeyi başlatan sorudur bu soru. Neden? O kadar küçük bir çocuğun bir şeylerin nedenini bilmek istemesi, Aristoteles’in “Bütün insanlar doğaları gereği bilmek ister” sözünün ispatı gibiydi benim için. Renkler ve müzik, resimler ve şarkılar hatta taklit ve oyunculuk. Bütün bunlar da çok küçük yaşlardan itibaren çocukların dünyasında yer alıyor.

Biz yeter ki onların bu düşünme, öğrenme ve keşfetme sürecine eşlik edelim. Onların sorularını cevaplandıralım ve onları cesaretlendirelim. Bir de tabii okullarımızda ilkokuldan hatta ana okulundan itibaren felsefe ve sanat eğitimine ağırlık verelim. Sanat ve felsefeyle buluşan bu minik kalpler sayesinde çok şeyin değişeceğine, dünyanın daha yaşanılası bir yere dönüşeceğine inanıyorum.

Röportaj: Hande İpekgil

Instagram

Twitter

'Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio' 

Popüler İçerikler

Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı
Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı
"Aşk Solcudur..." Kızılcık Şerbeti'nde Deniz Gezmiş Anıldı
YORUMLAR

Biraz uzun bir yazı olacak ama fizik okurken ben de "felsefeye mi geçsem acaba?" diye düşünmüştüm, zira üniversitemizin sorgulamak ve hevesten ziyade itaat ve hırs temelli olması beni tiksindirmeye başlamıştı. Peki ama felsefe okumak farklı mı olacaktı? Seçmeli ders olarak felsefe aldım ve hayal kırıklığına uğradım. Felsefe bariz bir şekilde kalıba sokulmuştu ve sokulan kalıptan da şüphe edilmiyordu. Onların felsefe dediği ne ise felsefe o, filozof dediği kim ise filozof o, doğru düşünmedeki doğruya ne deniyorsa doğru o imiş. Peki neyin ne, kimin kim, doğruya nasıl ulaşılacağı kanıtlanmış mıydı ki bu kadar emin idik? Üstelik kanıtlanmış olsa bile felsefeden bahsediyoruz. Şüphenin kalesi. Bütün bunlara karar veren bir otorite vardı; aristokratlar, akademisyenler...

Binlerce yıl halktan felsefeyi kopararak felsefeyi kendilerine özgü bir şeymiş gibi lanse edenler. Binlerce yıl insanlar gerçeğin peşinde koşuyor da filozof oluyor değildi, filozof olmanın peşinde koşuyorlardı. Unvanların, itibarın peşinde koşuluyordu. Nasıl olur da kendisini gerçeğe adamak isteyen biri -bu akademi olsa dahi- gölgelere sığınırdı, otoriteye itaat ederdi? Nasıl olur da 7 yaşından beri önüne konulanlara inanıp ezberleyerek filozof, felsefeci olunabilirdi? Felsefe "neden" sorusunu sormaktan öte "acaba?" şüphesinden var olmalıydı.

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ