Cansu Poyraz Karadeniz Yazio: Çünkü Kaçamazsın Kendinden… Ha Bir de “İnsan Nedir” Sahiden?

Bulunduğun yere ait hissetmemek nedir bilir misin? Fenadır fena… Soluyacak havan yoktur. Vücudunun 40 yıllık uzuvlarıyla bile ne yapacağını bilemez olursun, elin kolun fazla gelir de vücuduna, nereye koyacağını şaşırırsın….

Mor inekler bilir bu hali. Hayatları rahat soluyabilecekleri iki nefesin olduğu yeri bulmakla geçer. Sık iş değiştirmişlerdir, muhakkak birden fazla şehirde yaşamışlardır. Şanslı olanları yerini bulmuş, içindeki fırtınayı dindirebilmiştir. Diğerleri ise sürüklenir durur bir ömür; ailesi anlam veremez, çevresindekiler anlam veremez, zira zekidir, çalışkandır ama bir türlü düzenini tutturamamıştır. Sırf iş güç anlamında olmak zorunda değil bu arada bu düzen tutturamama hali.

Hayatımda bolca oksijensiz kaldığım, tüm hücrelerimle oraya ait hissetmediğim bir sürü durumla karşılaştım. Büyüdükçe ortamı kendime uydurma çabam, yerini bırakıp gitmeye bıraktı. Ama küçükken yoktu tabi öyle bir şansım.

İlkokul 2 ve 3’te, devlet okulunda yaşadığım tatsız olaylardan sonra, babamın da işlerinin iyi gitmesiyle, kendimi bambaşka bir dünyanın içinde, eskiden kolej denilen özel bir okulda bulmuştum. Benim için bambaşka bir dünyaydı gerçekten, öğrencilerin öğretmenlerle konuşma şekli, rahatlıkları…

İlk haftaydı sanırım, yemekhaneye tek başıma gittiğim, sonrasında bahçede kullanılmayan çocuk parkında kaydırağa çıkan merdivende tek başıma oturup etrafı izlediğim günlerdi. Hayır mağdur, yalnız bir çocuk gibi değil, daha çok yeni girdiği ortamı anlamaya çalışan, bir adım geri çekilip tüm resmi görmeye çalışan, gözlemci bir çocuk misali… Velhasıl yine yemekten sonra parktaki merdivenlerde yerimi almış çevreyi izliyordum. Sınıfın en zekilerinden ve sonradan anlayacağım üzere en “ukala”larından bir çocuk, yanında kendi gibi olan ama nispeten daha bir merhamet sahibi arkadaşıyla yanıma geldi. Hayır, oradan geçmiyorlardı, bilerek ve isteyerek yanıma gelmişlerdi.

İçlerinden ukala olanı tam önümde durup önce gözlüklerini düzeltti sonra da, “Biliyor musun Cansu, bence sen buraya ait değilsin. Yani buraya uyum sağlayamadın sen” dedi.  Geleli henüz bir hafta olmuştu ve sistem şimdiden beni dışarı tükürmeye hazırdı. Ben de az ukala değildim ama, “Burası dediğin sen ve senin gibilerse, iyi ki de ait değilim o zaman” deyivermiştim. Deyivermiştim ama içten içe de epey kırılmıştım. Çünkü ben geldiğim devlet okuluna da ait değildim, müdür öyle demişti anneme, “Bence kızınızı alın, durumunuz varsa özel okula verin. Başı belaya girecek burada” demişti. Eee

90’lar malum. Fişlenmek ilkokula kadar inmişti.

Elbette sırf bu yüzden değildi transferim. Asıl son damla sınıf öğretmenimdi.

Şimdi sevgili canlar, benim zamanımda işler şu şekilde yürürdü. Devlet okulunda sınıf hocası kendi öğrencilerine özel ders verirdi (elbette hepsi değil). Eh kendi özel öğrencisine kötü not verecek değildi ya da kendi hazırladığı sınav sorularından çok farklı sorular çözecek de değildi özel derslerde. Yani bir nevi kazan-kazan durumuydu. Elbette kaybeden de vardı; onları sınıf hocasına özel derse gönderemeyecek ailelerin fakir çocukları…

Benim sınıf öğretmenim; 20’li yaşlardaki kızıyla üç sokak ötemizde yaşayan, 50’li yaşlarda kısa, kıvırcık saçlı bir kadındı. Şüphesiz akıl sağlığı bozuktu, nasıl olmasındı; meğer yine 20’li yaşlarda olan bir oğlu varmış ve ders yaptığımız mutfağın balkonundan kendi atıp intihar etmiş.

Annemler üzülmüştü hallerine. Evimize davet ediyorduk, hatta kızına bizim evde doğum günü partisi bile yapmıştık. Kameraya çekmişiz bir de anı olsun diye… Zamanla anne, kızın istekleri artmaya başladı. “Ayy İzmir fuarına Muazzez Abacı geliyormuş, gidelim mi?”, “Ayy şu parfümü kızım çok beğeniyor, alır mısınız hediye olarak?” ve dahası…

3. sınıfın ilk yarısının bitmesine ve karnelerimizi almamıza iki gün kalmıştı. Ben ateşler içinde yatak döşek yatıyordum. Telefonumuz çaldı, arayan öğretmenimdi. Geçmiş olsun demeye aramış olmalıydı. Öyle olmadı. “Yüksel Hanımcım, Cansu’nun dünkü özel dersini iptal ettik ama, malum karneler verilecek iki güne… Matematik notunu boş bıraktım ben, son gün sözlüye kaldıracağım. Özel derse gelsin ki sözlüye çalıştırayım onu.”

Derinden bir “Şıp” sesi duyuldu. İşte o, bardağı taşıran son damlanın sesiydi. Ben ne karnemi almak için ne de başka bir şey için bir daha o okula gittim. O öğretmenimin yüzünü de bir daha hiç görmedim.  20 gün sonra kendimi, şehrin dışında, yeşillikler içinde parlayan kavuniçi binaların arasında; ten renkleri, tokaları, saç modelleri, konuşma şekilleriyle gözüme bir faklı gelen akranlarımın arasında buldum. 

Evet, o gün merdivenlerde otururken duyduğum şey beni çok yaralamıştı. Ama gerçekti. O haklıydı. Gerçekten de oraya ait değildim. Ama bilmediği bir şey vardı ya da gözden kaçırdığı; ben tek değildim. Ve elbet bulacaktım kendim gibi olanları. Fakat benim de bilmediğim bir şey vardı, öyle bir zaman gelecekti ki, ben de artık istemeyecektim kendim gibi olmayı…

Bu aralar yine derin düşünceler çağırıyor kendine beni. İcabet etmiyorum davetlerine. Ama ben etmesem ne yazar, bu sefer onlar geliyor önüme.

Mark Twain’in “İnsan Nedir?” kitabının çeviri işi düştü payıma. Küçükken okumuştum, tabi anladığımı sanmışım o sıralar, şimdi anlıyorum ki meğer hiç anlamamışım. Kitap, yaşlı bilge bir adamla genç bir adamın insanın doğasının ne olduğuna yönelik sohbetlerini aktarıyor. 

Yaşlı bilgeye göre, insanın tüm eylemlerini gerçekleştirmesinin ardında yatan tek bir dürtü vardır; o da içsel efendisini yani kendisini memnun ve tatmin etmektir. Fedakârlık ya da iyi insan olmaya dair düşündüğümüz tüm kavramların sözlükte yeri olmadığını zira bu hayatta yaptığımız her eylemi önce kendimize fayda sağlamak için yaptığımızı anlatıyor bilge. Elbette genç adam itiraz ediyor, kabul etmiyor ve örnekler üzerinden konuşmaya başlıyorlar.

Kitabın ilginç tarafı; okurken genç adamın tarafındayken sonunda bilge adamla hemfikir hale geliyorsunuz.

Gerçekten felsefi bir tartışmanın içindeymişsiniz gibi… Düşünün ki aklınızdan insana dair geçen her sorunun, genç adam tarafından bilge adama yöneltildiği bir sohbet… O zaman, sanırım o noktaya geldik değil mi sevgili canlar; işte, Genç Destek Yayınları’ndan benim yaptığım çeviriyle raflara çıkan Mark Twain’in İnsan Nedir? kitabından, üzerine bir ömür düşünebileceğiniz 5 çarpıcı alıntı:

1. Vicdanımız, bize acı veren bir noktaya gelene kadar başkalarına verilen acıyı dikkate almaz. İstisnasız her durumda, bizi rahatsız edene kadar başka bir kişinin acısına kesinlikle kayıtsız kalırız.

2. Gazetede bir paragraf veya bir kitabı okumak insanı yeni bir yola sokabilir, eski çevresinden vazgeçmesine ve yeni idealine sempati duyan bir çevre aramasına neden olabilir: Ve bunun sonucunda kişinin hayatı yaşayış tarzı tümüyle değişebilir.

3. Be­şiğinden mezarına kadar insan, kendi iç huzurunu ve ruhsal rahatlığını sağlamaktan başka daha önemli  ve öncelikli amacı olan tek bir şey bile asla yapmaz.

4. Öncelikli olarak sevdiği kişi için değil, kendi iyiliği için harekete geçer. Sevilen kişi mutlu olduğunda o da mutludur ve aslında bilinçsizce peşinde olduğu şey budur.

5. Zihninin istediği zaman gezinmesini engelleyemezsin, efendi olan o, sen değilsin!

Twitter

Instagram

Popüler İçerikler

Kadınların Kırmızı Ruj Sürerek "Çiftleşme" Mesajı Verdiğini İddia Eden Uzman
151 Gündür Oğlu Fatih'i Arayan Baba Esra Erol'a "Bulamıyorsan Müge Anlı'ya Çıkalım" Deyince Ortalık Karıştı
Berfu ve Eser Yenenler'in 3. Kez O Ses Yılbaşı'na Katılmaları Tepki Topladı
YORUMLAR
27.01.2021

Bir yaşantının mükemmel anlatımıyla, geçmişteki bizler, neler ve nasıl yaşamalıydık, doğrular ve güzellikler neden çoğalma dı? peki geçmişe göre geleceği tasarlamak ne derecede mümkün, geçmişte, robotları, yapay zekayı daha bir çok şeyi bilmiyorduk, az bilgiyle çok gelişebilirdik...

SEN DE YORUMUNU PAYLAŞ