Derya Özel Yazio: Kornelyus’un Üçlemesi

Açıkçası bu yazıya bir özeleştiriyle başlamayı uygun buldum. Editörseniz ya da birkaç kitabı olan bir yazarsanız, elinize mutlaka yeni çıkmış bir kitap tutuşturulur ve fikriniz beklenir. Siz de isteksizce ayıp olmasın diye alır, birkaç sayfasına şöyle bir göz gezdirir, kitapla ilgili bir fikir edinir ve birkaç kelam edersiniz. 

Henüz yeni çıkan Kornelyus’un Ezgisi kitabı da yayınevi tarafından bana hediye edilmişti. “Hah' dedim içimden, yeni bir yazar ve epey de kalın bir kitap. Birkaç gün kitap evin bir köşesinde durdu. Sonunda (pandeminin de bana verdiği bol vaktin yetkisiyle) yatağıma uzandım, uyumadan önce birkaç satır okuyup uykuya dalmayı planladım. 

Kitabın ilk sayfaları düz anlatım tekniğinden çok uzak, kendine has bir ahengi olan cümlelerle akıp gitmeye başladı. Severim böyle kafaları ama ahengi doğru yakalanmışsa. Avesta’dan bir alıntıyla başladı kitap ve sonrasında aktı gitti.

Hani o birkaç satır okuyup uykuya dalmayı planlayan Derya’nın da gözleri fal taşı gibi açıldı. Uyumak ne kelime, bir sayfa daha, bir sayfa daha derken gecenin ikisinde kitap elimden düşüp de ben bayılana kadar sürdü bu durum. 

Evet bu bir özeleştiridir. Genelde önyargılı olmayan ben, nedense yeni çıkan kitaplara ve yazarların ilk kitaplarına karşı hep bir tutuk ve çekimser yaklaştığımı fark ettim. 

Şimdi gelelim soluksuz okuduğum, kitabı bitirdikten sonra bunun devamının gelmesini düşündüğüm ve bunun zaten bir üçleme olacağını öğrendikten sonra Game of Thrones’un yeni sezonunu beklermiş gibi yeni kitabı beklediğim üçlemenin bendeki etkisine…

Kornelyus’un Ezgisi

Bhagavad Gita’nın bölümü olan Kutlu Ezgi ya da Tanrı’nın Ezgisi’nde, iki akraba hanedan arasında krallığın paylaşılmaması nedeniyle ortaya çıkan ve Mahabharata Destanı’nda anlatılan bir savaş çerçevesinde, insan görevleriyle sorumlulukları, yaşam, ölüm, ölümsüzlük gibi giderek anlamı büyüyen soruları tartışır. Hint kaynaklı olmasına karşın Bhagavadgita’nın evrenselliği, iletisini belli bir inancın, sınıfın ya da cinsin egemenliğine sokmadan, çok geniş anlamda sunabilmesinden kaynaklanmaktadır. Kornelyus’un Ezgisi de bir parça buna atıfta bulunarak başlıklandırılmış ve kitabın içeriğindeki gel gitler de bu zıtlığa tamamen uymuş.

Kitap Hindistan’da Avesta’yla başlar gibi görünse de kitap boyu her inancın, felsefenin, sorgulamanın, yüzleşmenin karşınıza çıkacağını belirtmeliyim. Zerdüştîlikten İran’daki Türk varlığına, Türkiye’deki azınlıklara, derin devletten uyuşturucu kaçakçılığına, delilikle akıllılığın eşiğindeki gezinişlere, aşkın en saf halinden en fetiş ve sert hallerine uzanan, yüz yetmiş yıla yayılmış, yedi ayrı ülkede geçen ve on iki ana hikayeden oluşan müthiş sürükleyici anlatımıyla tüm bu zıtlıkları kurgulamayı ustaca başarmış yazar Nedret Kılıç.

İlk bölüm olan Kornelyus’un Ezgisi’nde karakterlere tam anlamıyla hakim oluyorsunuz. Önce tarihsel gelişimlerini öğreniyor, daha sonra kırılma noktalarını anlıyorsunuz. Her kitabın sonuna gelene kadar, tüm kurguya hakim olduğunuzu düşünürken, yazar size son dakika golü atıyor ve tüm sarsılmışlığınızla öylece bakakalıyorsunuz, ta ki diğer kitaba geçene kadar. 

Gerek yazım üslubu gerek dili ve kurgusu, hem sarsıcı hem de okuyucuyu merak duygusuyla teslim alıyor.

Şedaraban

Türk müziğinde bilinen beş yüz doksan makamdan biri olan Şedaraban yani Şedd-i Âraban makamını bilmiyorsanız, internetten bir parça bulup kitabın bazı bölümlerini bu ezgi eşliğinde okumanızı öneririm. 

Şedabaran ölüm kalım savaşının ortasında yazılmış bir mektup. Bu kez de Antonyus’un ezgisini duyacağımız, onun kaleminden yazılmış bir kırık kalp hikayesi. Bir önceki kitap ile ilk başta hiçbir bağı olmadan başlayan ve yine yazarın son dakika gölüyle sizi oturduğunuz yere mıhladığı finalle ağırlaşan bir eser. 

Aşk nedir? Âşık olunan nasıl sevilir? Birine onu öldüresiye aşık olunabilir mi? Var mıdır sevmenin bir el kitabı? Sevmek öğrenilebilir mi? En hislisinden, en vahşisine, en kırılganından en sağlamına, en naifinden en maçosuna değişebilir mi aşk? 

Okurken “kötü” diye tanımlananların da içlerindeki o en kırılgan hali gördüğümüz, her karakterin kendini anlattığı, okurken hepsine birden hak verdiğiniz, çok pencereli bir roman olmuş Şedaraban. Yeni karakterlerin de girdiği, o karakterlerle hiddetlenip, yazarın onları bir önceki romana nasıl bağlayacağını merak ederek ve yine finalde cevabınızı alacağınız bir kurgu sizi bekliyor. Söylemeden geçemeyeceğim, benim en favori karakterim Nora’ydı tüm kitapta, kahkahası hala kulağımda.

Dokunulmaz

Finaller her zaman daha zordur. Dokunulmaz da okurken zorlandığım bir kitap oldu ne yalan söyleyeyim. Bu kez bambaşka bir yerde başlıyor hikaye, Kleopatra ve Fischer ile tanışıyoruz. Bildiğimizi sandığımız her şeyi unutuyoruz ve sıfırdan başlıyoruz. Bu kez varoluşu sorgulayarak, yoğun felsefe dalgasında sörf yapıyoruz. “Görünen ve görünmeyenin kaynağı “benim”. Her şeyin içinde ve dışındayım. Mekansızlığa kaynak benim. Bir mekanla sınırlandıramazsın beni, sığmam” diyor Nesîmi. İşte tam olarak kurgu da bu eksende gidiyor. Görünenin görünmeyen kısmını anlamaya başlıyor okuyucu. Çaresizliği öyle etkili anlatıyor ki yazar, etinizin acıdığını hissediyorsunuz zaman zaman. Hindistan’da başlayan hikaye, yine bir mantrayla Hindistan’da bitiyor; “So ham, ham saha” *Ben, senim ben.

Nedret Kılıç, edebiyat dünyasına üç kitapla birden giriş yapan bence müthiş bir yazar. Pek çoğunun aksine kabul görmüş yazım tarzından ziyade, kendine has üslubuyla, ağır kurgusuna rağmen romanı tek düzelikten kurtarmış. Üçlemeyi bitirdiğinizde, damakta bir parça Charles Bukowski ile Oğuz Atay tadı bırakıyor. Heyecanla okuyacağımız ve içinde kaybolacağımız türden kitapların dilerim devamı gelir. Belki yeni bir üçleme, kim bilir…

Twitter

Instagram

Popüler İçerikler

ATM’lerde 200 TL Krizi: Fatih Altaylı’dan 5 Bin Liralık Banknot Önerisi
Arkeolog Muazzez İlmiye Çığ 110 Yaşında Yaşamını Yitirdi
ICC Kararını Verdi: Netanyahu ve Gallant Hakkında Tutuklama Emri!