Seçtiğimiz kitapları önce kendisine onaylatacak, daha sonra da çalışmaya başlayacaktık. Ben de “herkes gibi” o ara okuduğum kitabı seçmiş, ertesi gün onaylatmak için okula getirmiştim. Bu arada edebiyat hocamız -şimdi bile hatırlarım- inanılmaz güzel bir kadındı. Sarışın lepiska gibi saçları, yemyeşil gözleri (mavi de olabilir yalan olmasın) olan gencecik bir kadındı.
Velhasıl, hoca sıraların arasında dolaşıyor, getirdiğimiz kitaplara bakıp onaylıyordu. Sıra bana geldiğinde de farklı bir şey olmadı, “Gülünün Solduğu Akşam” kitabımı gösterdim, “Tamam başlayabilirsin,” dedi güzel gözlü edebiyat hocamız.
Bir hafta sonra özetlerimizi okuyacağımız ders geldi, çattı. Öğretmenimiz, “Var mı ilk okumak isteyen?” dedi.
Bu noktada, ileride anlatacağım başka hikayelerime de referans olması açısından size bir sır vereyim: Ben bu cümleye hiç dayanamam. Bir 5 saniye beklerim, baktım isteyen yok, hemen atlarım. Seminerlerde de konuşmacı kendini kötü hissetmesin diye soru cevap bölümünde hep ilk atlayanlardanımdır. Maksat ortalık yumuşasın, herkes cesaretlensin (evet, farkındayım, bana ne, değil mi? ama tutamıyorum kendimi sevgili dostlar, aynısını ortamda sessizlik olduğunda da yapıyorum. Sanki ortamın neşesinden ben sorumluymuşum gibi)…
Sınıfa geri dönmek gerekirse, yine her zamanki gibi elimi kaldırdım, hocamız da sağ olsun gülümseyerek beni tahtaya davet etti.
“Merhaba arkadaşlar, ben Erdal Öz’den Gülünün solduğu Akşam kitabını özetledim sizler için. Kitabın konusu, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan adlı üç gencin…”
Hocanın yüzü buruştu, ne dediğimi anlayamıyormuş gibi yüzüme bakıyordu, “Cansucuğum, bu ne kitabı?”
“Hocam, işte geçen hafta gördüğünüz kitap,”
“Hayır ben böyle bir şey onaylamam,”
“Hocam, böyle bir şey dediğiniz ülkemiz tarihinde yaşanmış gerçek bir olay. Kitap da yasal ayrıca, her kitapçıda var.”
“Ben böyle bir kitap onaylamadım Cansu, getir bakacağım bir daha!”
“Hocam valla bugün özetleri okuyacağız diye kitabı getirmedim, ama sıra arkadaşım hatırlıyordur, ikimizinkine de baktınız ve onayladınız.”
Hocanın çaresiz bakışlarına yakalanan sıra arkadaşım, yarım yamalak evet anlamında başını salladı. O salladı, ama hoca bunu sallamadı.
“Hocam sizin onaylamadığınız kitabı niye özetleyeyim, ben zaten evde okuyorum bu kitapları. Emek verdim o kadar, özetimi okuyacağım kusura bakmayın,” dedim ve özetimi okumaya devam ettim. Hoca sağ olsun, birkaç cümle daha dayandı, ama sıkı yönetim ve cezaevi kısmında artık tutamadı kendisini, “Sen beni salak mı sanıyorsun, ben böyle bir kitaba onay vermedim.”
Haydaa… Hadi onay verdim, ama şimdi fark ettim ki yanlış yapmışım, sen okuma Cansucum otur yerine, dese anlayacağım. Ama ısrarla onu kandırdığımı, yalan söylediğimi ima ediyordu. Ergenliğin de verdiği adrenalinle kafam zehir gibiydi sevgili canlar, her söylediğine gayet terbiyeli bir şekilde cevabımı veriyor, karşı sorularla -genel kültürü zaten çok gelişmemiş- hocayı iyice kenara sıkıştırıyordum.
“Kusura bakmayın hocam, sizin korkaklığınız yüzünden ben emeğimi çöpe atamam, İzmir’in göbeğinde bu kadar özgürlüğümüz de olmayacaksa yani… Ben okuyacağım özetimi, dinlemek istemezseniz, siz bilirsiniz…” dedim ve kulaklarımı tıkayıp üç sayfalık özetimi okumaya başladım. Sarışın, güzel gözlü hocamız daha fazla dayanamadı ve eteğini toplayıp sandalyesinin üstüne çıktı, “BEN BU SINIFA SİYASET SOKMAM DEDİM, TERBİYESİZ…”
Allahım sen bu ülkeye nice Deniz yürekli gençler ver
Çok güzel bir anı valla.
okuması çok zevkliydi gerçekten bir sonraki anıyı sabırsızlıkla bekliyorum