Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı

Başkanlık sistemi” üzerinden Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasında artık aleniyete dökülmüş bir atışma sürüyor.

Başbakan geçen hafta bu tartışmanın yol açtığı fiilî belirsizlikten şikayet etmiş ve “Parlamenter sistem mi, başkanlık sistemi mi, tercihini ortaya koyamamış bir sistem var. Ortada problem var, bu problemi yaşıyorum.” demişti. Öncesinde ise Cumhurbaşkanı'nın “Cumhurbaşkanı başka telden başbakan başka telden çalarsa o zaman netice alamayız.” sözü ile “Senkronize olmamız lâzım” ihtarı duruyordu. Davutoğlu'nun “Türkiye karma sistemi kaldıramıyor. Net bir sistem olmalı. Türkiye'nin birinci gündem maddesi bu (başkanlık sistemi) değil.” cümlesi ile polemik tırmandı. Ardından Cumhurbaşkanı'ndan Davutoğlu'na serzeniş yüklü bir bombardıman geldi: “Çift başlılığı ortadan kaldırmak lâzım. Aksi takdirde birbirinizi ne kadar sevseniz de, geçmişte ne kadar beraber olsanız da zaman zaman sıkıntılar söz konusu olabilir.”

Demek ki Putin ile Medvedev arasındaki uyumlu ilişki Erdoğan ile Davutoğlu arasında yok. Aslında bu ikilileri mukayese etmek, Türkiye'deki aksaklığı gösterecek ipuçları barındırıyor.

Rus anayasasının peş peşe iki dönemden fazla başkanlık yapılamayacağı hükmü (m. 81) yüzünden Putin devlet başkanlığını Medvedev'e bırakmış, kendisi ise gücü elinde bulundurmak kaydıyla başbakanlık koltuğunda bir dönemi geçirmişti.

Sene 1967.

Arap-İsrail savaşı başlamıştı. Birleşmiş Milletler ateşkes için uğraşıyordu. ABD bir yandan İsrail’e silah veriyor, beri yandan Arapları komple kaybetmemek için ateşkese destek çıkıyordu. Tavşana kaç, tazıya tut siyaseti, İsrail’in canını sıkıyordu.

Amerikan istihbarat gemisi Liberty, ateşkese sadece 24 saat kala Gazze açıklarına geldi. İsrail keşif uçakları, sabahla öğle arasında sekiz defa Liberty’nin üstünde turladı. Gemiyle pilotlar arasında iki defa irtibat kuruldu, Amerikan gemisi olduğu teyit edildi. Ki zaten, mevsim yaz, görüş açık, Amerikan bayrağı apaçıktı.

Saat 14… Tık, Liberty’nin telsiz frekansları bloke edildi.

Önce iki Mirage göründü, daldılar, vurdular. Roketleri sürpriz kroşe gibi suratına yiyen Liberty, nerden geldiğini şaşırmıştı. N’oluyor demeye kalmadı, üç Super Mystere göründü, daldılar, peşpeşe yangın bombaları bıraktılar. Liberty’nin kaptanı belki farkederler diye, cayır cayır yanan gemiye beş metrelik tören bayrağını çektirdi. Nafile… Mirage’lar geri geldi, gene vurdu. Hava saldırısı 22 dakika sürdü.

Bitti sanılırken… İsrail hücumbotları geldi. Portakal kasası gibi duran gemiyi torpilledi, üçü ıskaydı, ikisi tam isabetti. Gövdede delik açıldı. Hava saldırısında savunma silahları darmadağın olan Liberty, çaresizdi. Amerikan bahriyelileri can havliyle botları indirmeye başladı ama… İsrail hücumbotları alenen savaş suçu olmasına rağmen, kurtarma botlarını da taradı.

Derin bir yapının ve karanlık ilişkilerin varlığını kristalize bir şekilde gösteren çok çarpıcı ve somut bir davaydı JİTEM  davası. Başta Cemal Temizöz olmak üzere 8 sanığın 21 cinayetle yargılandığı, olayların net, isimlerin kesin olduğu bu dava geçen ay sanıkların beraatıyle sonuçlandı. Önceki gün ise mahkeme, kararının gerekçelerini açıkladı. Bu gerekçeler içinde ‘beyaz Toros’un çok yaygın olduğu, terör grupları tarafından da kullanılabileceği ve kanıt olarak gösterilemeyeceği, mahkeme nezdinde de şüphe oluşturan hususlar olduğu ancak şüpheye dayalı işlem yapılamayacağı var.

Ben böyle bir yaklaşımın ‘yeni Türkiye’ idealine taban tabana zıt bir zihniyeti gösterdiğini, yargının içinde ‘paralelci görünmeme’ adı altında kraldan çok kralcılık yapmaya çalışan bir ruhun hakim olduğunu düşünüyorum.  Eminim ki JİTEM’i ve faili meçhulleri ortadan kaldıran Tayyip Erdoğan da seçimlerden hemen önce bir konuşmasında beyaz Toroslara atıf yapan Ahmet Davutoğlu da bu davanın bu şekilde kapatılmaya çalışılmasından rahatsızlık duymuştur...

Erdoğan’a karşıt olacağız diye Putin’e yandaş mı olacağız?

Ne yani?

Erdoğan’dan hiç hazzetmeyen Der Spiegel dergisinin bile “hiç inandırıcı değil” diye nitelendirdiği Putin’in IŞİD petrolü iddialarını, sırf Erdoğan’a karşıtız diye anında doğru mu kabul edeceğiz?

Ne yani?

IŞİD petrolüyle ilgili Putin’in iddialarına “deli saçması”, “palavra” dediğimiz için bu zamana kadar yaptığımız

Erdoğan eleştirilerinin hepsinden vazgeçmiş mi olacağız?

Ne yani?

Putin’in attığı çamurlar konusunda Erdoğan haklı olamaz mı? Putin söyleyince şüphe falan duymadan üstüne mi atlayacağız?

Ne yani?

Gerektiğinde Erdoğan’ı en ağır şekilde eleştirmekten çekinmeyen bir insan, Putin’in palavralarına inanmayınca yalakalığa mı geçmiş kabul edilecek?

Ortalık toz duman, haberleri dinleyip sosyal medyaya göz atan kendini Üçüncü Dünya Savaşı’nda sanabilir. Hele de Güneydoğu’da yaşıyorsa. Ama hayat da devam ediyor. İnsan bu karmaşada iyi olan bir şey istiyor, umudunu ayakta tutacak bir şey! İşte bu geçen hafta gerçekleşti. Hunharca tecavüz edilen, öldürülen Özgecan ’ın davasında hâkim, üç sanığa ağırlaştırılmış müebbet verdi. Ağırlaştırılmış müebbet suçunun affedilme olasılığı yoktur. Yani ölene kadar içeridesin!

Öncelikle bu kararı veren mahkeme heyetini kutlamak isterim. Ayrıca bu kararın verilmesinde emeği geçen bütün kadın örgütlerini tek tek mücadele eden kadınları da kutlamak gerekir. Çünkü bu dava emsal olacak! Bundan böyle, kadın katilleri, tecavüzcüler duruşmalarda takım elbise giyip, elleri böğründe hâkim karşısında durdukları için ceza indirimi alamayacaklardır. Hâkimler 13 yaşında defalarca tecavüz edilen bir kız çocuğunun “rızası varmış” sözünü kolaylıkla söyleyemeyeceklerdir. Hele de “tecavüz yarım kalmış, o halde olmamış gibi davranılabilir” düşüncesiyle, sanığa “Hadi oğlum serbestsin” denilemeyecektir. “Hâkim Bey, kadın kırmızı mont giymişti, tahrik oldum” sözü hâkimler tarafından dikkate alındığında karşılarına kapı gibi Özgecan davası kararları çıkacaktır. Bir de “sevdiğim için öldürdüm ” sözü var, çok romantik bir sözmüş gibi duruyor. Bu söz üzerine neredeyse bir film senaryosu bile üretilebilir. Ama sanat başka hayat baştadır. Hadi bakalım, ağırlaştırılmış müebbet seni bekliyor!

Birkaç gündür aklımda şu soru var; yıllarca küresel arenalarda “Türkiye’nin sahibi gibi” dolaşanlar şimdi neredeler? Sahi nerede onlar! Türkiye’ye “seçilmemiş SÜPER BAKAN atayanlar ve içeride medyalarıyla bağrına basanlar”! YANİ ESTABLİSHMENT !

Tam bu noktada aklıma bir soru daha geliyor; Türkiye’de establishment yani YERLEŞİK DÜZEN var mı?

Sevgili dostlar, VARDI ama son durumu hakkında birlikte yorum yapmak daha doğru..

Sevgili dostlar, Türkiye’nin 1938-2003 arasında yaşadığı bütün sorunların temelinde tek bir gerçek var; “güçsüz hükümetler, kudretsiz Başbakanlar ve karşılarında GÜÇLÜ BİR YERLEŞİK DÜZEN”!

Daha açık yazayım; kendilerini “Establishment” olarak tanımlayanlar ve onların HALKIN SEÇTİKLERİNE “yönetimi” vermeme ısrarı ve attıkları adımlar... Aslında denklem çok zor değil; ülkeyi kendi tasarruflarında sananlar o kadar “dibe doğru kök” salmışlardı ki; bu yapının beslenmesi için ülkeyi yönetenlerin onlar kadar dibe doğru uzanmadan havada kalmaları gerekliydi ve 1946-2003 arasında da tam istedikleri gibi oldu...Establishment-Anglo-Sakson destekli “siyasi yapı” nasıl ortaya çıktı !

Herhalde hatırlanmak istedi muhterem, başka makul bir açıklama bulamıyorum.

Vatandaşa attığı tekmeyle nam salmış olan Başbakanlık Danışmanı Yusuf Yerkel, Ekşi Sözlük’te kendisiyle ilgili yazılanları mahkeme kararıyla sildirmiş.

Yusuf Yerkel 14 Mayıs 2014’te, Soma’da, protestocu bir vatandaşı, iki güvenlik personeli tarafından yere sabitlendiği ‘bir pozisyonda’ tekmelemiştir.

O fotoğraf, o kibirli vole, adının yanına yazılmış tek unvan olarak ömür boyu kendisine eşlik edecek.

Verilen sözler, atılan nutuklar, acil plan paketleri, yasal hamleler vesaire… Hatırlıyor muyuz bütün bunları?

Danışmanın tekmesi zaten silinmez de asıl bunları hatırlamak ve hatırlatmak gerek sanki…

Birkaç ayda iki seçim birden kaybeden muhalefet pek ortalıkta görünmüyor. Belli ki bu yoğun temponun ardından biraz dinlenmeye ihtiyaçlarını olduğunu düşündüler ve tatile çıktılar.

Haklarıdır. Belki başarılı olamadılar ama ellerinden geleni yaptılar. Ellerinden gelen ne mi? 13 yılda 10 seçim kaybettikleri düşünülürse tabii ki kaybetmek.

Peki kaybetmekten başka yapabilecekleri şey var mı? Sürekli her şeyin çok kötü gittiğini, ülkenin battığını söylediklerine göre olmalı. Zira en doğrusunu bildiklerini ve dahası çözümü ancak kendilerinin getirebileceğini dile getiriyorlar.

İyi de halk niçin kendilerine inanmıyor o halde?

Evet, bir yerde fena yanlış yaptıkları gün gibi ortada. Bence son tatilde ev ödevlerinin konusu bu olmalı. Spesifik olarak Rusya-Türkiye arasındaki gerginliğe odaklanabilirler mesela.

Hangi seçmen bir krizde çıkarları aleyhine delil bulmaya çabalayan bir muhalefete prim verir?

Diyelim ki Rusya haklı. Bu noktada muhalefetin görevi, ülkesinin karşısında konumlanan devletin lehine delil toplayıp yaygınlaştırmak olabilir mi?

Tahir Elçi’nin ölümüne vicdanen cinayet demenin bir mahsuru yok. Ama henüz hukuken cinayet diyemediğimiz de açık. Bu konuda kişi ya her şey belli olana kadar susmak durumunda ya da yaşananları akılcı bir çerçeveye oturtarak ucu açık tahminler yapmak zorunda. Ölüm nedeni tabii ki bir kaza kurşunu olabilir. Ama eğer bunun gerçekten de bir cinayet olduğunu varsayacak isek, olayın detayları katilin devletten ziyade PKK saflarında aranması gerektiğini söylüyor. Toparlayalım...

1… İki polisin ölümüne neden olan olayda araba polis tarafından durdurulmuyor. Kendisi gelip, kenara çekip duruyor. İçinde silahlı kişiler var. O saatte, Tahir Elçi’nin açıklama yapacağı yere kabaca seksen metre uzaklığa ne amaçla geliyorlar? Bu kişilerin ve bağlı oldukları organizasyonun Elçi’nin açıklama yapacağından haberlerinin olmaması mümkün değil. O gün o civarda başka bir etkinlik olmadığına göre, bu kişilerin Elçi ile bağlantılı bir amaçla orada olmaları çok güçlü bir ihtimal.

2… Polislere ateş ettikten sonra niçin Elçi’nin açıklama yapacağı yere doğru koşuyorlar? Arkalarında polis yok. Bölgeyi muhtemelen avuçlarının içi gibi biliyorlar. Elçi’nin konuşma yapacağı yerde ise başka polislerin olacağı aşikar.

Evvelki yazılarımda belirttiğim bir husus vardı. Suriye'nin kuzeyi, Türkiye'nin bir içgüvenlik sorunudur. 1916 Sykes-Picot anlaşması ile bu sınırlar doğal halleri dışında, dış müdahale ile cetvelle çizildiği için bu konu her zaman bir sıkıntı vesilesi olmuştur. Aileler bölünmüş, o topraklarda da bir türlü halklarını mutlu edecek yönetimler meydana gelememiştir.

Türkiye'nin arzusu Suriye'nin toprak bütünlüğü içinde bugünkü sınırlarını koruyarak, demokratik bir rejime halkının istekleri doğrultusunda geçebilmesidir.

Türkiye'nin kimsenin toprağında gözü yoktur. Ancak, Suriye toprak bütünlüğünü koruyamıyor da, terör örgütlerinin ve onların arkasındaki devletlerin operasyon sahası oluyorsa, üstüne üstlük bu durumun en ağır yükünü talihsiz Suriyeli sivillerden sonra Türkiye çekiyorsa, 911 km'lik sınırın ötesinde nelerin geliştiğine dair Türkiye'nin kayıtsız kalmasını beklemek ne anlama gelir?

DAEŞ maymuncuğu ile 21. yüzyılın güç dengelerini kendilerinin lehine yeniden yapılandırmaya çalışan ülkeler yanında, acaba Türkiye'nin iç güvenlik meselesi haline gelen bu sorunda söz söyleme, eyleme geçme hakkını hangi aklı başında kişi/ler görmezden gelebilir?

Ama sanırım bu sorunun cevabı “Suriye'de olanların Türkiye'nin iç meselesi haline geldiği” tespitinde verilmiştir.

Popüler İçerikler

Sosyal Medyada Süren Öğretmenlik Tartışması: Az Çalışıp Çok mu Maaş Alıyorlar?
Ali Koç, Fenerbahçe Tesislerinde Sıkıyönetim İlan Etti
Gazeteci Özlem Gürses TSK Hakkındaki İfadeleri Nedeniyle Gözaltına Alındı