Cansu Poyraz Karadeniz Yazio: Kalemini Yüreğimize Saplayanlarda Bugün: Ercan Kesal!

Sığamadık yeryüzü sofrasına. Kibir denizinde boğulmuşuz da haberimiz yok. Değirmenimiz susmuş, unumuz bitmiş, fırınlarımız da kararmış, kalplerimiz gibi...”

Şimdi haddimi aşıp Ercan Kesal’ın şahane oyunculuğunu anlatmayacağım, bana düşmez. Oynadığı her karakteri tüm benliğiyle yaşayıp yaşatabilen, yüreğinin mütevaziliğini oyunculuk tarzına da yansıtabilmiş ender insanlardan deyip köşeme çekilirim.

Ercan Kesal’ı Çukur dizisinden tanıyıp seven büyük bir kitle var. Ne yazık ki bilmezler, oyunculuğundan öte bir de yazar şapkası vardır kendisinin.

Dizi sebebiyle gittiği söyleşilerden, Ercan Bey’in bir zamanlar Anadolu’da, idealist genç bir doktor olduğunu öğrenmeyen kalmamıştır, ama yaşadığı o yılları kaleme aldığı yürek dağlayan yazılarını okumadan ülkenizi, yakın tarihinizi ya da kendisinin gözlerinin gizinde her daim duran hüznü anlamanız mümkün değil.

Ne gördüklerini görmemezlikten gelebilirsin ne de bildiklerini bilmemezlikten… İşte o hesap bir hayat Ercan Kesal’ınki. Neyse, yazının başında da söylediğim gibi haddime değil kendisini övmek…

Televizyonda yayınlanan ünlü bir dizinin yeni sezonu için kurulan senaryo ekibine girmeyi başarmıştım. (Ekibe nasıl oynaya oynaya girip ağlaya ağlaya çıktım; insanın çok istediği şeyler nasıl lanete dönüşür, belki bir başka yazımda anlatırım.) Çalıştığımız odanın hemen yanındaki camekanlı odaya gelmişti Ercan Kesal. Moladan dönerken gördüm kendisini. Çevremde kimse oralı değildi. Daha doğrusu oralı değil gibi bir haldelerdi. Birbirlerini dürtüp, “Ercan Kesal yan odada,” deyip susuyorlardı. Çünkü Türkiye’nin en büyük yapım şirketinde olmak bunu gerektirirdi: “Cool” olmayı.

Geçtip oturdum sandalyeme, ama içim içimi yiyor a dostlar. Daha bir ay olmamış Peri Gazozu ve Cin Aynası kitaplarını okuyalı. Yani anlayacağınız yaram hala taze. İki kitabı aynı hafta içinde okumak gibi bir gaflette bulunmuştum. Okuduktan sonra takribi 10 gün kendime gelememiştim sevgili canlar.

Ölümle çok erken yaşta tanışmak zorunda kalan küçük Ercan’a mı, köy kahvesinde tecavüze uğrayan komiye mi, iplerde sallanan genç kız cesetlerine mi yoksa tüm bunların ortasında kalan ve “Alışmayı reddeden” idealist, genç doktor Ercan Kesal’a mı üzülsem bilememiştim.

İçimden kendisine sıkı sıkı sarılmak ve gördükleri adına özür dilemek geliyordu, “Bir çift göze bu kadar yüklenilmez, şahit olduğunuz şeyler için tüm insanlık adına özür dilerim,” demek istiyordum.

Çaktırmadan, göz ucuyla bulunduğu odaya baktım. Odada tekti. Bizde de henüz moladan dönmeyenler vardı. Kısaca sevgili canlar, hava ve saha koşulları bundan daha iyi olamazdı. “Yapacaksan şimdi yap,” dedi içimdeki ses. Göze batmadan odadan çıktım, koridorda sağa sola baktım, ortalık temizdi.

Kapıdan kukla misali önce sadece kafamı soktum, “Ercan Beyyyy, merhaba!” dedim. O da gayet güler yüzlü bir şekilde, “Merhaba,” dedi. Güler yüzünden güç almıştım bir kere, daha da beni tutamazlardı. Yavaş yavaş odaya girerken kitaplarını okuduğumdan ve ne kadar etkilendiğimden bahsetmeye başladım. “Onlar baya siyasi kitaplardır, senin annen baban nereli?” diye sordu. Ufak bir kısa künye verdikten sonra içimden, “şimdi tam sırası Cansu. Git yanına, aç kollarını ve kocaman sarıl, “Kalbinizin en kırık yerinden selamlarım sizi,” de, “insanlık adına özür dilerim,” de…

Sonra içinde bulunduğum camekanlı odaya baktım. Ercan Bey, yeni filminin montajlı son halini izlemeye gelmişti ve Türkiye’nin en çok izlenen dizisinden daha yeni ayrılmıştı. Çok sevdiği bir eşi, pırıl pırıl bir çocuğu ve Ege’nin bir sayfiye kasabasında güvenli bir hayatı vardı. Belki de hayat, benim yerime özrünü çoktan dilemişti... Ben özrümü; Anadolu’nun çaresiz kadınlarına, çorak gençliklerine, savunmasız çocuklarına ve açlıkla namertliğe ittiği ruhlarına saklayacaktım. Kendisine olduğu kişi olmasından ötürü teşekkür ettim ve odadan çıktım. 

Çalışma odasına döndüğümde kendimi tutamayıp Ercan Kesal’la konuştuğumu söyledim. “Sokak ortasında hayran olduğu şarkıcıdan imza isteyen ergen”mişim gibi baktılar, ama açıkçası çok da umursamadım sevgili canlar. Sonuçta ben o odaya, kurgu bir karakter olan İdris Koçovalı’ya hayat veren oyuncu Ercal Kesal’la görüşmeye değil; Avanos’ta çocukluğuna, bozkırda çaresizliğine, babasına düşkünlüğüne, acı dolu hayatlarına son veren veya verilen cesetleri görmesine tanıklık ettiğim, “insan” bir kişinin elini sıkmaya gitmiştim. İyi ki de gitmişim.

Peri Gazozu adlı kitabı ne kadar anlatsam, yine de kendi tanıtım bülteni kadar vurucu ve etkileyici olmayacaktır. O yüzden şuraya tanıtımını bırakıyorum:

“Hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, anne-baba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve yaşlanmak üzerine… Vefalı bir oğulun gözüyle. Bilhassa ölümün, ölümle baş etmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine… “Alışmaya” direnen bir hekimin gözüyle. Taşranın sıcak kucağı ve serin kasveti üzerine… Orayı hem içinden hem dışından bilen bir evladının gözüyle. Türkiye’nin ipin ucundaki yakın tarihinin gölgesi… Kalbi avucunda birinin gözüyle. Ercan Kesal’dan, aynanın kenarındaki fotoğraflar misali hayat parçaları, sohbet makamında insan hikâyeleri.”

İşte, Peri Gazozu kitabını hemen okumaya başlamanıza sebep 5 acı alıntı:

1. “Türkiye'yi koca bir 'Sessizlik Kulesi' yaptık en sonunda... Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz. Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize.”

2.  “Yetmiş sekiz yaşındaki İbrahim Aslan 'dualarım kabul oldu' diye sevinçten ağlıyordu. Oğlu Emin'in kemikleri 18 yıl sonra bir kuyunun dibinde bulunmuş da ona seviniyormuş. Şimdi arkanıza yaslanın ve bir an düşünün n'olur. Bir baba, 18 yıl önce öldürülen ve kaybedilen oğlunun, kafatası ve kemikleri yanmış halde bir kuyunun dibinde bulundu diye sevinçten gözyaşı döküyor! Bundan sonraki tüm sevinçlerim bu ülkeye haram olsun...”

3.  'Dedemden öğrendiğim, “insan olmak” kendin mutlu olduğun şeyleri yanındakilere de iletmektir. İnsan, kendisinde olmasını istediği herhangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddette isteyebiliyorsa 'insanım' diyebiliyor.”

4. “Şimdi onlara, bir baykuş gibi tünedikleri sandalyelerinde, susarak kurtulacaklarını zannettikleri bir vicdan ve bitirmeye çalıştıkları zavallı bir ömür kaldı.”

5. “Ölüm nedeni? Ben mi söyleyeceğim? Sönmüş bir gezegenden farksız, insanın içini yakan şu garip coğrafyanın orta yerinde, üzerinde solmuş entarisi ve yırtık terlikleri ile 20 yaşında, esmer, ince yüzlü bir kadın kendini niye öldürür Allah'ım, ben nerden bileyim?”

Popüler İçerikler

Kızılcık Şerbeti'nin Görkem'i Özge Özacar'dan Pembe'nin Osmanlı Tokadına Yanıt
151 Gündür Oğlu Fatih'i Arayan Baba Esra Erol'a "Bulamıyorsan Müge Anlı'ya Çıkalım" Deyince Ortalık Karıştı
Kadınların Kırmızı Ruj Sürerek "Çiftleşme" Mesajı Verdiğini İddia Eden Uzman
YORUMLAR
22.10.2020

Süper valla

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ