Yalnızca ibadetle değil, ilişkiyle, sözle, bakışla, davranışla yaşanır. Tevazu, birini yücelterek kendini küçültmek değil; herkesin hak ettiği değeri alabileceği bir denge kurmaktır. O dengeyi kurabilen biri, güçten korkmaz, kırılganlıktan utanmaz, sessizlikten rahatsız olmaz. Çünkü kendiyle barışıktır.
Secdeyi yalnızca ritüelin bir parçası olarak görmek, onun çağrısını daraltmak olur. Aslında secde, hayatın kendisinde defalarca yaşanabilir. Birine içten bir teşekkürde bulunurken, özür dilerken, bir manzara karşısında sessiz kalırken... Başını yere koymadan da eğilebilirsin. Mesele bedenin eğilmesi değil, kalbin bükülmesi.
Tevazu da kırılganlık da zayıflık olarak kodlanmış durumda artık. Hâlbuki ikisi de gücün başka bir biçimi. Görünmeyen, gösterilmeyen ama çok daha etkili olan bir biçimi. İnatla değil, ısrarla değil; incelikle yürümek gibi. Sözünü değil, varlığını duyurmak gibi. İçeriden bir sessizlikle, dışarıya ağır ama derin bir iz bırakmak gibi.
Ve gerçeklik... belki de bu ikisinin tam ortasında duruyor. Ne yalnızca güçle kurulabiliyor gerçeklik, ne sadece kırılganlıkla. Ama ikisinin farkında olan bir bilinç, daha gerçek bir zemin inşa edebiliyor. Secde eden bir beden, hayata da o bilinçle temas ediyor. Daha dikkatli, daha sade, daha yumuşak.
Her şeyin hızla aktığı, herkesin birbirine üstünlük kurmaya çalıştığı bu çağda, tevazu ve secde sessiz bir karşı duruş. Bir hatırlayış. Belki kime ait olduğunu, belki kim olduğunu, belki de her şeyin o kadar da karmaşık olmadığını... Yere eğilmenin, sadece ibadet değil; insan kalmanın yollarından biri olduğunu...
Yüzü yere değen birinin iç sesi çoğu zaman daha çok şey anlatır. Duyabilen için. Anlayabilen için. Kırılabilen için.