Onların duyularını, gerçek dünyanın dokusuna—rüzgârın bir yaprağı titreştirişine, yağmurun toprağa düşüşünün kokusuna, bir taşın pürüzlü yüzeyine, kağıdın hafif hışırtısına ve göz göze gelinen bir sohbetin doğal, tedirgin, mucizevi akışına—açık tutabilmektir. Geleceği şekillendirecek olan, ekransız bir dünyaya özlem duyanlar değil, analog ile dijital, beden ile bilgi, yavaşlık ile hız, derinlik ile yaygınlık arasında sağlam, esnek ve bilgece köprüler kurabilen zihinlerdir. Bu, bir reddiyeden ziyade bir sentez, bir denge ve nihayetinde insani olanın özünü—merakı, şefkati, yaratıcılığı ve bağ kurma ihtiyacını—dijital çağın imkanlarıyla harmanlama becerisidir. Çünkü en sofistike yapay zeka bile, bir çocuğun keşfettiği bir solucana duyduğu saf hayranlığın, bir arkadaşının sessiz gözyaşını görüp yanına oturuşunun veya karanlıkta parlayan yıldızlar karşısında hissettiği o kadim huşunun yerini asla tutamayacaktır. İşte bu duyarlılığı, bu insanlık halini koruyamadığımız an, geleceği değil, şimdiyi, en temel varoluşumuzu kaybetmeye mahkum oluruz. Bu, bir teknoloji karşıtlığı manifestosu değil, insani olanı, tam da dijitalin kalbinde savunma çağrısıdır.