Açıkçası bu yazıya bir özeleştiriyle başlamayı uygun buldum. Editörseniz ya da birkaç kitabı olan bir yazarsanız, elinize mutlaka yeni çıkmış bir kitap tutuşturulur ve fikriniz beklenir. Siz de isteksizce ayıp olmasın diye alır, birkaç sayfasına şöyle bir göz gezdirir, kitapla ilgili bir fikir edinir ve birkaç kelam edersiniz.
Henüz yeni çıkan Kornelyus’un Ezgisi kitabı da yayınevi tarafından bana hediye edilmişti. “Hah' dedim içimden, yeni bir yazar ve epey de kalın bir kitap. Birkaç gün kitap evin bir köşesinde durdu. Sonunda (pandeminin de bana verdiği bol vaktin yetkisiyle) yatağıma uzandım, uyumadan önce birkaç satır okuyup uykuya dalmayı planladım.
Kitabın ilk sayfaları düz anlatım tekniğinden çok uzak, kendine has bir ahengi olan cümlelerle akıp gitmeye başladı. Severim böyle kafaları ama ahengi doğru yakalanmışsa. Avesta’dan bir alıntıyla başladı kitap ve sonrasında aktı gitti.
Hani o birkaç satır okuyup uykuya dalmayı planlayan Derya’nın da gözleri fal taşı gibi açıldı. Uyumak ne kelime, bir sayfa daha, bir sayfa daha derken gecenin ikisinde kitap elimden düşüp de ben bayılana kadar sürdü bu durum.
Evet bu bir özeleştiridir. Genelde önyargılı olmayan ben, nedense yeni çıkan kitaplara ve yazarların ilk kitaplarına karşı hep bir tutuk ve çekimser yaklaştığımı fark ettim.
Şimdi gelelim soluksuz okuduğum, kitabı bitirdikten sonra bunun devamının gelmesini düşündüğüm ve bunun zaten bir üçleme olacağını öğrendikten sonra Game of Thrones’un yeni sezonunu beklermiş gibi yeni kitabı beklediğim üçlemenin bendeki etkisine…